16 Şubat 2024 Cuma

AYNA

Üner Taha Aydemir

Kendini bildi bileli aynı sorunu yaşıyordu. Okulda, evde, sokakta, otobüste sanki kendisini yokmuş gibi hissediyordu. Yabancıydı yaşadığı dünyada, yaşadığı dünyaya yabancıydı. Aslında karışmak istiyordu hayatın kılcal damarlarına. Herkes gibi birileriyle irtibatta olmak istiyordu. Akşamın bir vakti bir arkadaşı arasın, dışarıya çağırsın istiyordu. Okuluna gittiğinde tebessümle karşılansın ve “nasılsın” diye sorulsun istiyordu. Öğretmenleri tarafından çağırılsın, geleceğe dair planları, hedefleri sorulsun istiyordu. Çok şey istiyordu, bekliyordu ancak etrafındaki herkes ona hep “yok”muş gibi davranıyordu. Okulun çiçeklerini, ağaçlarını bile düzenli aralıklarla suluyorlardı, çerçeveleri siliyorlardı. Eşya kadar bile görünür değildi hiçbir yerde.

Artık kendisinin görünmez olduğu hissine kapılıyordu ara sıra. Yanından geçtiği kuşlar ve kediler bile ürkmüyordu. Oysa başka çocuklardan kuşlar ve bazı kediler ürküyordu. Okula başlayıncaya kadar bu durumun çok farkında değildi. Okula başladığında dikkatini çekmeye başlamıştı varlığı ile yokluğunun farkının olmaması. Kendince testler bile yaptı “yokluğum fark ediliyor mu?” diye. Okulu aksattı bazı günler ama tekrar okula döndüğünde kimse “neredeydin” diye sormadı. “Nasılsın” diye zaten soran yoktu.

En yüksek notları alıyordu derslerden. Sınavlarda en iyi netleri yapıyordu ancak kendisinden daha geride olan öğrenciler bile övülürken kendisine dair kimse bir yorum yapmıyordu. İlk kez gittiği yerlerde önce ona dikkatlice bakıyorlar, hareketlerini izliyorlar sonra orda da “yok”muş gibi davranıyorlardı. Küçük çocuklar büyüklere göre sanki biraz daha bu konuda iyiydi. Her ne kadar bazıları onu gördüğünde ağlıyorsa da en azından “var” olduğunu kabul etmiş oluyorlardı bu hareketleriyle. Bazen de uzun uzun süzüyorlar, garip garip bakıyorlardı.

Hayatın içinde olup da yok sayılmak, görmezden gelinmek artık onda yaşamadığı, görünmez olduğu gibi garip hisler uyandırıyordu. Yaşıyor muydu? Belki… Var mıydı bu dünyada? Bilemiyordu.

Bu hislerin sürekli içinde olmak hayatı katlanılmaz kılmıştı. O gün de yine “yok” gibiydi herkes için. Okuldan çıktı, evine döndü. Hiçbir şey yapmak istemiyordu. Sadece insanları anlamak istiyordu. Neden kendisine karşı “öteki” gibi davrandıklarını merak ediyordu. Aslında “öteki”nin bile yeri vardı dünyada. “Var”lığından kendisi de şüphe duymaya başladı. Var mıydı?.. Bu eller, bu ayaklar kimindi eğer var değilse. Kendisini zora sokan bu beyin kimindi? Vardı, buna inanıyordu. Belki de diğer insanlar yoktu. Zihninde kara bulutlar dolaşıyor, şüpheler ve soru işaretleri peş peşe geliyordu.

Var mıydı dünyada? Vardı… Kendisini de inandırmak için aynaya bakmak istedi. Yürüdü ve salondaki aynanın önünde durdu. Aynadan kendisine bakan bir siyahiydi.

15 Şubat 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ

 Umut Bulut, Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

1. Bölüm

Evvel zaman içinde değildi olanlar ama hangi zamanda olduğu da belirsizdi. Develer de yoktu o zaman insanların yanında ve pireler de yalnızca kedilerin, köpeklerin üzerindeydi.

