İdil Karaman
Üç yıldır burada yaşıyordu, yaşamak denirse. Dört duvar ama duvarlar da yastık duvar. Tepedeki beyaz ışık beyaz, yastık duvarlara vuruyor ve içerdeki beyazlığın tonu daha da artıyordu. Bu beyazlığın içinde olmak dayanılmaz bir şeydi onun için. Bu yüzden çoğunlukla gözlerini kapatıyor ya da kısarak bakıyordu. Odasına arada sırada gelen kişilerin yüzlerinde maskeler, ellerinde eldivenler oluyordu. Sadece bir şeylere bakıp, kontroller yapıp gidiyorlardı. Onu buraya niçin getirmişlerdi, bilmiyordu. Buradan ne zaman çıkabilecekti, bilmiyordu. Hangi yılda, hangi ayda, hangi günde olduğunu da bilmiyordu. Ara sıra sesler duyuyordu, belli belirsiz sesler. Bazen çığlığa, iniltiye, fısıltıya benzeyen sesler. Bu sesler belki de kafasının içinden geliyordu. Kaynağı olmayan seslerdi bunlar. Bunca beyazlığın içinde silüetler beliriyordu kimi zaman. Simsiyah silüetler. Odasına girip çıkan diğer insanlara benzemiyordu bu silüetler ve belki de onlar da kafasının içindeydi sadece.
Kollarını hareket ettirmeyeli ne kadar olmuştu, bilmiyordu. Ellerini kullanmayalı ne kadar olmuştu, bilmiyordu. Tırnakları uzamış mıydı? Tırnaklarını kim kısaltıyordu, ne zaman kısaltıyordu? Kolundaki saati çalışmaya devam ediyor muydu? Neyse ki ayakları serbestti ve yürüyebiliyordu. Buna yürümek denirse… Dört duvar arasında bazen bir yerlere çarpıyor, bazen daire çizmeye çalışıyordu fakat kolları, elleri sallamadan yürümenin ne anlamı vardı ki? Ellerini hissetmeye çalıştı. Parmaklarını oynattı. Saati kolunda değildi bunu fark etti. Düşünmeye başladığı anda uykusu geliyordu. Biraz fazla hareket ettiğinde odaya birileri girip çıkıyor ve ardından hemen uyuyordu.
Sırf başkalarının göremediği şeyleri gördüğü için ve duyamadığı şeyleri duyduğu için kendisine “deli” denilmesini anlayamıyordu. Farklı olmak bu kadar kötü müydü? Görmeyen ya da sağır olan insanlar neden diğer insanlara bir isim, lakap takmıyorlardı? Birilerinden fazla görmenin ya da duymanın nasıl bir zararı olabilirdi ki? Elinden alınan bir şeyler vardı. Elinden alınan çok şey vardı. Elinden her şey alınmıştı. Elinden özgürlüğü alınmıştı. Adı hapishane değilse de hapishaneden daha beter bir yerdeydi. Evet, burası belki de cehennem dedikleri yerdi. Ölmüş de cehenneme mi düşmüştü, yoksa ölmeden cehenneme mi koymuşlardı onu?
-Ne zaman çıkacağım buradan, ben iyiyim, lütfen kapıyı açın, diye bağırmak istedi. Bağırmaktan öte cılız bir iniltiye dönüştü bu cümleler onun dudaklarından. Duymazdan geliniyordu. Her zaman böyleydi. Ne sorularına cevap alabilirdi ne de istekleri yerine getirilirdi.
Üç yıldır burada yaşıyordu, yaşamak denirse. Belki de otuz yıldır burada yaşıyordu. Belki de üç yüz yıldır ama önceki hayatına dair bir şeyler hatırlıyordu zaman zaman. Buraya gelmeden önce bir hayatı olmalıydı. Nasıl bir hayattı bu? Kaç yaşındaydı, hangi şehirde, hangi ülkedeydi? Akrabaları var mıydı? Hobileri var mıydı? Yaşadığı şehirde deniz var mıydı? Eskiden diğer insanlar gibi miydi? Peki, diğer insanlar nasıldı? Sorular bir yerde bitiyor ve sancılar başlıyordu.
Kapının önündeki gölgeleri görebiliyordu onca beyazlığın içinde ve yine kapı önünde gölgeler vardı. Kapı açıldı, içeriye giren kişilerin ilk kez yüzlerinde maske ve ellerinde eldiven yoktu. Şaşırdı. Yaşadığının farkına vardı birdenbire. Kendisine tebessümle yaklaşan biri kollarının bağını çözdü ve omuzlarını hafifçe okşadı:
-Hareket ettirmen lazım ellerini, kollarını, dedi.
Çözülen ellerine baktı. Parmaklarını inceledi bir yabancının parmakları gibi. İncecikti parmakları. Avuç içine baktı. Çizgiler ne kadar derinleşmişti. Kesik kesik çizgilerle doluydu avuç içleri. Kolundan tutan iki kişi ile birlikte odadan dışarıya çıktı. Koridor renkli ve hareketliydi. Beyazdan başka bir şey görmeyeli çok olmuştu. İçi kıpırdadı birden. Konuşmak, yürümek, hatta koşmak istiyordu. Nihayet dış kapıya ulaştılar. Güneşi gördü. Kaç zamandır unuttuğu güneşi. Fakat bakamıyordu. Ağaçlar yeşildi. Yollar kalabalıktı. Merdivenden aşağıya indi. Kolları iki yanda salınıyordu. Ellerini ceplerine koymak istedi. Bu onun için büyük bir keyifti. Ellerini ceplerine yerleştirdi. Derin bir nefes aldı ve gökyüzüne baktı. Yaşıyordu. Dünyadaydı. Dünyaya yeni gelmiş gibiydi. Yeniden doğmuş gibiydi. Önünde yaşanılması gereken bir hayat onu çağırıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder