12 Ekim 2024 Cumartesi

KATİL

Üner Taha Aydemir

Şimdilerde bir sızı var ruhumda
Kalbimi ağlatan
Memata istek uyandıran

Bir ağırlık büyüyor vücudumda
Kurtulmam gereken
Azaltmak neye yarar ki bu ağırlığı
En fazla bir yirmi bir gram 

Şimdilerde bir sarsıntı var ruhumda
Belki de fırtınalardır içimde kopan
Aklımı hüzne boğan
Başlatanı meçhul olan

Savurur düşüncelerimi etrafımda 
Yıkar duygularımı büyük bir hışımla
Ama kükrese de olanca inadıyla
Yıkamaz tek bir şeyi
Ruhuma kazıklarla çakılmış olan 
Mesut anılarımı 

Aslında biliyorum fırtınaları koparanı
Yakından tanıyorum hatta kendilerini
Artık bıkmış benden
Uzak duran zihnimden

Bu fırtınayı durdurmayı çok isterdim ama
Elimden gelmiyor ne yapsam da
Fırtınayı koparan bitirebilir dediler bana
İnanmıyorum ben bunlara

Çünkü gözlerim şahididir 
Bir katilin
Düşüncelerime zincir attıran
Duygularımda dolaşan
Beni çok iyi tanıyan
Ruhuma hançerlerle dizeler kazıyan

Kulaklarımsa şahididir
Şu sözlerin
İnsan kendinin katilidir

SIRADAN BİR CUMARTESİ

Betül Seyhan

Esaretinin bitmesine az bir zaman kalmıştı. Dışardan gürültüler geliyordu. Çıldırmışçasına ilerleyen araçlar, mevsimleri karıştırmış kediler, yüksek sesle konuşarak ilerleyen insanlar, yeni yanmış sokak lambaları. Tüm bu kaos içinde kendisini yorgun hissediyordu. Yorgundu… Gün boyu bir yerlere koşuşturmaktan. Yorgundu insanlara bir şeyler anlatmaya çalışmaktan. Yorgundu geleceğini düşünmekten. Yorgundu bu hayatta yaşamaktan. Oysa daha hayatın başında olduğunu söylüyordu ondan yaşı büyük olanlar. Başında bir ağrı hissediyordu. Ağrı Dağı büyüklüğünde bir ağrı. Küçüklüğünde bu ağrı hiç yoktu. Küçüklüğünde mutluydu, neşeliydi. Mutlu… İnsanlar çocuklarına artık böyle isimler koyuyordu: Mutlu, Mesut, Bahtiyar…
O sırada kanayan parmağı gözüne çarptı. Belki de stresten yolduğu tırnak kenarları kanıyordu. Ne zaman gelmişti bu aşamaya, değer miydi kendini bu kadar hırpalamaya? Kahverengi ojesine baktı. Sonbahar çağırışımı yaptığı için sürmüştü tırnaklarına. Baştan sona sonbaharı yaşamak için oysa hayatının baharındaydı. Öyle diyorlardı en azından. Bu nasıl bir bahardı, anlamıyordu. Bahar böyle ise yaz nasıl olacaktı? Sonbahar ve kış nasıl olacaktı? Bunları düşünmemeliydi. 
Esaret bitecek ve eve koşması gerekecekti. Koşamazdı, otobüs bekleyecekti. Otobüs ihtimal tıklım tıklım olacaktı. İnsanlar sebepsiz bir yerden bir yere kendilerini taşımaktan son derece mutlu. Kimi bebek arabasıyla binmeye çalışacaktı otobüse kimi emekli kartı ile binip bir sonraki durakta inecekti. Otobüste gitmesi gereken o, ihtimal bu kalabalıktan sıkılıp evine birkaç durak kala inecekti. Eve varmadan oksijen almalıydı. Bu kadar zor olmamalıydı hayat. Zoruna gidiyordu bazen bu şekilde yaşamak. Tüm bunları düşünürken esaret bitmişti. Yola çıktı. Otobüs beklerken önünden geçen bir tekerlekli sandalyeye baktı. Sandalyede oturan kişi kendisiyle aynı yaştaydı. Gökyüzüne baktı, derin bir ah çekti. Yaşadıklarının zor olmadığını hatırladı. Bu esnada otobüs gelmişti. Otobüste çantası gövdesinden daha ağır öğrencileri gördü. Kalın gözlüklü öğrenciler. Beli bükülmüş yaşlılar. Bu kez her zamankinden de kalabalıktı otobüs çünkü günlerden cumartesiydi. Otobüs şoförü hemen elinin altındaki düğmeyi çevirdi ve bir şarkı yankılandı otobüsün içinde:
"Yalnızım uçurum kıyısında
Hayat ve ölüm arasında
Tüm hayatım akıp geçiyor
Ayaklarımın altında"

Betül Seyhan

Nereden koptuğunu anlamadığım
Bir fırtınanın içindeyim kaç zamandır
Direniyorum büyük bir çınar gibi
Savrulmamak için bastığım yerden

Umudum gökyüzünde, bulutların ardında
Doğacak güneşi bekliyorum sabırla
Bu sonsuz savruluş bitsin saçlarımda, eteklerimde
Kuytularda açılmış çiçekler gibi
Baharı göreyim ben de 

BİBER DOLMASI

Betül Seyhan

Nasıl bir cümle kuracağımı bilemiyordum. Tamamen yabancısı olduğum bir mekandaydım. Gün batmak üzereydi. Mevsim sonbahardı ama yaz gitmek niyetinde değildi. Bir şeyler söylemem isteniyordu; bir kelime, bir cümle. Susuyordum. Alışmayı umuyordum bu duruma. Düşündüm sessizce, konuşmanın ucunda ölüm yoktu. Bir şeyler söylemenin, aklıma gelenleri dile getirmenin. Zaten öyle demişlerdi: Sen sadece konuş, söyle, anlat. Sorulara cevap ver. 
Bekliyorlardı. İki kişiydiler ve bir şeyler söylememi bekliyorlardı. Dışardan çocukların sesleri geliyordu. Çığlık çığlığa sesler. Onların yerinde olmak ister miydim? Bu sorunun cevabını düşünmek için vaktim yoktu. Bir şeyler söylemem gerekliydi artık. Derin bir nefes aldım ve sözcükleri zihnimde sıraladım:
-Ne anlatayım, dedim. Boşluğa düşen bu cümle benim değildi aslında. Nasıl olmuşsa ağzımdan çıkmıştı. Oysa farklı bir şey diyecektim galiba. Ama sessizliği bozdu bu cümle. 
Gerginlik biraz azaldı. Yaşlıca olan kişinin yüzündeki sert tavır yumuşar gibiydi. Başını yerden kaldırmadan:
-Ne anlatmak istersiniz bizlere, dedi. Mesela okuduğunuz son kitabı mı, izlediğiniz son filmi mi, en sevdiğiniz yemekleri mi?
Şaşkındım ama sessizlik bozulduğu için rahatlamıştım. 
-Dilerseniz size en sevdiğim yemeğin tarifini anlatabilirim, dedim. 
Bu öz güven nereden gelmişti, bilmiyordum. Kovulmam mümkündü fakat kimse çık dışarı demiyordu. Devam ettim:
-Dolmalık biber seçiminden başlayalım işe. Çok iri olmamalı ama ufak da olmamalı. Üzeri naylonumsu biberlerden uzak durmalısınız. Önce biberlerin saplarına parmağınızla bastırmalısınız ve geri çekmelisiniz. Tüm biberlere bu işlemi uyguladıktan sonra sıra iç harcını hazırlamaya gelir. Bu arada sormayı unuttum, siz biber dolmasını etli mi seversiniz, etsiz mi?
Kendilerine soru sormam bir an yüzlerinde bir endişe oluşturdu fakat ikisi aynı anda cevap verdi:
-Etsiz.
-Etsiz biber dolmasının çok lezzetli olacağını zannetmiyorum. Dilerseniz başka bir şey anlatayım. 
Yaşlı adamın yanında duran kişi saatine baktı. Yaşlı adama işaret verdi ve ilave etti:
-Zaman bizim için hayli kıymetli. Şayet anlatacağınız başka bir şey yoksa daha fazla birbirimizin vaktini almayalım. 
Tam da kelimelerim artık peş peşe gelmeye başlamıştı. Hatta oturup çay isteyesim bile gelmişti. Usulca kalktım, kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkarken annemin sesini duydum. Hayli uzaktan geliyordu ses. 
-Kızım, okula geç kalıyorsun. Haydi artık uyan.

