28 Eylül 2024 Cumartesi

SEKİZ

Agâh Taha Temizkan
Amirhossein Hamedıshahraki
Atakan Kıvanç Ağca
Fatma Beren Karatepe

Okul nihayet sona ermek üzereydi. Yoğun bir eğitim dönemi geride kalmıştı. Artık çok sorunlu bir süreç başlayacaktı eğitim hayatında. Bu sene liseye geçiş sınavına girmesi gerekecekti. Geçen yıl sekizinci sınıfta okuyanların halini hatırladıkça morali bozuluyordu. Önünde yaz tatili vardı fakat bu yıl tatil yapamayacaktı. Şimdiden bir ağırlık çökmüştü içine. Tatilin geldiğinin ilk kez farkında değildi. Artık sekizinci sınıf sayılırsın diyordu ailesi ona ve ha bire önüne kitap yığıyorlardı. Yaz boyu bunlar bitecek diyorlardı. Baktığı, duyduğu, gördüğü her yerde sekizinci sınıf olduğunu hatırlatan bir şeyler vardı. Daha çalışmaya başlamadan yormuştu onu sekizinci sınıf. 
Bu düşüncelerle gün boyu okulda vakit geçirdi. Akşam eve döndüğünde apartman girişindeki rakam gözüne ilişti: 8. Kapı numarası sekizdi oturdukları apartmanın ve bugüne kadar hiç dikkat etmemişti buna. Biraz canını sıktı kapı numarasının 8 olmasına fakat yeni bir durum değildi bu. Sadece yeni farkına varmıştı. Asansöre doğru ilerledi ve çıkacağı katın 8 olduğunu hatırladı. Sekiz, yine karşısına çıkmıştı. Bunların hepsi tesadüf olamazdı fakat bugüne kadar niçin dikkatini çekmemişti bunlar. 
Evin kapısına geldiğinde her şeyi unutmak ve biraz dinlenmek niyetindeydi. İçeriye girdi, yemeğini yemişti ki kapı çaldı. Annesi:
-Gelenler benim misafirlerim Muhittin. Sen dersine bak, dedi. 
Muhittin, en azından misafirlerin ayakkabıların düzelteyim, diye düşündü ve kapıyı açtı. Kapının önü ayakkabı ile doluydu. Ayakkabıları dizdi ve kenardan saydı: 8. Tam sekiz takım ayakkabı vardı kapıda. Artık şaşırmıyordu karşısına çıkan sekizlerden. 
Nereden aklına geldiyse mahalleye taşınalı da sekiz sene olduğunu düşündü. Yeniden mutfağa geçti. Annesi çay bardağı koymuştu masaya hiç saymadan sekiz tane olduğunu düşündü. 
Artık hayatının sayısı olmuştu sekiz. 
Ders çalışmak için masaya oturdu. Hangi kitaptan başlaması gerektiğini düşünüyordu. Kitaplara baktı, saydı, sekiz kitap vardı masada. 
Başı dönüyordu. Gözlerinin önü karardı. Kendisine geldiğinde annesi misafirleri göndermişti. Babası da yanındaydı. Neden böyle olduğunu sorduklarında onlara her şeyi anlattı ve dedi ki:
-Sekizle başım belada. Her yerde sekiz görüyorum hem de daha sekizinci sınıfa geçmeden.
Ertesi gün anne ve babası eşliğinde bir psikiyatriste gittiler. Durumu anlattılar. Psikiyatrist bir süre dinledi Muhittin’i. Ona sorular sordu ve sonunda ilaç yazarak sekiz gün sonra yeniden gelmelerini söyledi. 
Muhittin ilaçları alınıncaya kadar bekledi araç içinde. Babası elinde kocaman bir ilaç poşetiyle geldi. Poşetin üzerindeki rakamlara baktı. Daha ilaçlara başlamadan iyileşeceğini düşündü çünkü poşet üzerinde sekiz rakamı yoktu. Derin bir nefes aldı. Galiba iyileşiyorum, dedi içinden. 
İlaçların arasındaki küçük bir reklam broşürüne gözüne ilişti: Sekiz yıldır sizlere şifa dağıtmaktan gururluyuz. 
Düşünmek istemiyordu Muhittin. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Gözlerini kapattı. Kim olduğunu, nerede olduğunu düşünmeye çalışıyordu. Benim adım Muhittin. Mu-hit-tin. Önce heceledi, sonra harfleri saydı. 
Gözleri arabadaki saate kaydı. Saatin alarmı çalıyordu.  Saatin akrebi ve yelkovanı hızla kayıyordu. Nasıl oluyordu bu? Gözlerini açtı. Derin bir nefes alarak sağa sola baktı. Okula gitme saati gelmişti. Saat tam sekizi gösteriyordu ama umursamadı.   