Kocaman okyanusta kocaman bir gemi durmadan ilerliyordu. Kocaman yelkenleri vardı geminin. İçinde pek çok insan vardı. Nereye gidiyordu bu insanlar, nereden geliyordu? Belirsizdi. Okyanus hangisiydi, belirsizdi. Günler öncesinden başlamıştı yolculuk ve yaklaşık bir hafta sonra hedeflenen rotaya ulaşılacağını söylüyordu geminin kaptanı. Geminin kaptanı mavi sakallıydı. Geminin kaptanının saçları onu terk etmişti ama omzunda onu terk etmeyen kocaman siyah bir papağanı vardı. Geminin kaptanından korkuyordu tayfalar.

Kocaman okyanusta, kocaman geminin içinde küçücük bir yolcu vardı kimsesi olmayan. Nereye gidiyordu kimsenin tanımadığı bu yolcu, belirsizdi. Gemiye bindiği gün tayfalardan biri ona “Miço” diye seslenmişti ve o günden beri adı Miço’ydu. Mavi sakalları yoktu ama onu terk etmeyen uzun mavi saçları vardı. Çok yalnızlık çekiyordu Miço ve uzaktan uzağa kaptanın siyah papağanı ile bakışıyordu çoğu zaman. Onu bir yerlerden tanıyor gibiydi.

Yolculuk çok sıkıcı geçiyordu. Hafif rüzgar da olmasa gemi sanki hiç hareket etmeyecek gibiydi. Birden gemi hızlandı, gökyüzü kızıl ve koyu mavi bulutlarla kaplandı. Mavi sakallı kaptanı bir telaş aldı. Bağırarak emir yağdırıyordu tayfasına. Yolcular da telaşlanmıştı. Miço her zamanki gibi sakindi. Rüzgar şiddetini artırmıştı, üstelik yağmur da başlamıştı ve gemi artık kontrolden çıkmış gibi rüzgarın elinde o yana, bu yana savrulup duruyordu. Yolculardan bir kısmı bağırıyor bir kısmı sessiz sessiz dua ediyordu.

Sonunda büyük bir dalga geldi ve gemiyi sulara gömmeyi başardı. Yolcular, kaptan, tayfa hepsi gemiyle birlikte mavi dalgaların altında sürükleniyordu. Miço tam dalga geldiğinde gözlerini kapatmıştı. Tekrar gözlerini açtığında mavi derinliğe doğru indiğini gördü. Etrafında insanlar aşağı doğru iniyordu. Yukarı çıkmaya çalıştı ancak o da aşağı doğru iniyordu. Hiç başlamamış hayat hikayesi burada bitecek gibiydi. O sırada bir kendisini iten bir güç hissetti. Bir yunus balığı Miço’ya yardım etmek istiyor gibiydi. Sonra bir yunus balığı daha, bir yunus balığı daha… Miço onların arasında suyun yüzüne doğru ulaştı. Rüzgar ve yağmur devam ediyordu ama yunuslar sayesinde suyun üzerinde kalabiliyordu. Dakikalarca direndi, sonunda kolları yorgun düşmüştü. Gözlerini kapattı…

Miço kendine geldiğinde sapsarı kumlardan oluşan sahildeydi. Yuttuğu su halen midesindeydi. Üstü başı ıslak ve yıpranmıştı. Robinson’u hatırladı. Issız bir adaya düşen o meşhur kahramanı. Onun kadar bahtsız olamazdı. Kocaman gemide kocaman insanlar vardı. Hele o mavi sakallı kaptan mutlaka kurtulmuş olmalıydı. Tayfalar daha önce de yaşamış olmalıydı bu tür olaylar ve kurtulmuş olmalılardı. Sağa sola baktı, kimsecikler yoktu. Okyanus durgundu ve güneş yeniden açmıştı.

Karnı acıkmıştı ve sopa yemiş gibiydi. Yerinden kalkacak gücü yoktu. Sürünerek sahilden uzaklaştı, ilerdeki ağaçların gölgesine sığındı. Ağaçlardaki meyveler dikkatini çekmişti ama uzanıp alabilecek gücü yoktu. O sırada başının üzerinde kocaman bir gölge hissetti. Yukarıya doğru baktığında kaptanın siyah papağanını gördü. Papağan, ağaçlardan birinden birkaç meyve kopararak Miço’nun yanına düşmesini sağladı. Miço biraz meyve yedikten sonra kendisine geldi. Papağan ağaçta onu bekliyor gibiydi. Miço yukarıya doğru bakarak:

-Teşekkür ederim, dedi. Akbabayı andıran bu papağanı bir yerden tanıyordu. Papağan da onu tanıyor olmalıydı ki yardım etmişti. Miço, toparlanarak ada olduğunu düşündüğü bu yeri keşfe başladı. Papağan da kurtulduğuna göre mutlaka adada başka kurtulanlar da vardı. Kaptan yakınlarda olmalıydı. Çok büyük bir ada değildi burası. Yarım saat kadar yürüdükten sonra adanın en yüksek yerine ulaşmıştı. Buradan her yer görünüyordu ancak ada sessizdi. Belki ağaçların bulunduğu yerdedir kurtulanlar diye ümitlendi.

Tekrardan sahile yakın bir yere indi. Siyah papağan da yukardan onu takip ediyordu. Miço cılız sesiyle sağa sola seslendi:

-Kimse yok muu? Miço bağırınca kuşlar susuyor, sesini kesince yeniden başlıyorlardı ötüşmeye. Kimse yok gibiydi. Aklına ateş yakmak geldi. Belki kurtulanlar varsa dumanı görür ve gelirler diye düşündü. Ateşi nasıl yakacağını biliyordu. Kuru ağaçları birbirine sürtmesi gerekiyordu. Kuru dallar, otlar buldu ve ağaçları birbirine sürtmeye başladı. Kolay olmayacaktı bu iş. Ağaçlar ısınmıştı ama yanacak gibi değildi. Kan ter içinde kalmıştı ki nihayet hafif duman çıkmaya başladı. Dumanı gören papağan Miço’nun çalışma alanına yaklaşarak kanat çırpmaya başladı ve nihayet ateş yandı. Miço, ateşi kısa sürede besledi ve dumanların her yerden görünmesini sağladı. Dumanı görenler nasıl olsa gelirdi yanına. Ateş, onu vahşi hayvanlardan da korurdu, güvendeydi. Akşam yaklaşmıştı. Kendisine ağaç dallarından yatacak bir yer hazırladı. Biraz daha meyve yedi. Daha önce de yalnız yaşıyordu, kimsesi yoktu fakat hiç korkmamıştı. İlk defa bir akşam vakti onun için ürkütücü geliyordu. Ağaçların olduğu yerden garip sesler arada bir yükseliyordu. Bu adada yaşayan başka birileri de vardı belki. Yırtıcı hayvanlar da olabilirdi. Ya yamyamların yaşadığı bir adaysa burası? Robinson yeniden aklına geldi. Kendisine barınak yapması gerekliydi eğer burada uzun süre kalacaksa. Kötü şeyler düşünmek istemiyordu. Yorgundu, yalnızdı. Başını yukarıya kaldırdı, papağan yine oradaydı. Bu papağanı bir yerden tanıyordu ama nereden? Yıldızlara doğru kaydı gözü. Okyanus durgundu. Akşamın karanlığında ateşin kenarında uykuya daldı.

Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Ateş sönmek üzereydi, hemen ateşi besledi. Acıkmıştı. Meyve yemek istemiyordu ama başka seçenek de yok gibiydi. Sahil kenarında yürümeye başladı. Az ilerde ıslanmış, kocaman deri bir çanta vardı. Sevinçle koştu çantaya doğru. Kenara güçlükle sürükledi. İçini açtığında önce bir hayal kırıklığı yaşadı. Çantanın içinde onlarca takma sakal vardı ve hepsi maviydi. Islanmışlardı ve çantanın içi masmavi olmuştu. Çantanın aşağısına doğru elini attığında teneke kutular olduğunu anladı. Çantayı güçlükle ters çevirdi ve içindekiler döküldü. Bir miktar konserve, bir balta, kalın halatlar ve çürümüş meyveler vardı. Konserveleri ve baltayı aldı, halatları da boynundan aşırdı ve ormana doğru yürümeye başladı. Çürük meyveleri papağan yemeye çalışıyordu ki takma mavi sakalları görünce üzüldü. Tepesinde papağanı görmeyen Miço geri döndü ve papağana:

-Gidelim dostum, dedi. Bu esnada Miço beklemediği bir şey duydu:

-Gidelim…

DEVAM EDECEK

ALBATROS

Metehan Ersoy

Bir albatros kuşunun inişi gibi gökyüzünden

İniyorum bazen dünyaya

Acemi ve unutmuş her şeyi

 

Bir albatros kuşu için neyse gökyüzü

Benim için de o

Hayatın ve hayalin ülkesi

 

 Bir kuş olsaydım dünyada

Albatros olmak isterdim galiba

Uzak okyanuslarda

TATİL

 

    Güzel bir tatile çıkmayalı seneler olmuştu. Hep iş, hep çalışma, toplantı, proje… Yaşamak için vakit kalmıyor gibiydi. Mevsimler gelip geçiyor ama o mevsimlerin dışında yaşıyordu hayatı. Geçen sadece mevsimler değil, gençliğiydi. Okula başladığından beri böyleydi bu. İlk zamanlar tatil için fırsat buluyordu ama son yıllarda başını kaşıyacak vakti kalmamıştı. Zaten başında da çok az saç kalmıştı. Nihayet bugün izine ayrılmıştı ve tatil planları yapabilecekti. Gitmediği o kadar yer vardı ki… Karar vermek zordu. Bir aylık tatil… Bir ay hayatın tüm karmaşasından uzak günler… Düşünmesi bile kendisini rahatlatıyor, heyecan veriyordu ona. Bilgisayarından kalkıyor telefonu eline alıyor, onları bırakıyor televizyondaki tur reklamlarına odaklanıyordu. Gitmediği o kadar yer vardı ki… Karar vermek zordu. En azından kafasında bir şeyler oluşmuştu. Sabah devam ederim, diye düşündü. Kararını verir vermez de yola çıkacaktı.

    Normalde başını yastığa koyar koymaz uyur, rüya görmeden uyanırdı. Ancak bu gece zordu uyuması. Sırtından dağ gibi yükün indiğini hissediyordu. Sağa sola döndü, kalktı bir şeyler içti. Tekrar yattı ve tatlı bir uykunun kollarına kendisini teslim etti. Bebek gibi mışıl mışıl uyuyordu. Uyurken bazen tebessüm ediyordu. İhtimal güzel bir rüya görüyordu.

    Sabah uyandığında güneş doğmuştu. Telefonunu eline aldı, ne arayan vardı ne de mesaj. Demek ki tüm iş arkadaşları kendi aralarında anlaşmış ve rahatsız etmek istemiyorlardı. Kahvaltısını yapıp kararını vermek için bilgisayarını açtı. Bilgisayar ekranı biraz karanlık gelmişti kendisine. Baktı, şarj almıyordu. Fişi çıkardı, kabloda sorun var diye düşündü. Zaten bu ikinci kabloydu. Daha önce de bozulmuştu kablosu bilgisayarının. Heyecanla dün akşam araştırdığı sayfalar yeniden bakmak istedi ama o anda internetin olmadığını fark etti. Evin elektriği kesilmiş, diye düşündü. Sigortalara baktı, hepsi yerindeydi. Dış kapıyı açarak asansöre baktı. Işık yanmıyordu. Demek ki genel bir elektrik kesintisi var diye aklından geçirdi. İşini telefondan tamamlamaya niyetlendi fakat telefonda da şebekenin olmadığını görünce hayli morali bozuldu. Zaten tatil için eşya filan götürmeyi düşünmüyordu. Kişisel eşyalarının bulunduğu el çantası yeterdi. İhtiyaç duyduğu şeyleri satın alırdı gerekirse.

    Çantasını yanına alarak merdivenlerden yürüyerek binanın dışına çıktı. İlginçti, yollarda hiç araç yoktu. Marketlerde bir sessizlik ve tenhalık hakimdi. Biraz ilerde trafik lambaları gözüne çarptı onlar da yanmıyordu. Çarşıya kadar yürümek zorundaydı. Yürüdü. Bir internet kafede yarım kalan işini tamamlamak istedi ama tüm dükkanlarda elektrik yoktu. Tüm şehirde elektrik yoktu. Daha da garip olan şey araçlar da bulundukları yerde ceset gibi duruyordu. Bisikletler dışında hareket eden araç yoktu.

    İnsanlar garip bir suskunluk içindeydi ve bazı yerlerde küçük insan grupları kendi aralarında konuşuyorlardı. Ne haber dinleyecek televizyon ne de radyo vardı çalışan. Gruplardan birinin yanından geçerken adımlarını yavaşlattı. Şöyle diyordu çokbilmiş bir eda ile sakallı ve fötr şapkalı adam:

    -Dünya işte eski günlerine döndü. Elektrikli hiçbir şey çalışmıyor, motorlar çalışmıyor. Ben bunu aylar öncesinden söylemiştim. Onu dinleyenlerden biri şaşkın şaşkın:

    -Aaa, öyle mi? Peki neden oldu bunlar, diye sordu. Çokbilmiş adam daha da çokbilmiş bir eda ile:

    -Güneş patlamalarının böyle bir felakete yol açabileceğini bilim adamları söylemişti. Ben de çok araştırdım ve bu ihtimali düşünerek sürekli mum, pil, batarya yedekledim. Şimdi aylarca bana yetecek malzemem var, diyordu.

    Konuşulanları işitince canı sıkıldı. Bu belki de rüyaydı. Tatile çıkacağı zamanı mı bulmuştu bu felaket günleri. İş yerindeki arkadaşları da ister istemez tatile başlamışlardı şimdi çünkü elektriğin olmadığı, iletişimin olmadığı bir iş yerinde ne yapacaklardı ki?

    Başı döndü. Oturacak bir yerler aradı ve boş bir banka gidip oturdu. İnsanlara baktı, ağaçlara, gökyüzüne. Acaba bütün dünya mı etkilenmişti bu güneş patlamalarından yoksa sadece yaşadığı şehir mi? Belki de diğer şehirlerde hayat normal olarak devam ediyordu. Fakat nasıl gidecekti diğer şehirlere ya da nasıl onlardan haber alacaktı?

    Oturduğu yerde bir acı hissetti. Önünde bir masa vardı. Oysa banka oturmuştu. Etrafta kimse yoktu. Masadaki bardağa elini uzattı ve bir yudum su aldı. Tekrar yürümeye başladı. İnsanlar halen sakindi. Eve gitmek, uyumak istiyordu. Çantasını yola fırlatarak evine doğru koşmaya başladı. Kalbi duracak gibi atıyordu, kan ter içinde kalmıştı. Merdivenleri de koşarak çıktı. Evine geldi ve yatağına uzandı. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Hiçbir şey yapmak istemiyordu.

    Bir süre sonra uyandı. Ter içindeydi. Salona doğru yürüdü, televizyon açıktı. Üstelik tur reklamları dönüyordu televizyonda. Çalışma odasına gittiğinde bilgisayarı bataryasının son dakikalarını kullanıyordu ve fişi çekilmişti. Telefonuna baktı, mesajlar ve aramalarla doluydu. Mutfağa geçti, masanın kenarına oturdu. Boş bardağa baktı. Su almak için kalktığında bir acı hissetti dizinde. Tıpkı daha önce hissettiği gibi bir acıydı.

    Tekrar solana geçti. Haberler başlamıştı. Çokbilmiş, gözlüklü ve fötr şapkalı bir adam konuşuyordu. Bu adamı tanımıştı ama nereden tanıyordu? Sesini bile hatırlıyordu adamın, şöyle diyordu:

    -Güneş patlamaları bir felakete yol açabilir. Vatandaşlarımıza pil, mum ve batarya stoklamalarını öneriyorum.

    Yıllardır rüya görmemişti. Rüya ile gerçeği karıştıracak kadar uzaklaşmıştı rüyalardan. Evet evet, çok çalışmış, yorulmuş ve bünyesi zayıf düşmüştü. Artık bir an önce yer, şehir, ülke seçmeden tatile koşmalıydı.

14 Şubat 2024 Çarşamba

DEVLERİN MAÇINDA BİR ÇOCUK

     Aydın Çınar Yıldırım

    Hafta sonunu dört gözle beklemişti çünkü hayatında ilk kez bir maça gidecekti. Galatasaray ve Fenerbahçe maçıydı üstelik bu. Kendini bildi bileli futbola ilgisi vardı ve Galatasaray’ın fanatiğiydi. Niçin Galatasaray’ı seçmişti takımlar arasından bilmiyordu. Belki de babası Galatasaraylı olduğu için başka hiçbir takıma sıcak bakmamış, Galatasaray formalarıyla büyümüştü. İşte ilk kez bir maçı canlı olarak izleyecek, kalbinde yer tutmuş olan bir takımın futbolcuları ile aynı havayı teneffüs edecekti.
Maç akşamüzeriydi ve akşam gelmek bilmiyordu. Galatasaray formasını giyinmiş, atkısını boynuna dolamış, eline de bayraklar almıştı. Akşama kadar maçta yapacağı tezahüratları prova etti. Komşular rahatsız olur ya da başka takımlı olabilirler diye düşünmeden avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
    -Re re re, ra ra ra, Galatasaray Galatasaray Cimbom bom. Galatasaray varken zaten başka takımı tutanlar bu sözlerden rahatsız oluyorlarsa kendi sorunlarıydı.
    Akşam yaklaştı ve şehrin kenarındaki stadyuma gitmek üzere babasıyla yola çıktı. Bütün şehir adeta stadyum tarafına akıyordu. Yolda bazen önüne Fenerbahçe bayrağı ve formasıyla insanlar çıkıyordu. Onları görünce bir an yenilme korkusu da aklına geliyordu. Galatasaray yenilmezdi gerçi ama bazen hakemler taraf tutuyordu. Yoksa Fenerbahçe, Galatasaray için minik bir kanaryaydı. Stadyuma yaklaştıklarında acıktığını hissetti. Zaten iki saat kadar da maç sürecekti, aç karnına tezahürat yapamazdı. Babasıyla yakında bir yerlerde yemek yediler. Maçın başlamasına yarım saat kalmıştı ve stadyuma girmeyi başardılar. Stadyum, tahmin ettiğinden çok büyük bir yerdi ve insanların gürültüleri karşısında biraz ürkmüştü. Ekran başında çoğu zaman bu gürültüyü duymuyordu. İnsanların sakince maç izlediğini arada bir tezahürat yaptıklarını zannediyordu fakat burada bağıran çağıran, şarkı söyleyen, kaba sözler konuşan insanlar onu ürkütmüştü. Babasının elini sıkı sıkıya tuttu ve kendilerine maç izlemek için bir yer buldular.
    Maç yarıya gelmişti ama boyu küçük olduğu için sürekli oturup kalkan, bağıran insanlardan sahayı göremiyordu. Bazen uğultu oluyor, gol beklentileri tezahüratlara yansıyordu. Gürültünün içinde güçlükle babasına maçı izleyemediğini anlatmaya çalıştı ama babası dönüp yüzüne bakmıyordu bile, gözleri hep sahadaydı. Halen gol haberi de yoktu. Evde olsaydı, ekran başında olsaydı Galatasaray çoktan gol atmıştı. Belki de izleyemediği için maçı, halen gol yoktu. Babasına tribünün biraz aşağısına inmek istediğini söyledi. Babası, gözlerini sahadan ayırmadan onay verdi. Usul usul, düşmemeye gayret ederek beş altı sıra aşağıya indi. Artık sahayı görebiliyordu. Oturacak yer bulamamıştı.
    Dakikaların nasıl geçtiğinin farkında değildi. Maç da sıkıcıydı zaten. Bir hafta boyunca beklediğine değmemişti hiç. Golsüz maçın son dakikalarıydı. İnsanlar stattan yavaş yavaş ayrılıyorlardı. Zaten çok bile kalmışlardı. Geriye dönerek babasını aradı gözleri ama göremedi. Biraz yukarıya çıkıp yine baktı, iyice baktı… Babası görünürde yoktu. İnsanlar birbirlerini iterek çıkışa doğru ilerlemeye devam ediyordu. Çıkış noktasındaki kuyruğa baktı babasını görmek ümidiyle. Babası, kendisini bırakıp da gitmezdi ki maçın ortasında. Mutlaka şimdi babası da kendisini arıyordu. Herkes birbirine benzeyen formalar ve atkılarla gelmişti. O yüzden bu kalabalıkta birilerini ayırt etmek zordu. Babası, yakınında yürüyen bir çocuğun oğlu olduğu düşüncesiyle bir yandan sahaya bakıyor, bir yandan çıkışa ilerliyordu. Maç bu esnada bitti.
    Tribünlerde yapayalnız kalmıştı. Gözleri doldu. Telefonu yanında olsa babasını arardı ama telefonu da yoktu. Belki birilerinden rica eder, babamı ararım diye düşünürken omzunun üzerinde bir el hissetti:
    -Mehmet, maç izlemeye mi geldin? Hayli sıkıcıydı, bilsem gelmezdim bende… Ses tanıdık gelmişti. Geriye dönünce sosyal bilgiler öğretmenini gördü karşısında. Şaşırdı ve sevindi. Ali öğretmen de kendisi gibi fanatik Galatasaraylıydı.
    -Tek başına gelmiş olamazsın değil mi Mehmet, baban nerede diye sordu öğretmen. Mehmet biraz da üzgün:
    -Babamı kaybettim öğretmenim. Tam üzülüyordum ki siz geldiniz, dedi.
    -Dışarıya çıkalım, ararız babanı, dedi öğretmen.
    Bir yandan yine gözleriyle babasını arayarak dışarıya çıktılar. Dışarıda, kapının hemen kenarında babasını gördü Mehmet. Babası hiç üzgün görünmüyordu. Oysa kendisi üzgündü. Hatta gülümsüyordu. Öğretmeni ile babasının yanına ulaştığında babası elleriyle arkada sakladığı formayı uzattı gülerek:
    -En sevdiğin futbolcunun imzalı maç forması Mehmet, bunu senin için aldım, dedi. Mehmet bütün üzüntüsünü unuttu. Babası, Mehmet’in bir şekilde kendisini bulacağını biliyordu zaten o yüzden hiç telaş etmemişti.

13 Şubat 2024 Salı

İYİ Kİ...

Zeynep Elif Kargı

Sen yanımda olmayınca

Bir eksiklik oluyor dünyamda

Senin varlığın

Öz güven sebebim biraz da

 

Rüyalarımda sana gerek yok

Uykularımda da

Ama dünyada

Sensiz olmuyor

İyi ki varsın gözlüğüm

SÖZLERİN SAVAŞI

    Ezgi Budak


    Sözcükler kar taneleri gibi dökülüyor ağzımdan. Az daha ayarını kaçırırsam donmaya yüz tutmuş “minik beyaz lekeler” bazen düştüğü yeri bile sarsacakmış gibi sert ve soğuklar.
Yalnızca yumruk değildir şiddet. Fiziksel olarak açtığın yaralar elbet bir gün kapanır ancak insanların zihniyle oynamak farklı. Kapanmayacak derin yaralar.
    Şakır şakır silah üretiyor insanlık. Tıpkı dünyayı tanımadan “yeni ufuklar” keşfetmek gibi. Ellerindeki en büyük silahların farkında olmayan insanlık. Ne denli donatmazsınız çocukları eğitimle, neden bilinçsiz kalırlar savaşlara karşı?
    Böyle oluyor işte “yolda kalmak için şeytanlarımızla savaşıyoruz.” Gerçi o şeytanlar eğitimsiz kalan çocuklara tekabül ediyor. Umursamaz yetişkinlerin eseri olanlar da ve ilerde büyüdükleri en azından büyük insan oldukları zaman –tabi öyle bir zaman olursa- o umursamazlığı yanlarında getiriyorlar. En sonunda ise “yıkılışını izlemek için saraylar yapıyorlar.” Altında binlerce insan kalırken yalnızca izliyorlar. Ama işte konu yine sözlere dönüyor. O umursamazlığı küçük çocuklar seçmemişti ki. Onlar birer boş beyaz kağıt gibiydiler. Sözler yordamıyla oynanmıştı onlarla. Yani sonuç olarak kırdığını, yıprattığını tekrar karşında aynı şekilde bulmayı bekleyemezsin. Ve eğer böyle gitmeye devam ederse biz de sürekli soyut bir şekilde andığımız dünyayı aynı şekilde bulamayabiliriz.

SÜT

 Ahmet Kerem Şahin, Elvin Erva Koçyiğit, Zeynep Elif Kargı

 
    Yine bir pazartesiydi. Beş gündür beklediği cumartesi ve Pazar göz açıp kapayıncaya kadar geride kalmıştı. Nasıl oluyordu, anlamıyordu. Sanki birileri cumartesi ve pazar günleri saati hızlandırıyordu. Altı senedir aynı şeyleri yaşıyordu. Kısacık bir yaz tatili, hiç yokmuş gibi ara tatiller… Millî ve dinî bayramlarda da tatil olduğunu söylüyorlardı ama o, hiç hatırlamıyordu bu günlerde tatil yaptığını. Hayat çok sıkıcıydı. Günün en güzel dakikaları yollarda, en güzel saatleri okulda geçiyordu. Aslında geçen çocukluğuydu.
    Yine bir pazartesiydi ve uykusunu alamadan yine okul yoluna düşmüştü. Kahvaltı yerine süt içmişti. Zaten süt ve peynir dışındaki yiyeceklere çok ilgisi yoktu. Yol sanki kısalmış gibiydi. Adımları adeta birbirine dolaşıyordu. Okula yaklaştığında bir sokak kedisinin kendisine kızgın kızgın baktığını gördü. Kedi aniden üzerine atıldı ve kolunda küçük bir tırmık izi bıraktı. Nereden çıkmıştı bu kedi şimdi sabahın bu saatinde? Tuhaf, dedi içinden. Çok tuhaf…
    Okul bahçesinden hızla içeri girdi, arkadaşları sıra olmuşlar, İstiklal Marşı söylenmek üzereydi. Öğretmenler de bayrak yanındaki yerlerini almışlar, kendi aralarında konuşuyorlardı. Tören alanındaki sırasına girer girmez arkadaşları gülüşmeye, kendisine sevgi gösterisinde bulunmaya başlamışlardı. Şaşkındı. İstiklal Marşı bitti ve öğrenciler sınıflarına geçmeye başladılar. Sıradan ayrılmadan arkadaşlarıyla beraber okul girişine gelmişti ki öğretmenlerden biri ensesinden tutarak kenara çekti. Bu davranış karşısında çok üzülmüştü. Kıyafetim mi uygun değil, saçlarım mı uzun, diye içinden geçirdi. Bir açıklama bekledi ancak müdür yardımcısı ona doğru yaklaşarak:
    -Sen de mi derse geldin ufaklık, dedi. Olanları anlamıyordu. Matematik öğretmeni tebessümle yaklaşarak:
    -Hangi sınıfta öğrenci bu, diye sordu.
    -6/C, dedi sessizce. Kimse duymadı bile.
    Bir başka öğretmen ise:
    -Belki de karnı açtır, bir şeyler verelim uzaklaşır, dedi. Bu kadarı artık fazlaydı. Sesini biraz da yükselterek:
    -Süt içtim gelirken, dedi. Ancak anlayan yok gibiydi. Bahçede artık öğrenci kalmamıştı. Öğretmenler de içeriye girdiler ve kapıyı kapadılar. Kapıya vurdu, pencerelerden seslendi. Kimse onu ciddiye almıyordu. Bir ara bunların hepsinin bir kabus olduğunu düşündü. Çünkü rüyalarda da böyle olurdu. Konuşursun sesin duyulmaz, düşersin bir yerin ağrımaz… Ama rüya değildi bu.
Yine bir pazartesiydi ama değişik bir pazartesiydi. 6 senedir yaşamadığı şeyler yaşıyordu bu pazartesi. Evet, hayatı sıkıcıydı ama bugün yaşadıkları çok anlamsız, hatta saçmaydı. Bütün bunlar kendisine yapılan kötü bir şakaydı belki de. Öğretmenler bile alet olmuştu bu şakaya. Madem beni okula almıyorsunuz, ben de bu günü değerlendireyim, dedi kendi kendine ve okul bahçesinden uzaklaşarak parka doğru ilerledi. Park tenhaydı. Yalnızca bebeğini gezdirmeye gelmiş bir anne vardı. Tam onların önünden geçerken bebek ağlamaya başladı. Bunun üzerine anne:
    -Korkma kızım, o küçücük sevimli bir canlı. Sana bir şey yapamaz. Üstelik açtır şimdi. Bunları duyunca döndü ve:
    -Sabah süt içtim, dedi. Kadın duymadı bile. Salıncaklar boştu. Bu fırsatı değerlendirmesi gerekiyordu ancak çok yüksek göründü gözüne salıncaklar. Bir türlü çıkamadı. Hemen yan taraftaki kaydırağa koştu. Merdivenleri zıplayarak çıktı ve kaydıraktan kendisini bıraktı ancak tam kaydırağın bittiği yerdeki su birikintisini hesap etmemişti. Bu birikintiyi fark edince yavaşlamaya çalıştı ancak olmadı, suya düştü. Her yanı ıslanmıştı. Kendisini ağırlaşmış gibi hissediyordu. Yüzü gözü ıslanmıştı. Bu esnada su birikintisinde bir kedi yansıması gördü. Kedi kendisine bakıyordu. Elini uzattı, kedi de kendisine elini uzattı. Yine olaylar karmaşık bir hâl almıştı. Kesin bir kabustu bu ama bitmek bilmiyordu. Suya elleriyle hızlıca vurdu. Su küçük dalgacıklarla sağa sola sıçradı. Durgunlaştı. Kedi halen kendisine bakıyordu.
    Yine bir pazartesiydi.