7 Ocak 2025 Salı

HAYIRDIR İNŞALLAH


Salih Taha Balta

Mahzun gözlerle dışarıya baktı. Yağmur her yeri ıslatmış ve yağmaya devam ediyordu. Yağmurdan nefret ederdi. Yağmur onun için tüm felaketlerin sebebiydi. Yağmur, kötülüklerle gelirdi. Tarlalar berbat olurdu gereğinden fazla yağdığında. Toprak kayması olurdu, dereler coşar, sel çok şeyi sürükleyip götürürdü. Üstelik araç kazaları da artardı yağmurlu havalarda. Köyüne giden servisin içindeydi ve dışarıya bakarken aklına başka şeyler geliyordu. Yağmurdan daha kötü bir şey varsa o da kardı. Hayvanların yiyecekleri bile kar altında kalıyordu o yağdığında. Soğuk ve hastalık da cabası. Aslında sadece yağmurdan, kardan değil her şeyden nefret ediyordu. Kendinden bile. Her şeye suç bulmanın bir anlamı yoktu. Hele de insanların “rahmet, bereket” dediği şeylerden nefret etmesi anlamsızdı. Sorun kendisindeydi. 
Bu düşüncelerle serviste ilerlerken yağmur şiddetini artırmıştı iyice. Servisin silecekleri yetersiz kalıyordu. Gök delinmiş gibiydi. Sanki binlerce hortum yukardan üzerlerine su tutuyor gibiydi. Yollar göle dönmüş, neredeyse servisin içine su dolacaktı. Yol görünmediği için araç sağa sola sallanıyordu. Dikkatle dışarıya baktığında yağmur damlalarının arasında kar tanelerinin de olduğunu gördü. Çok geçmedi ki yağmur, yerini kara bıraktı ve şiddetli bir tipi başladı. Yol, hızla kapanıyordu kardan. Az önceki yağmur yerini buza ve kara bırakmıştı yollarda. Aracın ilerlemesi iyice zorlaşmıştı. Kayarak ilerliyordu artık. Şoför aracı kontrol etmekte zorlanıyordu. Şiddetli ve uzun süreli bir kaymadan sonra servis yoldan çıktı ve uçurumda takla atarak yuvarlanmaya başladı. Yolcular aracın içinde sağa sola yuvarlanıyor, koltuklara tutunmaya çalışıyorlardı. Nihayet yuvarlanış bitti. Yolcuların her biri çığlık atıyor, sonra birer birer kayboluyorlardı. Şoför geriye döndü ve baktı. Hiçbir endişe yoktu yüzünde. Hatta kötü kötü gülüyordu. Araçta yalnızca o ve kendisi kalmıştı. Diğer insanlar aniden nereye gitmişti. Servisin camları kırıktı ama kapısı kapalıydı. Belki de pencereden yuvarlanmıştı diğer yolcular. Şoför hâlen gülüyordu. Yerinden kalkıp ona haddini bildirmeliydi. Bu işlerin sebebi oydu. Az daha dikkatli olabilirdi. Koltuklardan tutarak yerinden kalktı. Terlemişti. Bir şeyler söyleyecekti ki yatağında olduğunu fark etti. Sağa sola baktı. Pencereye baktı. Dışarda kar başlamıştı. Derin bir nefes aldı ve şükretti yaşadıklarının rüya olduğuna. Terli olmasına rağmen pencereyi açtı ve kar tanelerine doğru bakarak bağırdı:
-Hoş geldiniz… Bereket getirdiniz. 

4 Ocak 2025 Cumartesi

AĞAÇ

Üner Taha Aydemir

Bütün fırtınalar 
Hayatımızı bozmak için gelmezmiş
Bazıları yolumuzu temizlemek içinmiş

Fırtınalar temizlemek istiyor beni de
Düşünüyorum
Birinin yoluna mı çıktım diye
Çünkü
Şiddetli
Çok şiddetli
Rüzgârlar var etrafımda
Bense güçsüz ve mecruh bir ağaç gibiyim
Bunca kıyametin ortasında

Yaslanacak bir yer arıyorum kendime
Yıkılmayayım diye
Ve sonunda bulduğuma inanıyorum
Yıkılmayacağım
Sağlam bir duvar olduğuna
Ama hayır yanılıyormuşum

Çünkü unutuyorum
Ağaç düşer yaslandığı yöne 
Bu yüzden dikkat etmeli
Güvendiğin kişiye