 

27 Eylül 2024 Cuma

ZAMAN TÜNELİ

 Ezgi Budak, Akın Eliş, İdil Karaman
Antrenmandan çıkmış, yorgun argın evine doğru gitme çabasındaydı. Haftada dört gün antrenmana katılması gerekiyordu. İlk zamanlar hayli yorucu oluyordu bu sıkı tempo fakat artık bünyesinin alıştığını hissediyordu. Önceleri, antrenman dönüşü sadece uyukluyor, uzanıyor, dinleniyordu şimdilerde ise dönüşte hayata kaldığı yerden devam edebiliyordu. Otobüs durağına yakındı spor salonu. Otobüs, yarım saatte bir ancak geliyordu. Çok kalabalık olmuyordu çünkü şehrin sakin bölgelerinden birinde oturuyordu. Hatta yürüyerek de gidebilirdi lakin akşam karanlığında bu sakinlik bazen korku verebiliyordu. Durağa ulaştığında saatine baktı. Otobüs gelmek üzereydi. Bu durağa yalnızca onun oturduğu bölgeden geçen otobüsler uğrardı ve durakta da henüz kimseler yoktu. Birkaç dakika sonra durağa yaklaşan otobüsü fark etti ve binmek için kendisini hazırladı. Otobüsün üzerindeki güzergah ve numaralara dikkat etmeden eve bir an önce ulaşmak isteğiyle otobüse bindi. Kimseler yoktu otobüste ve önce kendisine rahat bir koltuk seçti. Zaten fazla yolcu olmayacağını tahmin ediyordu. Birkaç adım attıktan sonra sağ tarafta bulunan koltuğa oturdu. Kendisinden başka binen yolcu yoktu. İhtimal ilerdeki duraklarda birkaç kişi daha binecekti, hepsi bu kadar. Otobüs, beklemeden hareket etti. Bu, onun için iyiydi. Bir an önce evine ulaşacağı anlamına geliyordu. Bir süre dışarıyı seyretti. Hava çoktan kararmış, insanlar telaşla bir yerlere gidiyordu. Tam gözleri dalacaktı ki dışarısının tamamen karardığını fark etti. Bir tünele girmişti otobüs ve her zamanki yolu üzerinde bir tünel yoktu. Acaba yanlış otobüse mi bindim, diye düşündü ama bu durağa farklı bir otobüs gelmezdi ki. Tünel hayli uzundu. Farklı bir yoldan gidiyordu demek ki şoför. Artık yorgunluğunu hatırlamaz olmuştu. Yolun uzaması demek, evine geç ulaşması demekti. 
Tünel nihayet bitmişti. Otobüs yavaşladı ve daha önce hiç görmediği bir durakta durdu. Hayli kalabalıktı durak. İnsanlar otobüse hücum ediyordu. Tüm otobüs tıka basa insan dolmuştu. Kimse konuşmuyor, ses etmiyor, sadece karşıya bakıyordu. Endişesi artmıştı. Şoföre giderek otobüsün güzergahını sormak istedi fakat döndüğünde koltuğunu kaptırabilirdi. Bir süre otobüs böyle ilerledi ve yeniden bir tünele girdi. Bu kez yalnızca dışarısı değil otobüsün içi de karanlıktı. Neyse ki çok uzun sürmemişti tünel yolculuğu. Tünelden çıktıklarında otobüsün boş olduğunu fark etti. Otobüs herhangi bir yerde durmamıştı. Tünele girmeden önce tıklım tıklımdı ve tünelden çıkınca bomboş. Buna anlam veremedi. 
Belki de uyumuştu yorgunluktan ve şu an bir rüyadaydı. Belki de uyandığında inmesi gereken yeri geçmiş olacaktı. Bu bir rüya ise uyanması gerekliydi. Ayağa kalkmayı düşündü. Kalkabiliyordu. Şoföre doğru ilerledi ve sordu:
-Af edersiniz, bu otobüs Kılavuz Mahallesi’ne gitmiyor muydu? Biz şu an neredeyiz? Nereye doğru gidiyoruz. 
Şoför:
-Şu an çok önemli bir görevdeyim. Test sürüşü yapıyorum. Ben müsait olduğumda sizi arayacağım.
Bu, beklemediği bir cevaptı. İyice yaklaşınca şoförün elinde kocaman bir çevirmeli telefon olduğunu fark etti:
-Araç kullanırken niçin telefonla konuşuyorsunuz, ben size bir soru sordum, dedi.
Şoför, onu duymamış gibi yola bakıyordu. Hatta otobüs boşmuş gibi davranıyordu. 
Yeniden oturduğu yere gitmek için arkasını döndüğünde otobüsün tıka basa insanla dolu olduğunu fark etti. 
Bu esnada şoförün telefonu çalmaya başladı. Şoför elini cebine attı ve son derece şık bir cep telefonu çıkardı. Telefonun ışığından tüm otobüs aydınlanmıştı. Şoför:
-Testimiz galiba olumlu sonuçlanacak. Şu ana kadar farklı zamanlara ve farklı mekanlara ulaştım. Zaman tünellerinden başarıyla çıktım. Bu otobüsle yolculuk yapmak için insanlar servet ödeyecek, dedi. 
Telefon konuşması henüz bitmişti ki yine her yer karardı. Otobüsün içi de karardı. Tünelden kısa bir süre sonra çıktı otobüs. Dışarıya baktı, Kılavuz Mahallesi’ydi burası. Otobüs, tam durağın önünde durdu. Kapı açıldı. Aşağıya indi ve hızla kaybolan otobüsün ardından uzun uzun baktı. 
Belki de antrenman sayısını azaltmalıydı. 

İZLER

Ezgi Budak

Şimdi, geçmişin geleceği ve geleceğin geçmişidir yani hepsi aynı anda yaşanır ama biz bunları çok ayrı kavramlarmış gibi birbirinden ayırırız. 
Zaman, akan bir kavram. Bir nehir gibi, suyun akışını aynı yerden izlersin ama akan su farklıdır. Biz de aynı böyle her gün yeniden ve yeniden kaçamadığımız bu döngü içerisinde akıp gidiyoruz. İnsanlık kelimesi de akışkandır. Zaman nehriyle akabilsin diye. Ta ki son bir baraj önümüzü kesene kadar. 
Şimdi, gelecek ve geçmiş; zamanın üç ayrı kolu değildir. Hepsi aynı anda yaşanır. Buradaki ayrım noktası anılar, bilinmeyen ve sürmekte olandır. 
O nehrin üstüne düşmüş bir yaprak elbet akıntı tarafından bir gün aşınır. Dibe çöker, parçalanır, yok olur fakat o nehir akmaya devam eder. Belki de akışkan değilizdir. Zaman bizden önce de vardı, sonra da olacak. Kuraklık akışı durdurana dek, bizler nehrin üstünde yüzen yapraklar olacağız. Arkamızda bıraktığımız anılar ve göreceğimiz bilinmezlikle.  Altımızda akıp giden, bir dönüşü olmayan nehir ile yalnızca izler olarak kalacağız. 
Şimdinin değerini bilmeliyiz. Sadece şimdi yaşayabileceğimiz için değil, çok beklediğimiz gelecek ve deneyime dönüşmesini istediğimiz anılar bu noktada olduğu için, hâlâ bu akışta yer alabildiğimiz için, nehrin akışını görebildiğimiz için, bir “şimdi”miz olduğu için…

YENİ HAYAT

 İdil Karaman
Üç yıldır burada yaşıyordu, yaşamak denirse. Dört duvar ama duvarlar da yastık duvar. Tepedeki beyaz ışık beyaz, yastık duvarlara vuruyor ve içerdeki beyazlığın tonu daha da artıyordu. Bu beyazlığın içinde olmak dayanılmaz bir şeydi onun için. Bu yüzden çoğunlukla gözlerini kapatıyor ya da kısarak bakıyordu. Odasına arada sırada gelen kişilerin yüzlerinde maskeler, ellerinde eldivenler oluyordu. Sadece bir şeylere bakıp, kontroller yapıp gidiyorlardı. Onu buraya niçin getirmişlerdi, bilmiyordu. Buradan ne zaman çıkabilecekti, bilmiyordu. Hangi yılda, hangi ayda, hangi günde olduğunu da bilmiyordu. Ara sıra sesler duyuyordu, belli belirsiz sesler. Bazen çığlığa, iniltiye, fısıltıya benzeyen sesler. Bu sesler belki de kafasının içinden geliyordu. Kaynağı olmayan seslerdi bunlar. Bunca beyazlığın içinde silüetler beliriyordu kimi zaman. Simsiyah silüetler. Odasına girip çıkan diğer insanlara benzemiyordu bu silüetler ve belki de onlar da kafasının içindeydi sadece. 
Kollarını hareket ettirmeyeli ne kadar olmuştu, bilmiyordu. Ellerini kullanmayalı ne kadar olmuştu, bilmiyordu. Tırnakları uzamış mıydı? Tırnaklarını kim kısaltıyordu, ne zaman kısaltıyordu? Kolundaki saati çalışmaya devam ediyor muydu? Neyse ki ayakları serbestti ve yürüyebiliyordu. Buna yürümek denirse… Dört duvar arasında bazen bir yerlere çarpıyor, bazen daire çizmeye çalışıyordu fakat kolları, elleri sallamadan yürümenin ne anlamı vardı ki? Ellerini hissetmeye çalıştı. Parmaklarını oynattı. Saati kolunda değildi bunu fark etti. Düşünmeye başladığı anda uykusu geliyordu. Biraz fazla hareket ettiğinde odaya birileri girip çıkıyor ve ardından hemen uyuyordu.
Sırf başkalarının göremediği şeyleri gördüğü için ve duyamadığı şeyleri duyduğu için kendisine “deli” denilmesini anlayamıyordu. Farklı olmak bu kadar kötü müydü? Görmeyen ya da sağır olan insanlar neden diğer insanlara bir isim, lakap takmıyorlardı? Birilerinden fazla görmenin ya da duymanın nasıl bir zararı olabilirdi ki? Elinden alınan bir şeyler vardı. Elinden alınan çok şey vardı. Elinden her şey alınmıştı. Elinden özgürlüğü alınmıştı. Adı hapishane değilse de hapishaneden daha beter bir yerdeydi. Evet, burası belki de cehennem dedikleri yerdi. Ölmüş de cehenneme mi düşmüştü, yoksa ölmeden cehenneme mi koymuşlardı onu?
-Ne zaman çıkacağım buradan, ben iyiyim, lütfen kapıyı açın, diye bağırmak istedi. Bağırmaktan öte cılız bir iniltiye dönüştü bu cümleler onun dudaklarından. Duymazdan geliniyordu. Her zaman böyleydi. Ne sorularına cevap alabilirdi ne de istekleri yerine getirilirdi. 
Üç yıldır burada yaşıyordu, yaşamak denirse. Belki de otuz yıldır burada yaşıyordu. Belki de üç yüz yıldır ama önceki hayatına dair bir şeyler hatırlıyordu zaman zaman. Buraya gelmeden önce bir hayatı olmalıydı. Nasıl bir hayattı bu? Kaç yaşındaydı, hangi şehirde, hangi ülkedeydi? Akrabaları var mıydı? Hobileri var mıydı? Yaşadığı şehirde deniz var mıydı? Eskiden diğer insanlar gibi miydi? Peki, diğer insanlar nasıldı? Sorular bir yerde bitiyor ve sancılar başlıyordu. 
Kapının önündeki gölgeleri görebiliyordu onca beyazlığın içinde ve yine kapı önünde gölgeler vardı. Kapı açıldı, içeriye giren kişilerin ilk kez yüzlerinde maske ve ellerinde eldiven yoktu. Şaşırdı. Yaşadığının farkına vardı birdenbire. Kendisine tebessümle yaklaşan biri kollarının bağını çözdü ve omuzlarını hafifçe okşadı:
-Hareket ettirmen lazım ellerini, kollarını, dedi. 
Çözülen ellerine baktı. Parmaklarını inceledi bir yabancının parmakları gibi. İncecikti parmakları. Avuç içine baktı. Çizgiler ne kadar derinleşmişti. Kesik kesik çizgilerle doluydu avuç içleri. Kolundan tutan iki kişi ile birlikte odadan dışarıya çıktı. Koridor renkli ve hareketliydi. Beyazdan başka bir şey görmeyeli çok olmuştu. İçi kıpırdadı birden. Konuşmak, yürümek, hatta koşmak istiyordu. Nihayet dış kapıya ulaştılar. Güneşi gördü. Kaç zamandır unuttuğu güneşi. Fakat bakamıyordu. Ağaçlar yeşildi. Yollar kalabalıktı. Merdivenden aşağıya indi. Kolları iki yanda salınıyordu. Ellerini ceplerine koymak istedi. Bu onun için büyük bir keyifti. Ellerini ceplerine yerleştirdi. Derin bir nefes aldı ve gökyüzüne baktı. Yaşıyordu. Dünyadaydı. Dünyaya yeni gelmiş gibiydi. Yeniden doğmuş gibiydi. Önünde yaşanılması gereken bir hayat onu çağırıyordu. 

26 Eylül 2024 Perşembe

CUMARTESİ

 Meryem Katırcı

En sevdiğim gün cumartesi
Niye diyecek olursanız
Tamamen benim günüm
Film izlerim, yürüyüş yaparım 
İstediğim yemeği yerim
Bugün tamamen benim

Bazıları pazar gününü sever
Pazar da fena bir gün değil 
Ama cumartesi özgürlüğün günü
Pazarı kötü yapan 
Kendisi değil pazartesi

Keşke bana günlerin adını yeniden sırala deseler
6 günün adını yaparım cumartesi
Bir gün de pazar olabilir
Küsse de pazartesi
Ertesi gün yeniden cumartesi

MİNDER

Zehra Yıldırım

Modern hayat bize yeni bir yaşama tarzı verirken eski alışkanlıklarımızı bizden uzaklaştırıyor. Evlerimiz, odalarımız değişiyor. Hatta yürüyüşümüz, oturuşumuz bile değişiyor. Mesela şimdilerde evlerde minderlere rastlamak mümkün değil. Belki de elli sene sonra bu kelimenin karşılığını anlamayacak çocuklar. Evin bir köşesinde sıra sıra minder görmeyecekler. Zaten şimdilerde bile görmek çok mümkün değil. Köy evlerinde bile minderler yerini çekyatlara, sandalyelere, koltuklara bırakmış görünüyor. 
Oysa minder özgürlük demek. Onu alıp, sürükleyip istediğiniz yerde oturabilir, yastık yapabilirsiniz. Sırtınıza koyabilirsiniz. Bir oyun aracına dönüştürebilirsiniz. Çocuğunuz gerektiğinde onu bir sandal olarak düşünebilir ya da at veya eşek gibi binebilir ona. Minderin hayatımızdan silinmesiyle birlikte minder savaşları da siliniyor tabi ki. Oysa ne kadar zararsız bir oyun bu ve ne kadar eğlenceli. 
Minder kelimesi Farsça “nimdar”dan geliyormuş. Ben de yeni öğrendim. “Eskimiş fakat halen işe yarar giysi” anlamından dönüşerek bizdeki anlamını kazanmış. Zaten eski minderlerin içi eski giysi parçalarıyla dolu değil miydi? Belki de minderden, minder kültüründen bizi uzaklaştıran bu oldu. Eskilerimizi artık kullanmıyor, çöpe atıyoruz. Eskilerimiz, eskimeden çöpe atıyoruz. 
Minder deyip geçmemeliyiz. Minder bir dünya, bir kültür. 
Şimdilerde ise minder yalnızca kediler için üretilen bir nesne haline geldi. 

25 Eylül 2024 Çarşamba

İLHAM

 Asya Zoroğlu


Çoğu zaman başlamak için bir şiire
İlham kaynağı arıyorum
Sonra aklıma sen geliyorsun
Bir destandan çıkarıyorum sesini 
Eski bir destandan
Yüzünü bir mesneviden
Bakışlarını bir gazelden

Sonra bir örümcek görüyorum oturduğum yerde
Yerde bir başka böcek
Her şey siliniyor
İlham da
Sen de

ACELE ŞİİR

 Zeynep Akbulut


Hayat bazen yorucu bazen de güzel
Sen hayatın en güzel yerinde gel
Sen geldiğinde zaten güzelleşiyor dünya
Başlıyor seninle bitmeyecek bir rüya

Hayat bazen sarsıyor bazen yıkıyor
İnsan bu zamanlarda yaşamaktan bıkıyor
Yine de sen gelince hayat anlamlı olur
Bu acele şiirim belki burda son bulur

SEN BANA GELDİĞİNDE

 Zeynep Ayten


Sen benim yanıma geldiğinde
Hayat birden duruyor
Bir ağırlık çöküyor gözlerime
Her şey benden uzaklaşıyor

Sen benim yanıma geldiğinde
Başka bir dünyanın kapıları açılıyor
Ayaklarımın altında
Yaşadığım dünya uzaklaşıyor

Sen bana geldiğinde
Biliyorum boş gelmiyorsun
Rengarenk bir dünyayı
Beraber getiriyorsun

Sen bana geldiğinde 
Her şey değişiyor
Günün herhangi bir saatinde
Sen bana geldiğinde ey uyku
Ben benden gidiyorum

24 Eylül 2024 Salı

DELİ DEĞİLİZ, KENDİMİZDEYİZ

 

EMİR SABRİ ÜNSAL
EMİR KAAN ŞİMŞEK
MUHAMMET MİRAÇ GÜN
SALİH TAHA BALTA
MEHMET ÇINAR KÖKSAL
HAYRETTİN EYMEN BULUT

Bir türlü bana pas vermiyordu. Paspasa basmadan yürümem gerektiğini o zaman anladım. Paslanmışsın, diyordu bana top bekleyen arkadaşım. Minecraft’ta golem kesip demir seti yapıyordum bir yandan. Ayak parmaklarımdaki kalemin ucu kırılmıştı. Şimdi büyük bir satır alıp kalemimin ucunu açmam gerekiyordu ki bu satırın dolduğunu anlayıp satır başına döndüm.
Satır başı. Başım ağrıyor bugün. Nedenini bilmiyorum. Hava çok soğuk, buna rağmen herkes birbirine hava atıyor. Atmaca beslemek istiyorum küçük bir kafeste. Miraç elindeki o kağıdı keşke dörde, beşe katlamasaydı. Zaten bir türlü bana pas vermiyordu. Sabiri son günlerde sabrımızı zorluyor. Neyse ki şimdi yerinde. Biraz yorulmuş ve pancara dönmüş yüzü. Pancar tarlaları şimdi bomboş kalmıştır. Üstelik pezik turşuları da kurulmuştur. Kurmaya çalıştığım şehir yarım kaldı çünkü yapacak ödevim çoktu. Defterimin henüz birkaç sayfası dolu yalnızca. Belki de bu yüzden çantam çok hafif. Zamanla içi doldukça çantam ağırlaşacak. Aynı benim gibi ağırlaşacak. Hayrettin yazdıklarımıza hayret ededursun biz devam edelim. Serdar Dursun. Hayrettin Dursun. Herkes, her şey yerinde dursun. Sabri çalım atadursun, Kerem gol atadursun. Dursun ve Temel yolda giderken bir lamba bulmuştu ya. Temel ve dursun yolda giderken kırmızı ışıkta dursun. 
Bir türlü kendime gelemiyorum. Zihnimi toparlayamıyorum çünkü hayatın kenarına konulmuş bir manken gibiyim, kendimi öyle hissediyorum. Öyle ya da böyle düşünüyorum, yazıyorum, konuşuyorum. Yine de satırları toparlayamıyorum. Kalemi tam açıyordum ki ayağımı kestim. Telefonumu açamam şimdi. Zaten şarjım da bitti. Nereden geldiyse bu grip. Durmadan burnum akıyor. Kimse benden mendil almıyor. 
-Ben dilenci değilim, yanlış anlama abla.
Günler böyle geçiyor şimdilerde. Güller böyle soluyor dallarda. Sonbahardayız ya. Güller gülsün. Arda da gülsün. İlk sonbahar gelsin. İlkbahar da sona geçsin. Günler geçsin, yıllar geçsin. 
Yorulduğumu hissediyorum günün bu saatlerinde. Yedi buçuk oldu ve ben hâlen sıralarda oturuyorum. Sıralarda bir sır olmalı. Anlayamadığım bir sır. Sırı dökük bir aynaya bakıyor gibiyim son günlerde. Ayna mı bana bakıyor ben mi aynaya? 
-Ayna ayna güzel ayna, bu yıl kim şampiyon söyle bana?
Aynalar konuşur mu bilmiyorum. Çınar ve Hayrettin’e göre bu sene Beşiktaş şampiyon. Oysa Hayrettin Beşiktaşlı değil. Çınar Galatasaraylı. Öyleyse kim fısıldadı Beşiktaş’ı. Emir Sabiri olsa gerek. Emir Sabiri’ye kim fısıldadı? 
-Su nerde?
- İnek içti. 
-İnek nerde? 
-Hindistan trenini bekliyor Kurban Bayramı gelmeden. Bilmiyor ki bize her gün bayram. 
Akşamın saat yedi buçuğunda 6 kişiydik, bir eksildik. Ama şimdi de 6 kişiyiz. 
-Bu matematik bizi kandırıyor hocam.