30 Kasım 2024 Cumartesi

YİNE CAN SIKINTISI

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
ZÜMRA ŞAHİN


Yıllardır kar yağıyor ama ardından hemen eriyordu. Büyükler sürekli diz boyu yağan kardan bahsediyordu ancak ben hiç böyle bir kar yağışı görmemiştim. Anlattıkları bana masal gibi geliyordu. Güya diz boyunu hatta zaman zaman evlerin çatısını bile aşan kar yağarmış eskiden ve günlerce insanlar evlerinde mahsur kalırmış. Anlattıkları sanki başka bir dünya ya da başka bir ülke gibi geliyordu. Yine bir kış mevsimi yaklaşıyordu ve ben bilmem kaç defa dinlediğim eski kış maceralarını biraz da inanmadan dinleyecektim. 
Henüz kasım ayıydı ve meteoroloji yoğun kar yağışından bahsediyordu. Daha önce de bu tarz haberler vermişler ama kar kalınlığı üç beş santimetreyi geçmemişti. Nihayet kar yağmaya başladı. Nasıl olsa sabaha bir şey kalmaz diye düşündüm fakat kar durmuyor ve yerlerde yükseliyordu. Akşam oldu, kar halen yağıyordu. Ertesi sabah uyandım, kar yine yağıyordu. Her yer bembeyaz olmuştu. Pazartesi gününe kadar devam etti kar yağışı ve yine yağmaya devam ediyordu. Kaç zamandır hasret olduğum kar tatili haberini aldığımda önce çok sevindim. Okullar, bir haftalığına tatil olmuştu çünkü kar yağışının durmaya niyeti yoktu. Tatili fırsat bilerek dışarıya çıktım. Adım atmaya kalkıştığımda biraz zorlandığımı fark ettim. Evet, kar yüksekliği dizlerimi aşıyordu. Demek ki yaşlılar haklıymış, diz boyu kar yağabiliyormuş diye düşündüm. Artık ilerleyen yıllarda benim de çocuklara anlatacağım bir hikayem vardı. Kar, diz boyu yağardı o zamanlar, diye başlayacaktım hikayeye. Nerde o eski kışlar, diye devam edecektim. Yürünecek gibi değildi dışarısı. Biraz çaba sarf ettim. Hatta nasıl olsa kimse görmüyor diye karların üzerinde biraz yuvarlandım ve eve döndüm. Dışarısı soğuktu. Ayaklarım, ellerim, burnum, kulaklarım donmuş gibiydi. İçerde oturmak bir yere kadar keyifliydi, sonrasında insan sıkılıyordu. 
Kar, durmadan yağıyordu. Sanki gökyüzünde bir yerler delinmiş gibiydi. Gün geçtikçe iyice sıkıcı olmaya başlamıştı kar tatili. Bir hafta sonra yollar açılır ve yeniden okula devam ederiz diye düşünüyordum fakat bu umudum boşa çıktı çünkü okullar bir hafta daha tatil olmuştu. Çok sevindirici bir haberdi bu fakat yapacak bir şeyler bulmam gerekiyordu. Belki de yaşadıklarımı yazmam gerekir diyerek boş bir defter buldum kendime ve günü gününe yaşadıklarımı yazmaya başladım.
25 Kasım
Gün boyu kar yağdı ve pencereden izledim.
26 Kasım
Yine kar yağdı yine izledim.
27 Kasım
Dışarıya çıktım fakat yürüyemedim, eve döndüm. Yine kar yağdı.
28 Kasım
Bu kar yağışının biteceğini düşünmüyorum. Galiba kıyamete doğru gidiyoruz. 
Günlüklerim de sıkıcı bir hal almıştı. Belki de hikâye yazmalıydım. 
Tam, iyice sıkıldığımı düşünmeye başlamıştım ki pencereden dışarıya baktığımda beyazlıkların içinde kımıldayan bir şeyler olduğunu fark ettim. Belki de beyaz bir kedi veya kedicikler vardı kar içerisinde. Dikkatle bakmaya çalıştım fakat net olarak bir şey görünmüyordu. En azından kendime bir uğraş bulmuş gibiydim. Gelip gidip pencereden kar birikintisine bakıyordum ve her seferinde bir hareketlilik görüyordum. Belki de kar altında birileri kalmıştı, donmak üzereydi. Bu düşüncemi anneme söylediğimde kahkaha ile güldü. Uzun süre kara baktığımdan böyle şeyler gördüğümü söylüyordu fakat ona inanmıyordum. 
Gün boyu boş boş oturduğum için gece uykum gelmemişti. Perdeyi aralayarak yeniden baktım hareketliliğin olduğu yere. Evet, şimdi daha iyi görebiliyordum ve bu kar yığını hareket ediyordu. Üstelik gündüz gördüğümden daha da yüksekti burası. Dışarıya çıkmak istiyordum lakin gecenin bu saati bu fikir iyi değildi. Oyalanacak bir şeyler bulmalıydım. Kar canavarı olabilir miydi bu birikintinin altında hareket eden? Araştırmaya başlamıştım bile. Böyle bir şeyin olmadığını fark ettim araştırmalarım sonunda. Son kez birikintiye bakıp uyumaya karar verdim. 
Ertesi sabah uyandığımda yerlerdeki karın daha da yükseldiğini gördüm. Normalde ikinci kattaki evimiz sanki birinci kata inmiş gibiydi. Uzaklara baktım, müstakil evlerin yalnızca çatısı görünüyordu. Kar, artık kabusa dönüşmüştü. Şimdi erimeye başlasa aylar sürerdi bu karın bitmesi. Galiba dünyanın değilse de yaşadığım yerin sonu yakındı. Böyle şeyler sadece filmlerde, hikayelerde olur zannediyordum. Telaşlanan yalnızca bendim. Büyüklerim, durumdan memnundu. Eski zamanlar, demeyi bırakmışlardı. Sanki gençliklerine dönmüş gibilerdi. Böyle devam ederse ekmek, su, yiyecek ihtiyaçları baş gösterebilirdi. Okulumu özlediğimi hissediyordum. En azından kafamda değişik korkular olmuyordu. Bu esnada günlerdir sınıf arkadaşlarımla hiç görüşmediğimi hatırladım. Birkaç arkadaşımı aradım fakat ulaşamadım. Git gide kocaman dünya, kocaman şehir, kocaman hayat sadece evden ibaret olmuştu. Hayatımın sonuna kadar evden çıkamamaktan korkmaya başlamıştım. Artık gücümün kalmadığını hissediyordum. Benim dışımda herkes yaşananların normal olduğunu düşünüyordu. 
Ertesi gün yataktan hiç çıkmadım. Çıkmaya da niyetim yoktu. Artık pencereden dışarıyı izlemeyi de bırakmıştım. Kuş sesleri kaybolalı çok olmuştu. Belki de serçeler donmuştu yuvalarında. Bütün olumsuzluklar üst üste yığılmış ve bir çıkış noktası kalmamıştı. 
Bu hikâyeyi ben de böyle bitirmek istemezdim fakat hikâyem burada bitmişti. Zaten kar durmuş, yollar açılmıştı. Yarın okula gidecektim ve hâlen yapmadığım ödevlerim vardı. 

29 Kasım 2024 Cuma

TAHLİYE

Betül Seyhan

Bu karanlık zindanda
Hayalinin ışığına sığındım
Gerçekten uzaklaştığımın
Farkına bile varmadım

Beklentilerin esiri olmaktan
Gerçeğin ipini koparmıştım
Hayalinle yaşamaktan
Asıl seni anlayamamıştım

Parmaklıkların ardına geçtim
Gerçeklerle çarpıştım
İşte o an özgürleştim
Hiç olmadığını anladım

USANÇ

Akın Eliş

O güne kadar bir şeyler yazılmıştı üzerime
Çoğu eksik ya da hatalıydı
Zaten yazılanlar da kalmıyordu ertesi güne
Su üstüne yazılmış gibi satırlardı

Bana yazılanları taşımak çoğu zaman
Ağır geliyor beyazlığıma
Neyse ki sürekli değişiyor harfler, cümleler, hikâyeler
Bakmayın siz sürekli ayakta durduğuma

Bir dost yetiyor yenilemek için her şeyi
Bir dostun dokunması sessizce bana
Yüklenmeyin, yüklenmeyin artık
Her derste farklı şeyler öğrenmiş
Bu yaşlı sınıf tahtasına

AYIRT ETME

Ezgi Budak


Doğru ve yanlış gerçekten var mı? İkisi de illüzyondan ibaret olamaz mı? 
Doğru ve yanlışı ayırt edebilmek yalnızca yetişkinlere mi özgü? Çok gördükleri için mi? Çok görmek mi yoksa farklı görmek mi bizi olgun yapar? Yaş, yalnızca bir geri sayım mıdır? Olgunluk her yaşta kazanılabilir. Peki ya olgunluk bize ayırt etme yetisi verir mi? Belki verir ama ayırt etme yetisi ihtiyaç değildir. Beşeri erdemler ihtiyaç mıdır ki? Olmayan şeyleri ayırt edemeyiz. Doğru, yanlış ya da onların arasında bir kavram vardır. Bu yüzden ayırt etmeye ihtiyacımız yoktur. Olgunluk, yaş, doğru ve yanlış alakasızdır. Bunları birbirine bağlamak için kullanılmış ipler, bir doğru ya da yanlış oluşturmaz. 
Doğrunun ve yanlışın var olabilmesi için bakış açıları gerekir. Salt doğru, toplum tarafından kabul edilmiş olandır -bilim-. Salt yanlış ise bunun tam zıddıdır. Bu ikisi arasında kalan kısım, bizlerin bakış açısına bırakılmıştır. 
Salt doğru ve salt yanlış vardır. Doğru ve yanlış yoktur. Bu durumda bile salt doğru ve yanlış sorgulanabilir. O zaman neden insanlar kanıtlanabilirliği olmayan bu konu üzerine bu kadar tartışıyor? Kimin doğru, kimin yanlış olduğunu asla bulamayacaklar. 
Bir başka insanın üzerinde kendi doğruların zorla taht kurarsa bu onu doğru olmaktan çıkarmaz mı? Doğru ve yanlış üzerine verilen bu savaş asla bir son bulmayacaktır ve diğer tüm savaşlar gibi bu da ölüm getirecektir. Doğru veya yanlış fark etmeksizin. 


KARANLIKTAKİ PEMBE

İdil Karaman

Elimde balonum var
Yürüyorum sokakta
Sabah akşam demeden 
Gece gündüz demeden

Balonumun rengi pembe
Issız sokağın tek rengi
Geniş yolda tek başımayım
Hep olduğu gibi

Balonum süzülüyor yukarda
Rüzgâr vuruyor yüzüme
Soluyorum ferah havayı
Yine giderken evinin önüne 

NORMALLEŞME

İdil Karaman

Oturuyorum pencere kenarında yine
Her zaman olduğu gibi
Soran yok hâlimi, hatırımı
Her zaman olduğu gibi

Dışarda dökülüyor kar taneleri
Ürkütücü bir beyaza boyuyor manzarayı
Gözyaşlarım da böyle özgürce süzülse
Rahatlayacak gibiyim

Ama atıyorum içime işte
Her zaman olduğu gibi
Garip gelmez kimseye bu durgunluğum
Her zaman olduğu için

SEBEB-İ TELİF

Ezgi Budak

Kimse gelip de bana “Neden yazıyorsun?” diye sormasın. Yazmak benim ihtiyacım olduğundan bir sebebi yok. Aslında bu soruya kendiniz de cevap bulabilirsiniz. Kendinize “Neden nefes alıyorum?” diye sorun. Bulduğunuz cevap, hepimizin cevabı olacaktır. 

VAROLUŞ SEBEBİM

Akın Eliş

O güne kadar neler silmiştim hatırlamıyordum. Sürekli bir şeyler siliyordum. Bazen bir sınavda cevapları, bazen alınmış önemli kararları. Yanımda olan biri vardı, arkadaşım sayılır mıydı, bilmiyordum ama sürekli yanımdaydı. O da sürekli yazıyordu. O ne kadar yazarsa ben de o kadar siliyordum ama bir şeyler eksik gibi hissediyordum. 
Hep siliyordum, belki de devrim yaratacak fikirleri siliyordum. Bu mizacım bana kötü biri olduğum duygusunu aşılıyordu. Yoksa ben, kötü biri miydim? Eğer ben kötüysem arkadaşım iyi biri miydi? Zaten ben sürekli hor görülüyordum. İnsanlar yalnızca hata yaptıklarında, işleri bana düştüğünde benden bir şeyler bekliyorlardı. Kullanılmış gibi hissediyordum kendimi ve her kullanılışımda küçük parçalara ayrılıyordum, tükeniyordum sanki.  Sürekli kendisini parçalıyorlar ve parçalarını çöpe atıyorlardı. Arkadaşım da kullanılıyordu ama benim kadar hızlı tükenmiyordu. Ondan kopan parçacık olmuyordu. Hatta onun yanlışlarıydı belki de beni bitiren. Tıpkı insanlar gibi o da bana borçluydu çoğu şeyi.  O güne kadar neler silmiştim, hatırlamıyordum. Belki bu yazı yazılırken bile önemli cümleleri, fikirler silmişti
Sürekli yazıyordu arkadaşım. Belki de ona göre yazmaktır tek önemli olan şey. Yazmak, onun varlık sebebidir belki ama benim için silmek o kadar önemli bir şey değil. O fikirleri, duyguları yazıyordu ben ise onun yazdıklarından yanlış olanları temizliyordum. İz bırakmıyordum geriye. İz bıraktığımda insanların bana olan güveni sarsılıyordu. Öyle olmak istemiyordum. Beni bu hayata tutunduracak bir dal parçasına el uzatıp o dalın bulunduğu ağacın tepesinde hayatı kendim için anlamlı kılmak istiyordum. Bu isteğimde başarılı olduğumu düşünmüyordum.
Bir süre ortadan kaybolursam belki de onun bana ne kadar ihtiyacının olduğunu gözlemleyebilirdim. Bu düşünceyle köşeye, en uç noktaya sakladım kendimi. Zaten insanlar ihtiyaç hissetmediği sürece yokluğumun farkına varmıyordu. Bakalım, arkadaşım benim yokluğumu hissedecek miydi? Saklandığım yerde kaç saat, kaç gün kaldım bilmiyorum. Kendime gelmiştim; yıpranmamış, ufanmamıştım. Tatil dedikleri belki de böyle bir şeydi. Tam yeni hayatıma alışıyordum ki bir gürültü hissettim saklandığım yerde. Beni arıyorlardı. Arkadaşım üzgündü. Bir kenarda upuzun yatıyordu. Daha fazla saklanmanın anlamı yoktu. Dinlenmiş ve kendime güvenen bir eda ile başımı usulca uzattım. Başımı uzatır uzatmaz hatalarla karşı karşıya geldim. Bu hataları yok etmem gerekiyordu. Bu görev kutsaldı. Varlık sebebimdi. Yine harcanacaktım ama boşuna değildi bu. Tam işimi tamamlıyordum ki daha önce hiç görmediğim birini daha gördüm. Beni sevdiği, gözlerinden anlaşılıyordu. Sildiğim hatalardan sonra bana teşekkür eder gibi bakıyordu. Galiba yazan arkadaşımdan ziyade onun için önemliydim. Hatta belki de hayatını bana borçluydu. Çöpe gitmekten onu kurtaran bendim, benim küçük parçalarımdı. 
Arkadaşım yazmazsa ne yapacaktım. Benim varlığım, onun varlığına kelepçeli miydi? Bir amaca bağlayamadığım görevimi bile kaybedecektim o olmadığı zamanlarda. Bir oyuncak kadar bile değerim yoktu onsuz. Anladım ki o olmazsa ben pek işe yarayacak gibi değildim. O zaman onunla hareket etmeliydim. Onunla ortak bir amaç belirlemeli ve o amaca doğru yürümeliydim. Peki, o benim hakkımda ne düşünüyordu? İyi birisi olmalıydı çünkü insanlar benden çok onu tutuyordu el üstünde. Hatta insanların kalbinin üzerinde yerinin olduğunu biliyordum, görüyordum. Ona bu düşüncelerimi açmalı mıydım? Beni anlar mıydı? Aynı dili konuştuğumuz söylenemezdi. Onun sesi daha ince ve ahenkliydi. Benim sesim ise tekdüze ve sert. Kimi zaman bu sertlik yüzünden işleri heba ettiğim oluyordu. Madem benim varlığım onun varlığına bağlıydı, bir şekilde onunla konuşmalıydım. Onun varlığı benim varlığıma bağlı değildi ama yanında beni görmek ona huzur veriyor ve onun rahat hareket etmesini sağlıyordu, biliyordum. Konuşsam, söylesem, anlatsam beni küçümser miydi?
Silemeyecekti, beğenmediği görevini yapamayacaktı ve daha da önemsiz olacaktı. 
Gerçi arkadaşı da küçülüyor, yıpranıyordu ama el üstünde tutuluyordu her zaman. Hatta kalbin üzerindeki ceplerde yeri vardı.
Ne kadar ömrüm kaldığını bilmiyordum ama mutluydum. Varlık sebebimi artık biliyordum. 

28 Kasım 2024 Perşembe

AKŞAM SANRISI

ZEHRA YILDIRIM, MERYEM KATIRCI


Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim. Bir yandan karnım acıkmış oluyor bir yandan da yorulmuş oluyordum fakat haftanın iki günü dersler uzadıkça uzuyordu. Herkesin evinde yemeğini yediği saatte ben halen sınıfımda derste oluyordum. Tek başıma değil elbette. Benimle aynı durumu paylaşan bir avuç kaderdaşım vardı neyse ki. Akşam derslerine de bir yere kadar dayanabilirdim fakat bu ders matematikse… Katlanılmaz bir azaba dönüşüyordu haftanın bu iki günü.  
Matematik dersi başlamıştı ama ben başlayamamıştım. Öğretmen soruları yazmıştı ama ben soruları göremiyordum. Öğretmen soruları çözmüştü, ben onları da göremiyordum. Zaman zaman önüme bir yemek tabağı geliyordu, içinde dolmalar olan, mantı bulunan, yaprak sarmaları olan…  Sonra öğretmenin sesiyle o tabak uzaklaşıp gidiyordu. Bazen bir çay bardağı düşünüyordum masada, elimi uzatınca pet şişeye dönüşüyordu. Akşam dersleri böyle bir havada ilerliyordu. Matematik dersi başlamıştı ve bitmek üzereydi. Ben çoktan bitmiştim. 
İkinci dersin tam ortasında sınıfın kapısı vurulmadan açıldı. Nefes nefese bir adam girdi içeriye. Bu adamı ilk kez görüyordum.  Hiçbir şey söylemedi ve sanki benden başka kimse de görmüyordu. Göz göze geldik fakat o ani bir hareketle duvardaki düğmeye bastı ve lambaları söndürdü. Ardından hızla kapıyı çarpıp gitti. Sınıf karanlığa gömülmüştü. Kimse bir şey söylemiyordu. Öğretmenimiz yerinden kalkarak lambayı yeniden açtı. Bu esnada sınıfın kapısını açarak az önce lambayı söndüren kişiye baktı. Kimse görünmüyordu. Sınıf kapısını kapattı ve kaldığı yerden sorular yazmaya, çözmeye devam ediyordu ki kapı yeniden açıldı. Yine kapı vurulmamıştı ve gelen yine aynı kişiydi. Kendi kendine:
-Perili sınıf mıdır nedir? Az önce söndürdüm buranın lambasını yine açılmış, diyerek lambayı söndürdü. 
Öğretmenimiz bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama adam duymuyordu bile. Yeniden sınıfı karanlığa boğarak uzaklaştı adam. 
Öğretmenimiz şaşkındı. Benim de yemek hayallerim çoktan uçuşmuştu. Hatta bu hareketlilik yorgunluğumu da almıştı. Öğretmenimiz yeniden lambaları açtı. Bu kez tahtaya bir şey yazmadı. Bize de bir şey söylemedi. Sınıfın kapısını açtı ve beklemeye başladı. 
Çok geçmeden aynı adam nefes nefese sınıfa yine girdi. Sınıfa girerken besmele çekiyor ve söyleniyordu:
-Ya benim kafam çok karışık ya da bu sınıfta bir şeyler var. Adım gibi biliyorum, iki kez kapattım bu sınıfın lambasını. 
Bu esnada öğretmenimiz adama bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat adam sınıf boşmuş gibi davranıyordu. Bizler de bir şeyler söylemeye çalıştık. Adam görmüyor, duymuyordu. Yeniden lambaları söndürdü ama bu kez çıkmadı dışarıya. 
Öğretmenimiz lamba düğmesinin yanına gitti yeniden ve lambayı açtı. Adam, bembeyaz olmuş, hareketsiz kalmıştı. Titrek parmağı ile düğmeye yeniden bastı ve kapattı lambayı. Öğretmenimiz bu kez lamba düğmesine üst üste basmaya başladı. Lamba, bir yanıyor bir sönüyordu. Bu esnada çığlık çığlığa adam koşmaya başladı koridorda. Dışarıya çıktığında halen bağırıyor, bir şeyler söylüyordu. Neyse ki ders bitmişti. Çantamı toparladım. Değişik bir gün olmuştu. Acaba evde akşam yemeğinde ne vardı? Belki dolma, belki sarma, belki mantı. Belki de dünden kalan mercimek çorbası. Hayır hayır, yeni ve sıcak bir şeyler olsun.  
Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim dedim ya. Artık bir şey de anlamıyorum bu derslerden ve derslerde garip şeyler oluyor. İyi miyim? İyiyim iyiyim. 


O KELİME

Rukiye Tokgöz

Dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay. Bir insan ömründeki yerine baktığımızda çok uzun. Neyden mi bahsediyorum, elbette okuldan. Şu an yedinci sınıftayım ve daha ilerde kaç sınıfım olacak bilmiyorum. Geriye baktığımda okuldan önceki hayatıma dair hiçbir şey hatırlamıyorum. 
Ne zaman yürüdüm?
Ne zaman konuştum?
Ne zaman koşmaya başladım?
Ne zaman kendi yemeğimi kendim yemeye başladım?
Ekmek almaya kendi başıma ilk ne zaman gittim?
Bu soruların hiçbirinin cevabı yok bende ama ne zaman okumaya başladığımı, ne zaman yazmaya başladığımı biliyorum. Ödevlerim ne zaman boyunu aştı, biliyorum. Kaç kez iyi not aldım ya da kaç kez sınavım iyi geçmedi, hepsini hatırlıyorum. 
Şimdiden hayatımı sadece okulla anlamlı kılmışım gibi geliyor. Yedinci sınıftayım. Yani yedi senedir yaz tatiller hariç zamanım hep okulda geçmiş. Günlerimin önemli bir bölümünü okulda geçirmişim. Annemden, babamdan çok arkadaşlarımı, öğretmenlerimi görmüşüm. Peki kazancım ne oldu? Bitmek bilmeyen ödevler, bittikçe yenisi verilen ödevler. Okuldan kalan zamanım bile okul için çalışarak geçmiş.
Şikayetçi miyim bu durumdan? Okul olmasa hayatım daha mı güzel olurdu? Herkesin bir okulu olmak zorunda mı?
Bence hayata dair şeyler okul olmadan da öğrenilebilir. İnsan, okullarda ömrünü harcamadan da bir meslek sahibi olabilir mutlaka fakat okulun eğitim dışında başka görevleri de var sanki. Mesela arkadaşlık. Okul, güvenli ve devamlı arkadaşlıklar için güzel bir imkân sağlıyor aslında. Beden eğitimi, resim, müzik gibi dersler keşke ders olmasa, not kaygısı olmasa her insanın mutlaka ilgilenmesi gereken alanlar bence. 
Türkçe, matematik, fen bilgisi, sosyal bilgiler… onlarca ders var ve yüzlerce konu var fakat bu dersler insanın kendi kendisini keşfetmesine imkan sağlamıyorsa bir anlamı yok hiçbirinin. İnsanın benliğini, özünü, hayata dair sorularını yakalamıyorsa boşlukta kalıyor dersler de. Hatta ilkokul senelerimde düşünmüştüm, hayat bilgisi adında bir ders var ama hayata dair hiçbir şey öğrenemiyoruz o dersten. 
Hayalimde şöyle bir okul var: Çocukların zorlanmadığı, ödevlerin yığılmadığı, çalışanların başarılı olduğu, notların adaletle verildiği, öğrencilerin koşarak gittiği ve tatil olduğunda üzüldüğü bir okul… Öyle bir okul olmalı ki evimden daha çok orayı özlemeliyim. Parklardan daha çok oranın bahçesinde huzur bulmalıyım. Öyle bir okul olmalı ki en azından ortaokuldan sonra hangi mesleği seçeceğimi bilmeliyim ve yalnız o meslekle ilgili dersleri almalıyım. Bu dersleri zorla değil gönüllü ve keyifli olarak almalıyım. Öyle bir okul olmalı ki sınav olmamalı, öğretmenlerin keyfi not uygulamaları da olmamalı. Eğitim, zillerle başlayıp bitmemeli. Yorulunca derse ara verilmeli, dinlenince yeniden devam etmeli. Öyle bir okul olmalı ki dersler sınıflarda değil bazen bahçede, bazen müzede, bazen bir ırmak kenarında hatta başka başka şehirlerde işlenmeli. Kim bilir, belki bir gün…
Okul; dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay.