19 Kasım 2024 Salı

İLHAM

Salih Taha Balta

İlham gelmiyor neden
Dostum olan kalem
Atmışım bir kenara
Şimdi bir düşmandır bana
Yıllarca kullanmıştım oysa

Şimdilerde ilham bile düşman bana
Kalemim sanki bir yabancı
Defterim açılmıyor
Sayfalarını saklı tutuyor
İlham 
Ey ilham
Ben beklerken senin yolunu günlerdir
Niye uğramıyorsun bana
Ne olur sen de 
Benzeme bir düşmana

ÇOCUKLUK


Salih Taha Balta

Bilmezdim çocukken
Tehlikenin ne olduğunu
Güven içindeydim
Annemin kollarında
Güveniyordum ardımda duran
Dağ gibi babama

Şimdi anlıyorum savaştakileri
Sömürgeleri ve köleleri
Özlüyorum geçmişi
Babamı, annemi
İngilizce konuşuyorum
Özgür hissetmiyorum kendimi

9 Kasım 2024 Cumartesi

BUNLAR NEYİN N/ESİ?

NURGÜL ASYA KILCI
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 

Memati, son zamanlarda kendisini garip hissediyordu. Sürekli aç olduğunu düşünüyor, buzdolabının etrafında dolaşmaktan kendini alıkoyamıyordu. Kahvaltıyı yaptıktan bir süre sonra ayakları istemsizce yeniden mutfağa götürüyordu onu. Kendisine geldiğinde bir kavanoz çikolatayı bitirmiş oluyordu. Bazen çikolata bulamıyor ancak yine yiyecek bir şeyler çıkıyordu dolaptan.
Yemek zamanı geldiğinde kendisini çok aç hissetmediğini söylüyor ve biraz yemek yedikten sonra sofradan ayrılıyor fakat yarım saat geçmeden yeniden mutfağa damlıyordu.
Okulda da durum değişmiyordu. Zil çalar çalmaz Memati kantinin ilk müşterisi oluyordu. Kantinci Memati’yi o kadar çok seviyordu ki ya indirim yapıyordu ya da aldığı çikolatanın yanında hediye ürünler veriyordu. Kantinci Hakan:
-Senin gibi on tane müşterim olsa ben şimdiye köşeyi dönmüştüm evlat, diyordu her seferinde Memati’ye.
En sevdiği etkinliklerden biri market alışverişiydi Memati’nin. Hemen küçük bir araba alıyor, ailesi evin temel ihtiyaçlarını alırken Memati ise bir yandan küçük market arabasına çikolata, cips, gazoz tarzı yiyecek ve içeceklerle dolduruyordu. Memati’nin bunlar dışında sevdiği yiyecekler de vardı. Mesela sosis, salam, hamburger köftesi…
Birkaç ay geçmeden dişlerinin birer ikişer azaldığını ya da siyahlandığını gördü Memati fakat bunun yedikleriyle bir ilgisi olmadığını söylüyordu. Hatta ısrar edenlere:
-Dedem bunlardan hiçbirini yemiyor ama bakın, onun da dişleri yok, diyordu.
Memati’nin kantinde genellikle yumuşak çikolata ve gofretleri satın aldığını gören kantinci Hakan, ağabeyinin dişçi olduğunu söylemişti ona. Müsait bir zamanda ağabeyinin diş kliniğine gitmesini ve kendisinden de selam götürmelerini söylemişti. Dişçinin adı Kağan’dı ve kantincinin selamı ile indirimli diş tedavisine başlayacaktı. Durumu ailesine aktardığında ailesi de bu kliniği merak etti ve ailecek diş muayenesi için gittiler. Diş tedavisine ihtiyacı olan tek aile ferdi Memati’ydi. Dişçi Kağan, Memati’ye haftada bir gün kendisine uğramak şartıyla istediği kadar çikolata yiyebileceğini söyledi. Bir çanta dolusu da diş macunu ve fırçası hediye ederek onları gönderdi.
Memati’nin hayatı git gide karışıyordu. Kantinciden sonra şimdi onun ağabeyine de uğramak zorundaydı ve kendisini iyi hissetmemeye başlamıştı. Artık yediği içtiği şeyler vücut dengesini de sarsmıştı. Bir sabah uyandığında yerinden kalkmak istemediğini fark etti. Güç bela yatağından indi fakat akşamdan tükettiği içeceklerden birinin kutusuna basmıştı. Öfkeyle kutuya tekme atmıştı ki bu kez ayağına bir çikolata ambalajı yapıştı. Öfkeden iyice çılgına dönen Memati odasına tekrar döndüğünde ilk kez odasının ne kadar dağınık ve ambalaj dolu olduğunu fark etti. Manzara canını sıkmıştı ve akşam evini toplamalıydı.
Okulda da çantasının içi ve sırasının altı dikkatini çekti. Sınıfın çöp kutusu onun çantasından ve sırasının altından daha temizdi. O gün ilk kez kantinden aldığı şeyleri sınıfta yemek istedi. Sınıfa çıktığında ambalajlardan birinin üzerinde garip bir logo gördü. Logoda bir “N” harfi dikkatini çekmişti. İlk kez yediği bir çikolatanın dışına bakmıştı. Bir süre sonra bu durum onda bir alışkanlık yapmaya başladı. Yediği içtiği her şeyin ambalajına bakıyor ve “N” harfini her yerde görüyordu. Üstelik logo da hep birbirine benziyordu.
Artık yemeyi içmeyi azaltmış sadece ürünlerin üzerini inceler olmuştu. Bir akşam dişlerini fırçalarken diş macununun üzerinde de aynı logoyu ve harfi görmüştü. Bu an, onun için bir aydınlanma saati idi. Dişçinin adını düşündü Kağan, kantincinin adını düşündü Hakan… Bu isimlerde de N harfi vardı. Bunlar bir tesadüf olamazdı.
Artık dersleri ve yemeyi bir kenara bırakan Memati, yediği içtiği, gördüğü tüm ürünleri detaylı olarak sınıflandırmaya ve benzerliklerini ayırt etmeye başlamıştı. Kocaman bir kağıda aynı logo ve harfi gördüğü ürünleri yazdı, yazdı.
Bu çalışma ona bir şey ifade etmiyordu. Bir akşam bilgisayarının başına oturdu ve bütün firmaları araştırdı. Aslında firmaların hepsi ortaktı ve farklı ürünler adı altında piyasaya sürülüyordu. Öğrendikleriyle biraz şaşırmıştı ki bilgisayarının markasının olduğu yere gözleri odaklandı. Yine benzer bir logo ve içinde N harfi vardı.
Bütün bunları yaşarken Memati kendisini yaşlanmış hissetti. Artık eski günlerdeki gibi neşeli değildi. Kafasında sorular bitmiyordu. Ailesi ise ona sürekli bir şeyler yemezse hasta olacağını, yemekten içmekten kesildiğini söylüyordu. Üstelik kantinci de artık onu eskisi gibi sevmiyordu. Dişçiye, markete gitmek istemiyordu.

SADECE ABUR CUBUR DERSİNİZ AMA...

 
Aden Mira Kartal

CİPS
Cips, patatesin gururu ve onurudur. Cips olmasaydı patates belki de hep yer altında kalacak ve fare yemi olarak unutulacaktı. Neyse ki cips onu yer altından çıkardı ve marketlerin başköşesine taşıdı. 
İnsan, hayatında hiç olmazsa bir kere cips yemeli. Bir kere bile cips yemeden dünyadan göçüp gidenler büyük bir boşluk ve pişmanlık içindedir diye düşünüyorum. Damak tadının kralıdır cips. Cipsin dışındaki hiçbir şeyde onun karizması yoktur ama jelibona yenik düşer bu karizma. Jelibon rengârenk haliyle ondan öndedir. 
Dünyanın matematiği ve ekonomisi cipsin elindedir. Patates eğer bu kadar yüksek fiyatlı ise bu sevincini cipse borçludur. Çocukların severek yediği tek şeydir cips. Hatta bazı büyükler, çocuklarına alıyormuş gibi yaparak kendileri yerler cipsi. Çoğu zaman çocuklarına cipsin zararlı olduğunu söylemeleri de bu yüzdendir. Amaç daha çok cips yemek uğruna çocukları cipsten uzaklaştırmaktır. 

HAMBURGER
Eğer stres altındaysanız size bir önerim var: Hamburger. Bir araştırma yapılsa hamburgerin stresle bağı ile ilgili ihtimal en iyi antidepresandan bile daha etkili olduğu görülecektir. 2. Elizabeth’in insanlığa en büyük armağanıdır hamburger. Hamburgeri bilmeden, yemeden yaşayan medeniyetler ölüme, kaybolmaya mahkumdur. Atıştırmalıkların en şahanesi hamburgerdir ama onunla karnınızı tıka basa doyurabilirsiniz. Üç tane yediğiniz halde doymazsınız onunla. 
Hamburger bir ülkeyi hatta dünyayı yönetebilir. Ülkelerin ekonomisini hareketlendirir, şehirlerin ticaretini artırabilir. Hamburger bulunmayan bir şehir hareketsizdir. Günümüz gençliğinin favorisidir hamburger. Patates kızartması hamburgerin en iyi arkadaşıdır. Cips olamamış patatesler kendilerini görücüye hamburgerin evinde çıkarırlar. İnsanların köfte ekmek ikilisinin yanına patatesi de almasıyla oluşturduğu muhteşem uyumun adıdır hamburger. 
JELİBON
Onu ilk kez gören, tanıyanlar mutlaka jimnastikçi olduğunu düşünür çünkü çok elastik bir vücudu vardır. Ağızda ezilimi rahattır ve ezilirken bambaşka dünyalara götürür bizi. Bazen tropikal bölgelere bazen kutuplara götürür bizi. Yeryüzünde bulunan bütün meyveler ona ruhundan bir parçayı katmış gibidir. Onun yokluğu ve yeri doldurulamaz. Beynimizin duyduğu ihtiyaçların çoğu onda vardır. Yalnız beynimiz değil kalbimiz için de dosttur jelibon. Kalbimizin ritmini düzenler. Eğer yutmaz, çiğnerseniz onu çene kaslarınızı geliştirir. İşkenceye dayanıklıdır. Ne kadar sıkarsanız sıkın, bıraktığınızda eski haline döner ve size gülümser. 
Her jimnastikçi onu tanır, ondan ilham alır. Her jimnastikçinin hayali büyüyünce jelibon olmaktır. 