KIYAMET


Üner Taha Aydemir

Bir ağaçsın dağ başında
Dimdik duran tek başına
Fakat çürümüşsün içinden
Kurumuş dalların
Üstüne kazınmış 
Gerçekleşmeyecek birkaç hayal

Bir uçurtmasın takılmış tellere
Kırılmış çıtaları 
Artık çocukların istemediği
Aşağıdan çekiştirenin olmadığı

Bir bastonsun eskimiş kulpu
Çok kullanılmış zamanında
Sonra bırakılmış bir kenara
Vefa hissedilmeyen artık
Unutulmuş bu diyarda

Fark edilmek için nara mı atmalı
İnsan insan olduğu için
Kabul olamaz mı

Vuslat da bile hicran olamaz mı
Mahzun mısralar gibi
Kalbin kanayamaz mı

Öleceğini bile bile yaşamak nedir ki
Ya da güneşin açacağını bile bile
Yağmuru dinlemek
Bunların bir anlamı var mı ki

Belki de vardır bir anlamı 
Çünkü yağmur yağınca herkes eğer başını 
Nemlidir yüzleri
Suçlarını kabul eder gibi

Kalabalıkla muhatsın
Fakat etrafın kalabalık diye
Yalnız kalamaz mısın
Belki de sensin
Kalabalığı bu yalnızlığın

İstersin bir zat-ı muhterem yanına
Olmak için zat-ı muhterem sen de ona
Olamayacağını anlayınca
Kalır bunun da müşkülatı sana
Çekersin cefasını ömrün boyunca

Başkalarını kazanmak için çabalarken
Kendini kaybedersin
Böylece en büyük nankörlüğü kendine edersin
Çabalamazsan da kalırsın yalnızlığın kollarına
Yanarsın yaptığın duygu hamallığına

Hiçbir şey hissetmiyorsam
Gerek var mı mısralara
Bir ses duyarsın
Bu keyfekeder yaşayan sokaklarda
Yalnızlığım mı haykırıyor
Yankılanan duvarlarda
Başlarsın yalnızlığa itimada
Sonra anlarsın 
Yalnızlıktır acı veren aslında

Ardından fark edersin
Hissetmektir hissizlik
Yalnızlığın sana armağanı olan
Bu bitkinlik 

Çıkarsın bir dağ başına
Kazırsın birkaç hayal
Oradaki ağaca
Belki güneş batıdan doğar da
Kavuşurum duygularıma

ADI OLMAYAN SUÇ

 Asya Kılcı

Kadın olmak mıydı benim tek suçum
Bu dünyaya
Kadın olarak gelmek miydi
Annemin karnından
Bir kız çocuğu olarak
Çıkmak mıydı benim tek suçum
Bunun için mi kopardınız beni hayattan
Yoksa bu dünyaya
Fazla mıydım ben
Daha gençliğimin baharındayken
Ne istediniz benden

 

HİKAYE İÇİNDE HİKAYE

 1. BİR HİKÂYE YAZAMAMAK

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, KAAN ERDOĞAN, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT, TUNAHAN CEYLAN

Dersin son dakikalarıydı. Herkes yorulmuştu ama dersten değil hem teneffüsteki şamatadan hem de önlerinde bulunan sayfalar dolusu sorulardan. Sorular sınavla ilgili değildi. Sorular anket sorularıydı ve şuna benziyordu:
-Aranızda çikolatalı gofret sevmeyen var mı?
Galiba yoktu. Kitaba başlamadan önce bir sponsora ihtiyacımız olduğunu da bildirmemiz gerekliydi lakin kime söyleyecektik bunu ya da kim bize sponsor olmak isterdi. 
Anket yormuştu bizi epey. Özellikle Ökten sekiz kişinin arasında anket sorularından en çok yorulanıydı. Bu satırlar yazılırken halen anketin sonuna gelememişti. Aslında Metin de biraz zorlanmıştı fakat güç bela teslim edebilmişti. Asya ve Zeynep bir ara daksille uğraşıyordu. Kim bilir hangi büyük yanlışlarını daksille kapatma ihtiyacı hissetmişlerdi. Sınıf, bunun farkında değildi. Miraç boşluğa dalmıştı. Uzaklara bakıyordu. Avusturya maçını düşünüyormuş. Belki Avusturyalılar da şu anda Miraç’ı düşünüyordu. 
Yaz olsun, dedi. Yaz olacak olan neydi? Başlayacakları hikâyenin mevsimiydi belki. Belki de 3. Dünya Savaşı’nın tarihini kararlaştırıyorlardı. Yaz, diye başlamıştı hikâye. Yazılıyordu söylenilen her şey. Yapışkan tuşlar açık mı sizde, diye sordu biri. Gözlüklü olan, geçen gün havaya uçtuğunu iddia ediyordu. Galiba 3. Dünya savaşında bir mermi olduğunu düşünüyordu. Bunları okuyanları düşündü bir başkası. Nasıl da yazmışlar, diye içinden geçirirdi kesinlikle bunları okuyanlar. 
Teneffüste kütüphanede bisküvi yiyerek pencereyi açan ve küçük çocuklara sataşıp pencereyi geri kapatanlar da var içimizde. O küçük çocuklar da camlara tıklatarak karşılık vermiş ama tüm bunların 3. Dünya savaşı ile bir alakası yok. Aslında savaş gibi şeyler olmamalı belki de küçük gıcıklıklar savaş yerine geçebilir. 