SANDVİÇ
Hem suludur bir sandviç hem de kurudur. Hayatımızın çok yerinde karşımıza çıkar. Özellikle aç olduğumuz ve yemek hazırlanamayacak ortamlarda ilk ona koşarız. 
Domates ve turşunun mükemmel birleşimidir sandviç. İki ekmek arasındaki şölen olarak tanımlarım ben onu. Kitapların ve okuduğunuz gibi bu yazının konusudur sandviç. Tiyatrolarda başrol sandviçe verilir. Her evin başköşesinde yeri vardır onun. Her çocuğun midesi kazınmaya başladığında hayalidir o. Her işçinin beslenmesidir. 

İnsanların sevdiği yiyeceklerin sıralaması:

1

PRS/Jelibon

2

Cips_ çıtır

3

Çubuk {kraker}

4

Çikolata

5

Hamburger*

6

@Sandviç


HÜRRİYET, CUMHURİYET

İsmet Çınar Altuntaş

Cumhuriyet’in temeli
Atıldı Sivas’ta
Kazma kürekle değil
Bağımsızlık aşkıyla

29 Ekim demek
Hür yaşamak, hür gülmek
Bu güzel çocuklara
En güzel yurdu vermek

Yıkıldı saltanat
Kuruldu Cumhuriyet
En güzel yönetim şekli
Hürriyet, Cumhuriyet

Lozan Antlaşması
Her şeyi belirledi
Atatürk vurdu masaya
Vatan bölünmez, dedi

İzmir’de büyük zafer
Düşmanı denize döker
Yürü Türk askeri yürü
Atatürk bize yeter


OYUNLA YAŞAMAK

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 


BÖLÜM: 1
Eycayuke adlı oyun yıllardır popülerliğini yitirmemişti. Onlarca yeni oyun sürülmüştü piyasaya fakat insanlar bu oyunu bırakarak yeni bir oyuna geçmek istemiyordu. Bir tutkuydu insanlık için Eycayuke. Dünyanın her yerinde, başka başka milletlerden insanlar bu oyun sayesinde tanışıyor, arkadaş oluyordu. Ayrıca bu oyunda profesyonelleşenler ünlü oluyorlardı. Eycayuke adını taşıyan kafeler, oteller, lokantalar, stadyumlar hatta spor kulüpleri kurulmuştu. 
Oyunun patent sahibi Ali Eymen, bu oyun sayesinde yaşam standartlarını iyice yükseltmiş, rahat bir hayat yaşıyordu fakat yıllardır oyunda bir güncelleme olmuyordu. Zaman zaman güncellenmeyen onun popülerliğini kaybedeceği endişesi taşıyordu, yine de oynayanlar azalmıyordu. Arkadaşı Boran’a bir gün bu endişesini söyledi fakat Boran da güncellemeye gerek olmadığını belirtti. Kerem Gökalp, bu oyunun grafik tasarım işlerini yapan isimdi. Oyun çıktıktan sonra başka bir işle uğraşmamış, senelerdir yeni tasarım yapmamıştı. 
Boran, her ne kadar Ali Eymen’e güncellemenin gereksiz olduğunu söylese de kendisi gizli gizli oyun üzerinde çalışıyordu. Oyuna yeni karakterler ve senaryolar eklemeye hazırlanıyordu. Yıllardır süren bir gizli çalışmaydı bu. Nihayet sonuna yaklaşmıştı. Çalışması bittiğinde bir Trojan yardımıyla oyun sunucusuna bağlanacak ve oyunu güncelleyecekti. Kötü bir niyet taşımıyordu. O da Ali Eymen gibi endişe duyuyordu oyunun popülerliğini yitirmesinden. Oyunun güncellemesi bittiğinde ilgili Trojan yardımıyla oyunun sunucusuna giren Boran, oyuna güncellemeyi yüklemeyi başarmıştı. O gece dünyanın her yerinde Eycayuke oyununu kullananlar bir güncelleme ile karşılaştı. Ali Eymen, bu güncellemenin nereden geldiğini anlamamıştı bile çünkü güncellenme yüklendiği anda bilgisayarına Trojan girmişti. Oyuna bir güncelleme gelmesinden öte, oyunun ele geçirildiğin düşündü ve çalışma ekibine sistemlerinde bir virüs olduğunu haber verdi. Boran, virüs olmadığını kendisinin bir güncelleme geliştirdiğini iddia ediyordu fakat dünyanın her yerinden oyuna dair şikayetler gelmeye başlamıştı. Oyun, virüs yayan bir nitelik kazanmıştı. İnsanlar hızla hem şikayetçi oluyor hem de oyunu bilgisayarlarından silmeye çalışıyorlardı fakat oyun silinmiyordu. 
Boran, arkadaşlarına durumu anlattı, niyetini söyledi fakat sisteme erişmek için kullandığı virüsü unutmuştu. Ali Eymen, anlatılanları dinleyince durumu çözmüştü. Sisteme girmek için kullanılan virüs bütün oyuna bulaşmış, ardından tüm cihazlara sıçramıştı. Kerem Gökalp sadece grafikte iyi olduğu için yazılımdan pek anlamıyor, anlatılanları dinliyordu. 
Birkaç gün içinde protestolar başlamıştı. Eycayuke ismini artık insanlar görmek istemiyordu. Eycayuke, bir oyun markası olmaktan öte bir virüs ismi olmuş gibiydi. Antivirüs programları reklamlarını Eycayuke üzerinden yapıyorlardı. İsyan o kadar büyümüştü ki protestocular Eycayuke yazılım firmasının önünde bilgisayarlarını fırlatıyorlar, pankart açıyorlardı. 

Bölüm 2:
Günlerdir devam eden protestolar gittikçe sertleşiyordu. Artık bazı insanlar binanın bahçesine girmişler kapıları zorluyorlardı. Sonunda Ali Eymen, Kerem Gökalp ve Boran’ın korktuğu olmuştu. Binanın içine girerek kendilerine zarar verme aşamasına gelmişti katılımcılar. Bir an önce buradan uzaklaşmak gerekliydi. Neyse ki binanın arka kapısı vardı ve bu kapı orman tarafına açılıyordu. Üç arkadaş karar verdiler, binanın arka kapısından sessizce burayı terk edeceklerdi. Yanlarına oyuna ait verileri alarak arka kapıdan dışarıya sızdıklarında akşam karanlığı çökmek üzereydi. Hızlıca binadan uzaklaşıp ve ormana doğru yürümeye başladılar. Bir süre yürüdükten sonra dönüp geriye baktıklarında kocaman bir duman yükseliyordu çalışma ofislerinin bulunduğu yerden. Canlarını kurtarmışlardı ancak bu yaşananları hak ettiklerini düşünmüyorlardı. Boran, içlerinde en çok canı sıkılan ve mahcup olan kişiydi. 
Saatlerce nereye gittiklerini bilmeden yürüdüler. Orman karanlıktı ve ne gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde artık yorulduklarını hissettiler. Biraz dinlenmek iyi gelecekti fakat nerede? Bir şeyler yeseler iyi olacaktı, fakat ne? 
Ağaçların seyreldiği ve gökyüzünün göründüğü bir yerde artık dinlenmek zamanı geldiğini anladılar. Burası kayalıkların da bulunduğu bir yerdi. Belki ateş yakarak sabahı burada bekleyebilirlerdi. Kısa sürede bir ateş yaktılar buraya. Kayalıkların olduğu yere sırtlarını verdiler ve ayakkabılarını çıkararak dinlenmeye başladılar. Ali Eymen:
-Keşke yiyecek bir şeyler olsaydı, dedi. 
Kerem Gökalp:
-Yiyecek bir şeyler almak için beklesek şu an burada olmayabilirdik, diye devam etti.
Bu esnada Boran, yakındaki ağaçları izliyordu. Belki bir meyve ağacı vardır, diye düşünüyordu. Yaktıkları ateş, beslemedikleri halde büyüyordu. Git gide alevler daha da yükseliyordu. Ali Eymen, çantasını kurcalıyordu ve veri disklerini elinde tutuyordu. O esnada nasıl olduysa birdenbire elindeki diskler kaydı ve ateşe düştü. Bu durum, üç arkadaşın tüm emeklerinin boşa gitmesi demekti. Kurtarmaya çalışsalar da ateş iyice güçlenmişti. Kıvılcımlar çıkıyor, küçük patlamalar yaşanıyordu. Bu esnada ateşin sıcaklığı kaybolmuştu ama halen yanıyordu. Hafif bir titreme hissettiler ayaklarının altında. Kendilerini bir portal kapısının önünde buldular. Korkmuşlardı fakat ormandan daha güvenli bir yere ulaşabilme ihtimalleri vardı. Üstelik artık kötü bir imajın sahibi olmuşlardı ve oyunlarına dair tüm verileri de kaybetmişlerdi. Kaybedecek bir şeyleri yoktu, bu kapıdan geçmek zorundalardı. Üç arkadaş işaret diliyle birbirleriyle anlaşarak kapıdan birer birer içeriye girdiler. İçerisi hayli aydınlıktı ve camdan yapılmış gibi duran 25 hücre vardı sağlı sollu. Her hücrenin içinde hareketsiz duran dört kişi vardı. Nereye düştüklerini anlamamışlardı ki bu esnada tanıdık bir yüz onları karşıladı: Miraç.
Miraç, onların firmalarında çalışan ve oyunda dünya sıralamasında olan biriydi. Pek çok yarışmaya katılmış iyi bir oyuncuydu Miraç. Onu görmek, hepsini biraz olsun rahatlatmıştı. Boran sordu:
-Burası neresi Miraç? Sen burada ne arıyorsun? Biz nasıl geldik buraya?
Miraç tebessüm etti:
-İnsan kendi oyununu hatırlamaz mı? Burası sizin oyununuzun geçtiği dünya. Siz tasarlamış olsanız da ben sizden daha iyi biliyorum bu dünyayı. Şimdi sizlerle güzel bir yolculuğa çıkacağız ve belki de yeniden bu oyuna eski imajını kazandıracağız. 
Ali ve Kerem şaşkınlıkla dinliyordu anlatılanları. Bir rüya olmalıydı bu. Kendi tasarladıkları evrene nasıl düşmüşlerdi? Her şey garipti. Yapacak başka bir şey yoktu Miraç’ı dinlemekten başka. 
İlk hücreye girmelerinin gerektiğini söyledi Miraç. Hücrenin kapısı aralandı ve dört kişilik ekip içeriye daldı. Kapıdan içeriye girdiklerinde kendilerini bir uçakta buldular. Donanımlı bir uçaktı bu ve oyunun devamını hatırlamıştı hepsi. Şimdi uygun bir yerde bu uçaktan atlamaları ve silah bulmaları gerekiyordu. Hayli heyecanlı bir süreç onları bekliyordu. Mücadele edecekleri rakipler oyunun en zor karakterleriydi. Artık susmak ve sadece mücadele etmek zamanıydı. 

Bölüm: 3

Dört kafadar uçaktan atlarken hepsinin de zihninde aynı şey vardı: Ne kadar gerçekçi… Oysa bu tamamen bir oyundu fakat şimdi hayatları oyunun bir parçası olmuştu. Oyun, geride kalmış, hayat memat sorunu başlamıştı. Bir gün böyle bir şey yaşayacakları akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Miraç dışındaki kimse bu heyecanı daha önceden yaşamamıştı. Miraç ise bir kılavuz gibi kendinden emindi. Paraşütler açıldı ve hepsi başka bir evin çatısına indi. Şimdi sırada mücadele için gerekli silahları temin etmek vardı. Dördü de kullanabilecekleri birer silah temin ettiler ve yürümeye başladılar. Her an bir çatışma yaşanabilirdi. Çok uzun sürmeden karşılarına bekledikleri takım çıkmıştı. Çok şiddetli bir çatışma başladı bu esnada. Ali Eymen daha çatışmanın başında parmağından vurulmuştu. Nasıl olsa bu bir oyun ve ben bir şey hissetmem diye düşünüyordu fakat parmağının acısı her geçen dakika artıyordu. Buna rağmen çatışmaya devam ediyordu. Durumu fark eden Kerem, Ali Eymen’in parmağına müdahalede bulundu. Boran, sadece rakip takıma odaklanmıştı. Bu esnada Miraç seslendi:

-Sen onları oyala Boran, ben arkalarından dolaşacağım.

Boran, onları oyalarken Miraç ani bir hareketle yandaki binanın arkasına geçti. Rakip takım onu fark etmemişti bile. Kısa bir süre sonra rakip takımın tamamı Miraç tarafından imha edildi. Yorulmuşlardı ama 25 takım içinden 10 takım yok olmuştu. Geriye yalnızca 15 takım kalmıştı. Üstelik yok olan takım en güçlüleriydi. Bundan sonra ne yaşayacaklardı, başlarına neler gelecekti? Ya kaybederlerse… Gerçekten ölecekler miydi? Yürümeye devam etmek ve diğer takımların karşılarına çıkmasını beklemek gerekiyordu. Kısa bir süre dinlenip yeniden yürümeye başladılar. Bu kez toplu halde değil aralarındaki mesafe açık durumda ilerliyorlardı. Birbirlerinden uzaklaştıklarının farkında değillerdi. Bir süre sonra Ali Eymen, arkadaşlarının kendisinden çok uzakta olduğunu fark etti. Kaybolmuştu. Tek başına mücadele etmesi gerekiyordu şayet rakip takımlarla karşılaşırsa. Tam bu düşünceler aklından geçiyordu ki takımlardan biri tarafından etrafının sarıldığını fark etti. Kaçmaya çalıştı ama bu esnada vurulmuştu. Rakip takımın oyuncuları bir süre Ali Eymen’le alay ettiler.

-Biz seni tanıyoruz aslında. Hani sen bu oyunun yapımcısıydın. Şimdi kendi ürettiğin karakterlere rehin oldun. Çok komik değil mi? Yoksa üzücü mü?

Bir başkası devam etti:

-Bence bırakalım burada, kan kaybından ölsün. Zaten bu oyunu artık kimse oynamıyor.

Ali Eymen ne diyeceğini bilemiyordu. Zaten parmağı da yaralıydı. Bu esnada bir gürültü işitti. Yaklaşan bir helikoptere takımın oyuncuları bindi ve kahkaha ile yükseldiler. Helikopter yere çok yakındı. Ali Eymen son bir kuvvetle yakında duran bir araca kendisini attı. Aracı çalıştırdı ve yine yakında bulunan bir rampaya doğru sürdü. İyice hızlanan araç rampadan aldığı destekle havalandı ve helikoptere çarptı. Helikopter parçalanmış sağa sola savruluyordu. Ali Eymen ise çarpışmanın etkisi ile bayılmıştı.

Kendine geldiğinde Miraç, Ali Eymen’in yaralarını sarıyordu. Bir yandan da koca takımı nasıl alt ettiğini soruyordu ona. Miraç da iki takımı yok etmişti. Son gelişmelerle beraber yalnızca üç takımın kaldığını söylüyordu Miraç. Artık oyunun sonuna doğru gelmişlerdi.  Boran ve Kerem bu esnada etrafı kolaçan etmekle meşguldü.

Bölüm 4: Sona Doğru

Artık Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran bir oyunun içinde olduklarını unutmuşlar gerçek bir yaşam mücadelesi veriyorlardı. Dışardaki dünyayı tamamen unutmuşlardı. Geriye yalnızca üç takım kalmıştı ve oyun alanı daralmıştı. Zaman geçtikçe tüm takımlar orta alana doğru yaklaşıyorlardı. Her takım birbirini görebiliyordu. Herkes siper alacak bir ev bulmuştu ve üçgen şeklinde bir çatışma başlamıştı. Çatışma zaman geçtikçe daha da alevleniyordu. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ın olduğu takım önce sağ taraflarında bulunan takımı yok etmek için çalışmalıydı. Soldaki takım da zaten bu takıma saldırıyordu. İki takım arasında kalan bu ekip bir süre sonra yok edilmişti. Artık oyunun sonu gelmek üzereydi çünkü yalnızca iki takım kalmıştı. Diğer takım, virüsü oyuna bulaştıran ve bu macerayı başlatan takımdı. En güçlüsüydü takımların. Üstelik oyunun tüm kılcallarına bulaşmışlar ve hileli biçimde oynuyorlardı. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran, baştan beri aslında bu takımı yok etmek için çabalıyordu. Diğer takımlar o kadar güçlü değildi. Bu takım ise güçlüydü. En az onlar kadar güçlüydü. Bir de oyunun kurallarında kendilerince değişiklikler yapabiliyorlardı. Asıl sorun da buydu zaten. Karşı takımın lideri bambaşka cihazlarla saldırıyordu. Bu cihazları Ali Eymen bile bilmiyordu ve neyle, nasıl savunma yapacağından habersizdi. Bir süre sadece savunmada kalmaları ve karşı takımı iyice tanımaları gerekiyordu. 

Miraç dışındaki tüm oyuncular, bu takımı yenmenin imkansız olduğuna karar vermişlerdi. Mücadele etmek anlamsızdı. Bu esnada zaten oyunun içinde olduklarını da hatırlamışlardı. Bir an önce bu dünyadan çıkmaları ve gerçek dünyadaki hayata dönmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Üstelik epey zaman geçmişti. Belki oyunu satın alan müşteriler de hınçlarını almışlar ve peşlerini bırakmışlardı. Hatta belki de yeni oyunlar bulmuşlardı. Umutsuzdu herkes, Miraç hariç. 

Miraç:

-Ya kazanacağız ya kazanacağız. İsterseniz siz hiç karışmayın. Bu takımı ben tek başıma bile yenebilirim, dedi. 

Bu teklif Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’a cazip geldi. Yorulmuşlardı. Miraç’a sadece destek olabileceklerini söylediler. Çatışmaya girmek için güçleri yoktu. Zaten bu oyunu kendileri yazmıştı. Şimdi bir virüsle mücadele etmek yeniden bu oyunu canlandırmaya, popüler etmeye yetmeyebilirdi. En iyisi işler yoluna girince yeni bir oyun yazmak ve firma değişikliğine gitmekti. Bu esnada Miraç yerinden fırlamış ve karşı takıma taarruzda bulunmaya başlamıştı. 

Miraç’ın da tam umudu bitmek üzere iken oyunda hiç bilmedikleri birilerini görmeye başladılar. Bu yeni oyuncular, karşı takıma saldırıyor Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ı kolluyorlardı. Bu oyuncular kimdi? Hiçbirinin bir fikri yoktu. Biraz dinlenen ekip son bir güçle Turan Taktiği uygulamaya karar verdi. Geri çekilip karşı takımı ablukaya alacaklardı. Planlarını uyguladılar. Virüslü takım bu taktiğe kolayca kendini kaptırdı. Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Hileli bu mücadeleye ilk kez yeni bir taktik ilave edilmişti ve karşı takım bundan habersizdi. Araya düşen oyuncular ve lider kısa süre içinde yok edildi. Takımlarına destek veren diğer oyuncular da o esnada kaybolmuştu. Buradan, bu dünyadan çıkma vakti gelmişti. Oyun artık ilk günkü ayarlarına dönmüştü. Virüsler silinmişti. Buradan nasıl çıkacaklarını düşünürken önlerinde bir klavye belirdi. Ali Eymen:

-Bununla ne yapmamız gerekiyor, fikri olan var mı, diye sordu.

Miraç:

-Esc düğmesine basarak oyundan çıkabiliriz, dedi. 

Klavyedeki Esc düğmesine bastı. Karşılarında bir seçenek belirdi: Oyundan Ayrılın. 

BÖLÜM 5: BİR YIL


Oyundan Ayrılın, düğmesine basmak zor bir iş değildi fakat bundan sonra olacak şeyler hepsini de ürkütüyordu. Yaşadıkları sadece bir oyun olamazdı. Çok gerçekçiydi her şey. Sessizce düşünürlerken Ali Eymen ani bir hareketle düğmeye bastı. Kısa bir süreliğine her yer karardı. Gözlerini açtıklarında yemyeşil bir ormanın ortasındaydılar. Hemen yanı başlarında büyük bir ateş yanıyordu. Ateş iyice büyümüş, neredeyse ağaçların gövdelerine yaklaşmıştı. Nerede olduklarını düşünmek yerine önce ateşi kontrol altına almaları gerekiyordu. Kısa süre sonra ateşi kontrol altına aldılar ve yorgunlukla bulundukları yere çöktüler. Önce oturdular, sonra uzandılar. 
Bu yaşadıklarını anlamlandıramıyorlardı. Bir süre herkes aynı şeyi yaşadı mı, bunu anlamak için birbirlerine sorular sordular. Gerçekten de hepsi aynı şeyi yaşamıştı. Bir rüya olamazdı bu. Şimdi geriye dönüp oyun binasının olduğu yere bakmaya gelmişti sıra. 
 Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran biraz da çekinerek ve yorgun adımlarla oyun firmasının binasına doğru yola çıktılar. Vakit çok geçmemiş gibiydi. Belki de kalabalık halen oradaydı. Yine de gidip kontrol etmek gerekiyordu. 
Binaya yaklaştıklarında olağanüstü bir şeyler görmediler. Etrafta kimse yoktu. Binanın ışıkları ve tabelası yanıyordu. Bahçeye yaklaştılar, her şey normal görünüyordu. Az önce yaşadıkları şeyler sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Ali Eymen saatine baktı. Saatindeki takvime gözü takıldı. Bir yıl sonrasını gösteriyordu takvim. Tam bir yıl sonrasını…
Dört kafadar arkadaş binanın kapısından içeriye girdiler. Her şey bıraktıkları gibiydi. 






SARI HÜZÜN


Ela Eyşan Polat
Elvin Rana Pelit

Ben sonbahar diyorum
Dedem güz diyor
Bence böyle daha güzel mevsimler
Bahar, yaz, güz, kış

Güz bana hep sarı rengi hatırlatıyor
Yapraklar sarı, güneş sarı, buğdaylar sarı
Otlar da güzün sararıyor

Kar ne kadar kışı süslerse
Yapraklar da öyle güzü süslüyor
Çocuk ruhum her sonbahar
Yapraklardan küçücük tepeler yapıp
Üzerine atlamak istiyor

Anlamadığım bir şey var
Ağaçlar önce beyaz, pembe giyiniyor
Sanki gelinlik gibi
Sonra yeşil elbiselerle selamlıyor beni
Sonra bakıyorum hepsi sapsarı
Kışın çıkarınca elbiselerini
Üşümüyorlar mı









BEYAZ HUZUR

 

Ela Eyşan Polat
Elvin Rana Pelit

Haber dinliyorum
Beyaz kâbus geri döndü diyor
Ben seviniyorum

Seviniyorum çünkü çatıların üstü 
Bembeyaz olacak
Seviniyorum çünkü kartopu oynamaktan
Ellerim kızaracak
Seviniyorum çünkü bahçemdeki kardan adam
Pencereden bana bakacak

Kar, beyaz kâbus değil
Bembeyaz bir mutluluk benim için
Hele bir de kar tatili verilmişse
Değmeyin keyfime

BİR BAŞKA SEVGİ

Ela Eyşan Polat
Elvin Rana Pelit


Çoğu insan kaçsa da yağmurdan
Ben ıslanmak için yağmuru bekliyorum
Ne zaman yağmur başlasa
Şemsiyemi evde bırakıp dışarı çıkıyorum

Çok yağmur yağmışsa ve birikmişse bir yerlere
Üzerinde zıplıyorum
Çamurmuş, soğukmuş, ıslanırmışım umurumda değil
Ben yağmuru seviyorum

Yağmur gece yağıyorsa 
Ve dışarıya çıkamıyorsam
Geçip pencerenin önüne
Elime bir kitap alıyorum
Dışarda yağmur sesi
Bambaşka dünyalara dalıyorum

7 Kasım 2024 Perşembe

İKİSİ BİR ARADA

Meryem Katırcı, Zehra Yıldırım


Hiçbir yerden haber, mail beklemiyordum fakat bir Salı sabahı ansızın gelen bir bildirimle irkildim. Okulun ilk günü, sabahın erken saatinde kimden geldiğini bilmiyordum bu e-postanın. Önceleri umursamadım çünkü okula hazırlık yapmam gerekiyordu fakat belki de hesaplarım ele geçirilmiştir endişesiyle göz ucuyla e-postayı açmaya karar verdim. Bu esnada evden çıkmıştım ve kapıda bekleyen servise binmiştim. Serviste e-postayı okumaya başladım:

Ben Beste. 
On beş yaşımdayım fakat otuz yaşımda gibi hissediyorum kendimi. Bazen çocuk gibiyim bazen olgun biriyim. Beni tanıyanlar hep neşeli görse de zaman zaman duygusallaştığım da olur. Mesela bir perdeye bir sinek konunca, mesela kalemimin ucu ansızın kırılınca, mesela çantamda ıslak mendil kalmayınca. 
On beş yaşımdayım ama hayallerim kaç yaşında bilmiyorum. Bir dağ köyünde öğretmen olmak hayaliyle yaşıyorum. Çalıkuşu Feride gibi olmak istiyorum. Kış boyu sobamın üzerinden çaydanlık hiç eksik olmasın, bahar mevsimi geldiğinde bahçeme soğan, maydanoz ekeyim istiyorum. Yaz tatilinde öğrencilerime örgüler öreyim ve okullar açıldığında onlara hediye edeyim istiyorum. 





Ben Beste, on beş yaşımdayım ve sınavlarla boğuşuyorum. Asla işime yaramayacağını bildiğim problemleri çözmek için döküyorum saçlarımı. Netlerimi biraz artırmak için gece gündüz test çözüyorum. Tost yiyorum acıktığım zamanlarda kantinden. Sunta gibi sert tostları çayla, ayranla yumuşatarak yiyorum. Sabahın erken saatlerinde servise binmek için uyanıyorum. Akşam geç saatlerde dönüyorum eve. Servis şoförü bana Beste, diyor. Annem babam Beste, diyor. Herkes bana Beste, diyor. Kimin bestesi olduğunu bilmediğim bir şarkının içindeyim sürekli. Kim söylüyor beni, kim dinliyor bilmiyorum. Arkadaşlarım bir var, bir yok etrafımda. Bir masalın içinden geçiyor gibi yaşıyorum hayatı. Yapmadığım şeyleri yaptığımı söylüyorlar ama ben hatırlamıyorum. Yaptığım şeyleri, yapmadığımı söylüyorlar ama ben onları hatırlıyorum. Etrafımdaki yüzler bazen çok tanıdık bazen çok yabancı. Yabancı insanlar bana adımla hitap ettiğinde tedirgin oluyorum. Haftada üç gün okula gidiyorum ama beş gün gittiğimi söylüyor arkadaşlarım ve ailem. Haftanın dört gün olduğunu bilmiyorlar galiba. Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri okuldayım. Cumartesi günleri evimdeyim. Bazıları bir haftanın yedi gün olduğunu söylüyor oysa diğer günleri bilmiyorum. 

Bu e-posta bana mı gönderilmişti yoksa bir yanlışlık mı vardı bilmiyordum ancak samimi bir üslubu vardı cümlelerin. Mektubun içinde adını hiç bilmediğim günler vardı ve haftanın dört gün olduğu yazılıydı. Oysa hafta üç günden ibaretti. Salı, Perşembe ve Pazar. Pazar gününe “tesi” ekini ekleyerek yeni bir gün uydurmuştu mektubu yazan kişi. Demek ki hayli kafası karışık ve farklı bir dünyada yaşayan biri diye düşündüm. Benim de ona bir cevap yazmam gerekiyordu. Okulda yazamazdım bu cevabı. Beste’nin okul hayatı aslında benim hayatıma benziyordu. Ben de haftanın bazı günlerini onun gibi yaşıyordum ama günlerin adı farklıydı. Belki de Beste başka bir ülkeden ya da gezegenden yazıyordu. Akşama kadar ona yazacağım mektup zihnimde dolaştı durdu ve akşam ona güzel bir cevap yazmak için bilgisayar başına oturdum.
2.

Hiçbir yerden haber, e-posta beklemiyordum fakat bir pazartesi sabahı ansızın gelen bir bildirimle irkildim. Okulun ilk günü, sabahın erken saatinde kimden geldiğini bilmiyordum bu e-postanın. Önceleri umursamadım çünkü okula hazırlık yapmam gerekiyordu fakat belki de hesaplarım ele geçirilmiştir endişesiyle göz ucuyla e-postayı açmaya karar verdim. Bu esnada evden çıkmıştım ve kapıda bekleyen servise binmiştim. Serviste e-postayı okumaya başladım. 
Ben Gül. 
Otuz yaşımdayım fakat kendimi on beş yaşımda gibi hissediyorum. Bazen yaşımın çok altında hareketler yaptığımı söylüyorlar bana. Beni tanıyanlar hep üzgün görse de zaman zaman neşeli, mutlu da olabiliyorum. Mesela bir kedi çıktığında karşıma ve bana uzattığında başını, mesela günlerdir görmediğim bir arkadaşıma bir markette rastlayınca, mesela kendime yeni bir çanta alınca.
Otuz yaşımdayım ama hayallerim kaç yaşında bilmiyorum. Mesela aya yolculuk yapmak istiyorum ya da bütün dünyayı dolaşmak. Dünyanın bütün denizlerine ayağımı sallamak istiyorum. Bütün ırmaklarında yüzmek. Göçmen kuşlarla her sonbaharda sıcak ülkelere gitmek istiyorum. Her bahar onlarla yeniden dönmek. Benim hayallerim on beş yaşında biri için garip mi bilmiyorum. Bulutlara dokunmak istediğim oluyor kimi zaman kimi zaman bulutları bir pamuk şekeri gibi ısırmak. 
Ben Gül, otuz yaşımdayım ve hiçbir meşgalem yok. Elimde kitaplarla bir yerlere gidip geliyorum ama nereye gittiğimi ve nereden geldiğimi tam olarak ben de bilmiyorum. Bir kopukluk var gibi hayatımda. Bir şeyler eksik gibi. Sabahın erken saatlerinde servise binmek için uyanıyorum. Akşam geç saatlerde dönüyorum eve. Servis şoförü bana Gül, diyor. Annem babam Gül, diyor. Herkes bana Gül, diyor. Ben hiç gülmüyorum. Ben genelde hüzünleniyorum hatta ağlıyorum. Arkadaşlarım bir var, bir yok etrafımda. Bir hikâyenin içinden geçiyor gibi yaşıyorum hayatı. Yapmadığım şeyleri yaptığımı söylüyorlar ama ben hatırlamıyorum. Yaptığım şeyleri, yapmadığımı söylüyorlar ama ben onları hatırlıyorum. Etrafımdaki yüzler bazen çok tanıdık bazen çok yabancı. Yabancı insanlar bana adımla hitap ettiğinde tedirgin oluyorum. Haftada iki gün okula gidiyorum ama beş gün gittiğimi söylüyor arkadaşlarım ve ailem. Otuz yaşında bir insan okula niye gider anlamıyorum. Haftanın üç gün olduğunu bilmiyorlar galiba. Salı ve perşembe günleri okuldayım. Pazar günleri evimdeyim. Bazıları bir haftanın yedi gün olduğunu söylüyor oysa diğer günleri bilmiyorum.

Mektubu okuduğumda kafam hayli karışmıştı. Hiçbir şey anlamamıştım mektuptan. Yerimde öylece kalakalmıştım. Servis şoförünün sesiyle irkildim:
Bestegül, bütün arkadaşların indi. Senin okula gitmeye niyetin yok galiba. 
Her gün bana Beste, diye seslenen şoför, neden Bestegül, demişti?