2. ACI İÇİNDE H/ACI

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT

Neyse ki anket işi bitmişti. Derin bir nefes almıştı herkes. Dışardan araç sesleri geliyordu. Ekim ayındalardı lakin yaz mevsimi hiç bitmemiş gibiydi. Derslere yoğunlaşmak çok zordu sıcak havalarda. Teneffüslerde koşup terledikten sonra sucuk kıvamında sınıflarda oturmak zordu. 
Hacı, o sene 11. sınıfa geçmişti. Bazen geriye dönüp düşündüğünde bu sınıfa kadar nasıl gelebildiğine kendisi de hayret ediyordu. Üstelik fen lisesindeydi. Gece gündüz ders çalışan arkadaşları bile girememişti bu okula. Ben girdim de ne oldu, diye düşünüyordu. Seneye bu okul da bitecekti ve sırada başka okullar vardı mutlaka. Bu esnada başka bir soru geldi zihnine. Neden 12. sınıftan sonra üniversite 13. sınıf, 14. sınıf diye devam etmiyordu? Belki de hayatımızın okulda geçtiğini fark ettirmemek için üniversitede yeniden sınıflar 1. Sınıf, 2. sınıf olarak devam ediyordu. Hacı’nın kafasında soru işaretleri devam ediyordu. Bir yılın kaç gününü, bir ayın kaç haftasını, bir günün kaç saatini okulda geçirdiğini hatırladı. Hayatın anlamı ne, diye sorulsa galiba cevap: Okulda geçen bir şey, şeklinde olurdu. Bir de sınavlar vardı. Bitmeyen, yeniden başlayan, ikincisi yapılan, denemelerle devam eden sınavlar, sınavlar… Okul bitince bile sınavlar devam ediyordu. Annesi, babası bile zaman zaman bazen sınavlara giriyorlardı. Hacı, yoruldu. Düşünmekten yoruldu. 
Yorulduğunu hatırlayınca örümceğini çağırdı Hacı. Kaç yıldır odasında bir örümcek besliyordu ve ailesi bunun farkında değildi. Hatta birkaç kez annesi odasını temizlerken örümceğine kıymasın diye onu cebinde okula götürmüştü. Örümceğine bir de isim vermişti: Ankebut. 
Ankebut, onunla konuşmuyordu fakat onu dinliyordu. Hacı, okuldan gelir gelmez tavandan onun yanına iniyordu. Aslında Hacı, Ankebut’u ilk gördüğünde ondan ürkmüş hatta onu öldürmeyi düşünmüştü. Sonra pencereden atmayı da düşünmüştü fakat seyrettiği bir film aklına gelmişti: Örümcek Adam. Belki de bu örümcek onun kaderiydi. Bir süre kendisini ısırması için bekledi fakat örümcek onu ısırmıyordu. Hacı, örümceği ısırmayı düşündü fakat bu da imkansızdı. Günlerce bekledi Hacı, hayatında bir değişiklik olmasını. Şu an yaşadığı hayatın sorumlusu biraz da Ankebut’tu. Nedense onun yüzünden hayallere kapılmıştı. Arkadaşlarından ayrılmıştı. Ankebut, onun kimselere söyleyemediği sırrıydı. Zaten ailesine ya da arkadaşlarına söylese bir örümcekle arkadaş olduğunu ihtimal bir süre sonra tedaviye götürürlerdi onu. Oysa hayatından memnundu. Öyle böyle derken iki samimi arkadaş olmuşlardı. Hayat, okul dışında fena sayılmazdı. 
Geride kalan üç yılda neler yaşamamıştı ki onunla. Birkaç kez okulda Ankebut sayesinde sınavlardan kurtulmuştu. Çantasından çıkarıp duvara bıraktığında tüm sınıf çığlık atarak kaçışmıştı. Hatta öğretmen bile sınıfa girememişti onu görünce. Herkesi sınıftan çıkarmış ve Ankebut’u çantasına yerleştirdikten sonra bir kahraman ilan edilmişti. 
Birkaç kez de pikniğe götürmüştü onu. Belki Ankebut’un akrabalarına rastlarım ve emaneti teslim ederim, diye düşünmüştü fakat Ankebut eşsiz bir örümcekti. Üzerinde rengarenk desenler vardı. Bir sanat eseri gibiydi gövdesi. İnsanlar neden ürküyordu ki ondan.
Ankebut, bu esnada çağrısını duymuştu Hacı’nın ve yanına inmişti. Daha önce hiç hissetmediği bir şey hissetti Hacı: Ya Ankebut kaybolur veya ölürse…
Bu düşünceden sonra içine bir acı çöktü Hacı’nın. Daha önce hiç yaşamadığı bir kaybetme korkusu git gide içinde büyüyordu. Ankebut’a sordu:
-Ya bir gün gidersen ya da birileri seni ezerse ben ne yaparım Ankebut kardeş.
Ankebut’tan ses gelmedi. Zaten hiç gelmemişti. Bir süre sonra bu düşünceleri zihninden attı. 
Günler, haftalar, aylar her zamanki hızıyla geçiyordu. Hacı, artık 12. Sınıfa geçmek üzereydi ve etrafındaki arkadaşları yine çıldırmış gibi ders çalışıyordu. Hacı, bu kez biraz endişeliydi. Fen lisesinde okuyordu okumasına fakat çalışmadan üniversite sınavında ne yapabilirdi ki? Galiba biraz toparlanması gerekiyordu. Sonuçta 12 senenin meyvesini alacağını söylüyordu öğretmenler. Oysa meyve manavda olurdu. 
Yine okuldan döndüğü bir gün Ankebut’a seslendi fakat Ankebut gelmedi. Bir süre sonra bir kez daha, bir kez daha seslendi. Ankebut yine yoktu. Belki de korktuğu şey başına gelmişti. Her yeri aradı. Bütün çekmecelere, yatağının altına, peteklerin arkasına baktı, nafile. Ankebut yoktu. Acaba kaçmış mıydı, saklanmış mıydı ya da bir yerlerde ölmüş müydü? 
Bütün odasını altüst etti. Bir yandan da kısık sesle bağırıyordu:
-Ankebuuut, dostum, arkadaşım, neredesin?
Önceleri Ankebut’un öldüğünü düşündü Hacı. Sonra annesinin süpürge ile çektirmiş olabileceğini düşündü. Böyle bir şey olsa annesi mutlaka söylerdi. Cesedi yoktu ortada. Cesedini bulsa bir saksının dibine mezar yapmayı bile düşündü. Senelerdir dertleştiği arkadaşı, ardında bıraktığı yalnız genci düşünmeden gitmişti işte. 
Köşelere baktı Hacı günlerce. Belki ondan bir iz, bir desen, bir ağ bulurum düşüncesiyle fakat yoktu. Ankebut’a dair saklayacağı bir hatıra bile kalmamıştı geride. 
Okullar tatil olmuş ve 12. sınıfa geçmişti. Ailesinin onun için aldığı üniversiteye hazırlık kitaplarını gördü masasında. Oturdu, kitaplardan birini açtı ve çalışmaya başladı. 

3. BİZCE TAMAM YA SİZCE

Anket yoktu, sınıfta iki kişi de eksikti. Oturdular ve acıklı bir hikaye yazdılar. Ön sırada oturanlardan biri:
-Bu hikaye burada bitmemeli, dedi. 
Bir diğeri:
-Artık çok geç, Ankebut Hakk’ın rahmetine kavuştu, dedi. 
Duvar dibinde oturan iki kız öğrenciden biri üzülüyor, diğeri ise tebessüm ediyordu. Ankebut’u düşünen üzülüyor, Hacı’yı düşünen tebessüm ediyordu belli ki. 

GİZEMLİ SESLER


Gamze Sena Kuyucu
Okula başlamadan önce aslında hiç aklımda bu tarz şeyler yoktu. Sıradan bir okul olduğunu düşünüyordum kasabamızdaki okulun. Çocukluğumdan beri bahçesinde oynadığım, etrafında gezindiğim bu okulun içinde bir de Z-Kütüphane vardı. Orasını da çok severdim ve eğlenceli bulurdum. 
Nihayet ben de bu okulun öğrencisi olmuştum artık. Üç katlıydı okulumuz ve ben üçüncü kattaki sınıflardan birindeydim. Ayrıca okulumuzun bodrum katı spor ve konferans salonu olarak kullanılıyordu. Bu katın bir kısmı da yemekhaneydi. 
Halk oyunlarına çocukluktan beri ilgim vardı ve okulumuzda halk oyunları kursu açılmıştı. Halk oyunları çalışmasını okulumuzun zemin bodrum katında yapıyorduk. Eğlenceli birkaç çalışmadan sonra öğretmenimizin gelmediği bir gün garip şeyler olmaya başladı. Her şey buradan sonra başlıyordu aslında. 
Arkadaşlarımızla kendi kendimize çalışırken okulun arka kapısının bulunduğu yerden garip bir ses gelmişti. Önceleri umursamadık fakat sesler git gide sıklaşıyordu ve artıyordu. Bu sesi galiba sadece biz duyuyorduk çünkü başkaları da duysa mutlaka tepki verirdi. Üstelik herkes dersteydi. Bu ses nereden geliyordu, kim çıkarıyordu? Korkulacak bir durum değildi ya da öyle düşünüyorduk. Kocaman, kalabalık bir okuldu burası ve herkes derste, sınıfındaydı. 
Halk oyunları çalışmasını bırakarak sesin geldiği yöne doğru gitmeye karar verdik. Burası, öğretmenlerimizin bize yasakladığı alandı. Merakımıza yenilerek o tarafa doğru gitmeye karar verdik. Madem öğrencinin girmesi yasaktı buraya, o halde sesleri kim çıkarıyordu? Sorular, sorular, sorular… 
Zemin katın merdivenlerinden bir gölge gibi hızla ilerledik ve kameraların göremediği kör noktadan seslerin geldiği yöne doğru sessizce ilerledik. Kalbimiz ağzımıza gelmiş gibiydi. Yaptığımız belki iyi bir şey değildi fakat bizi kendisine çeken bir şeyler vardı. Her yere baktık fakat ses çıkarabilecek bir şeyler, kimseler yoktu. 
Üstelik okulumuzun arkasındaki yıkılmış, terk edilmiş evleri ilk kez bu kadar yakından görüyorduk. Hayalet bir kasaba gibiydi burası. Kimler yaşamıştı, neden terk etmişlerdi, sahipleri acaba neler yaşamıştı? Soruların ardı arkası gelmiyordu. Evler, hep birbirine benziyordu ve sıra halindeydi. Kafamızdaki soruların cevaplarını verebilecek kimse yoktu. Artık derslere, sınıfa dönüş vaktiydi. 
Akşam olduğunda yaşadıklarımızı aileme anlatıp anlatmamakta önce endişe duydum fakat anlatmam gerekiyordu. Yemekten sonra anneme konuşmamız gerektiğini söyledim. Annemin rengi değişmişti. Korkmuş görünüyordu ama meseleyi ona anlatınca yüzündeki gerginlik silindi. Tebessüm etmeye başladı ve şöyle dedi:
-Bu yaşadığınız şeyler senelerdir ara sıra anlatılır kasabada ama kimse önemsemez. Evlerin niçin terk edildiğine dair kimsenin bir fikri yok fakat okulun bulunduğu yerin daha önceden mezarlık olduğu söylenir. Bu söylenti de zaman zaman senin anlattığına benzer olayların yaşanmasıyla ilgili olabilir. 
Aslında korkunç bir şeydi bu fakat annem öyle doğal ve içten anlatmıştı ki tüm endişelerim silinmişti. Ben de tebessüm etmeye başladım. 
Ertesi gün arkadaşlarıma bu konuyu anlatmayı düşünüyordum fakat onlar da ailelerinden aynı hikâyeyi duymuşlardı. Şimdi halk oyunlarına devam etmek vaktiydi. 

BİTMEYEN SAVAŞ

 

Elif Serra Yıldırım

Dünya kuruldu ve başladı savaşlar
Hep vardı büyük kavgalar
Habil ve Kabil’den beri 

İnsanlar oturup düşünmek yerine barışı
Tercih ettiler savaşı
Düşünmediler kardeşçe yaşamayı
Unuttular güvercinlerin cıvıltısını
Çiçeklerin kokusunu
Unuttular kardeşliğin coşkusunu

Kin, nefret, gözyaşı
Yüzyıllarca sardı dünyayı
Bununla da kalmadılar 
Savaş aletleri icat ettiler 
Daha çok insan öldürmek için
Üzerine insan kardeşlerinin
Bombalar dökmek için

Oysa kimseye kalmayan bir yüzü var dünyanın
Kimseye kalmayan büyülü bir servet
Dünyaya sahip olmak isteği

Kardeşçe yaşamak varken bu dünyada
Bunca kin, öfke, gözyaşı
Düşünüyorum niye
Niye
Niye



SONSUZ AYDINLIK

Ekin Akçay

Ne tuhaf şey bu gözlük dedikleri. Gözlükleri sadece gözü bozuk olanlar mı takar? Bence hayır, güneş gözlüğü gözlük değil mi? Yüzücüler, keskin nişancılar gözlük takmıyor mu? Gözlük, çoğu zaman hayatı kolaylaştıran, sağlığı koruyan bir aksesuar olarak da günlük hayatımızda yer alıyor. 
Aslında gözlük, insanlar için bakış açısını değiştiren, insanın farklı dünyaları görmesini sağlayan bir aygıt. Mesela güneş gözlüğü… Güneş gözlüğünden baktığımızda etrafımız başka, gözlüksüz baktığımızda başkadır. Gözlük, beynimizin algısını değiştirmeye yeten bir pencere. Hayat boyu gözlük takmaya mahkûm olanlar da var. Gözlük takmayanlar belki gözlükle yaşamak zorunda kalanlara göre daha şanslı, bilemeyiz. Belki de memnun çoğu insan taktığı gözlükten, gözlük numaralarından. Zaten gözlüğünü beğenmeyen de lens takıyor günümüzde. Renkli lensler de var, göz rengini beğenmeyenler için ama konumuz bu değil. Konumuz sadece gözlük. 
Gözlük ilk kez hangi çağda kullanılmaya başlandı. İlk kez gözlük takan kimdi? Gözlük takmaya acaba süs olarak mı ihtiyaç duydu yoksa gerçekten gözlerinde sorun mu vardı? Gözlüğün tarihi galiba henüz yazılmadı fakat ihtiyaç var böyle bir çalışmaya. 
Büyük ihtimalle ilk gözlükten sonra gelişti sualtı gözlüğü, güneş gözlüğü ve diğerleri. Belki de ilk gözlük astronotlar tarafından kullanıldı. Bu soruların hepsinin cevabına ulaşmak mümkün asılında fakat ben gözlüğün bendeki yerinden, çağrışımlarından memnunum ve bunlardan bahsetmeye devam edeceğim. 
Gözlüklü bir arkadaş mesela ya da gözlüklü bir nine, dede… Bunlar hayatın güzel manzaraları. Düşünün bir kere, gözlük olmasa yaşlı insanlar hayatlarına nasıl devam edebilir. Bir nine nasıl örgü örebilir. Bir öğrenci nasıl tahtayı görebilir. 
Gözlüğü icat eden her kim ise tarihe adını büyük harflerle yazmak gerek. Tamam Edison ampulü bulmuş olabilir ama gözlüğü icat eden kişi da az insanın dünyasını aydınlatmadı ve aydınlatmaya devam ediyor. Üstelik yalnızca gecelerini değil insanların gündüzlerini de aydınlatıyor.