YABAN ARISI

Üner Taha Aydemir

Tırmanıyorsun en yüksek dağa
En ihtişamlı, ulaşılması en zor olanına
Ne için?
İnsanlar seni görsün diye
Kibrin kabarıp seni bulutlara çıkarsın diye
Altında kalanları
Dağdaki her bir taşla ezeyim diye
Onların hatası
Benden daha iyi olmamaları
Diye sayıklıyorsun

Aslında en büyük hatayı sen yapıyorsun
Tırmanma en büyük dağa
Görsün diye seni dünya 
Tırman dünyayı görmek için
O zaman en başarılısı sensin
Yaban arısı gibi 
Karşı koymalısın kurallara
Sana mani olanlara
Ve bakmalısın dünyaya
En zirvesinden

SANDIK

Üner Taha Aydemir

Camları buğulu
Ardını göremiyor
Bu kalpsiz varlıklar
Merhametlerini yanlarına
Almayı unutmuşlar
Duygularını saklıyorlar
Zalim sandıkta

Ölmeyi mi bekliyorlar
Kurtulmayı mı
Belirsiz
Fakat beklemedikleri kesin
Unutulmayı
Kaybolup toprağa karışmayı

Sanıyorlar ki sonsuzlar 
Ama bilmiyorlar
İki kez ölürmüş insan
İlki nefesi kesilince
İkicisi ise
Adlarını bilen son kişi ölünce

SUÇLU


Üner Taha Aydemir

Yaratılanı severim
Yaratandan ötürü
Demiş aralarından en hayırlısı
O hâlde ben miyim
Bu âlemin en hayırsızı

Suç mu sevmemek bu insanları
Bileğine zulüm prangalanmış küstahları 
O hâlde ben miyim 
Bu âlemin en suçlu insanı 

Elimde değil
Gözü kararmışları sevmemek
Hatta nefret etmek
Onlar beni istemiyorlar eminim
Nereden mi biliyorum
Çünkü ben de onlardan biriyim

NASİPSİZ NASİPLİ

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 


Elinden gelen başka bir iş yoktu. Mesela sıvacılık yapamazdı, tarımla uğraşamazdı, hayvan besleyemezdi. Bunların hepsi hem tecrübe istiyordu hem de beden kuvveti. Yapabileceği tek iş esnaflıktı. Ticarete atılmalı ve tez zamanda köşeyi dönmeliydi. Cengiz amca yıllar boyu her işi denemiş fakat hiçbirinde başarılı olamamıştı. Aslında onun başarısızlığının nedeni fazla dürüst olmasıydı. Hak ettiğinden fazla ücret almamıştı hiçbir işten. Bazı işleri de ücretsiz yapıyor, bunun için paraya gerek yok, diyordu. Etrafında onun bu özelliğini bilenler hep ona aptal muamelesi yapıyordu, üstelik tüm işlerini de ona hallettiriyorlardı çünkü Cengiz amcanın sözlüğünde “hayır” kelimesi yoktu. Acıkan biri olduğunda Cengiz amcaya geliyor ve şöyle diyordu:
-Bana yemek ısmarlar mısın, karnım çok aç. 
Cengiz amca cebinde para olmasa bile mutlaka o kişiye bir ziyafet çekiyordu. Borç buluyor, borçlanıyor ama yine de o kişiyi tok olarak gönderiyordu. 
Ya da bahçesi, bostanı ekilecek olan biri Cengiz amcaya geliyor ve ona diyordu ki:
-Benim canım hiç çalışmak istemiyor. Nasıl olsa boş adamsın. Sevabına şu bahçeye bir düzen versen, tohumları eksen, bellesen. 
Cengiz amca bahçe bostan işlerinden anlamamasına rağmen günlerce sürse bile o kişinin işini mutlaka görüyordu. Üstelik yemek ve su istemeden. 
Şimdi ticarete atılmalıydı ve çok para kazanmalıydı. Geride bıraktığı yılları telafi etmeliydi. Ticaretten iyi anladığını bildiği Kayserili bir arkadaşıyla günlerce konuştu, dinledi ve sonunda bir firmanın düdüklü tencerelerini satmaya karar verdi. Tencereleri firmadan ücretsiz alacak ve sattıktan sonra üzerinden prim alarak tencerenin ücretini firmaya verecekti. Kaç tencere satarsa o kadar çok kazanacaktı. Bunun için bir dükkana da ihtiyaç yoktu. Sabahın erken saatlerinde eline birkaç tencere alacak, sattıkça gidip yeni tencereler temin edecekti. Üstelik sattığı tencerelerin yarı fiyatı kendisine prim olarak verilecekti. Düşündü, günde on tencere satarsa ayda üç yüz tencere yapıyordu. Belki ilerde tencereleri kendisi bile imal edebilirdi. 
İlgili firmayla ayaküstü konuştu anlaştı ve ilk etapta üç tencereyi alarak firmadan ayrıldı. Kapı kapı dolaşıp tencereyi tanıtması gerekiyordu. Bir süre ilerledikten sonra ilk binanın önünde durdu tam zile basacaktı ki içerden gelen sesleri duydu. Karı koca birbirine bağırıyordu. İstemediği halde biraz kulak misafiri oldu. Kavganın sebebi düdüklü tencereydi. Kadın tüm gücüyle bağırıyordu:
-Bana sormadan ne tenceresi aldın sen? Bu tencere bir kez bile kullanılmaz. Verdiğin paranın onda biri bile etmez. İnsan bakmaz mı alacağı eşyaya.
Bu sözleri duyan Cengiz amca hızla bu kapıdan uzaklaştı. Birkaç adım daha atmıştı ki girmeye niyetlendiği kapının önünde onlarca ayakkabı gördü. Üstelik kapı açıktı. Üç tencerenin üçünü de burada satarım, diye düşündü. Tam kapıdan adım atıyordu ki kendisine doğru uzatılan helvayı fark etti. İki eli de dolu olduğu için helvayı almakta zorluk çekti. En son tencerelerden birinin içine helvayı koydu ve utanarak geri döndü. Dönerken de sessizce helvayı uzatan kişiye:
-Allah rahmet eylesin, dedi. 
Helvayı uzatan kişi gözleri yere bakar vaziyette cevap verdi:
-Hep o düdüklü tencere yüzünden. Rahmetli, mutfakta iken patlamış ve kapak başına gelmiş. Şimdi o firmayı dava etmeyi düşünüyoruz. 
Bu cümleyi duyan Cengiz amca elindeki tencereleri arkasına doğru itti ve ayrıldı. 
Morali bozulmuştu iyice. Bu kadar olumsuzluk, nasipsizlik biraz fazlaydı onun için. Bir süre daha ilerledi. Gözüne kestirdiği ilk evin kapısında durdu. Zile bastı fakat içerden herhangi bir tepki gelmedi. Zile bir kez daha bastı, bir süre bekledi bir kere daha bastı. Nihayet içerden sesler gelmeye başlamıştı. Kapı usulca açıldı ve ardında yaşlı bir adam göründü. Kalın, kocaman gözlükleri vardı adamın. Elinde bir de bastonu vardı. Kocaman göbeği, pijamasının düğmelerini zorluyordu. Cengiz amcaya hiçbir şey sormadan elinde tuttuğu şekerliği uzattı ve:
-İyi bayramlar çocuğum, şekerini buradan alabilirsin. İstediğin kadar alabilirsin. Harçlık da vermek isterdim ama emekliyim ben kusura bakma dedi. 
Cengiz amca cevap vermeyince:
-Sen ne kadar utangaç bir çocuksun, şu poşetini uzat bakalım, diyerek tencerenin içine iki tane bayram şekeri koydu. 
Cengiz amcanın dili tutulmuştu sanki. Bayrama daha kırk gün vardı. Şekerler de Ramazan Bayramı’ndan kalmıştı ihtimal. Bir an üç tencereyi de oraya bırakmak ve dönmek istedi fakat firma ya tencereleri ya da satış ücretini bekliyordu.
Yürüyecek gücü kalmamıştı. Az ilerde bir park gördü. Parka doğru gitti ve boş bir banka oturdu. Yanına da tencereleri dizdi. Bu esnada helvayı hatırladı ve helvayı tam yerken bir ses duydu:
-Amca kaça satıyorsun bu tencereleri?
Bu ses yabancı değildi ama sesin sahibini hatırlamıyordu. Sorusuna cevap alamayan adam devam etti:
-Düdüklü tencere yüzünden az kalsın yuvamız dağılıyordu. Bana şimdi güzel ve kaliteli bir tencere lazım. Bunlar iş görür mü?
Cengiz amca bu sözler üzerine sesin sahibini hatırladı. Az önce kavga seslerinin geldiği evden tanıyordu bu sesi. 
Tencerenin fiyatını söyledi. Kalitesi hakkında bilgisi olmadığını ama iş görecek bir tencere olduğunu ilave etti. Üstelik tencere alan ilk müşteriye iki şeker de hediye edeceğini söyledi. Adam, şekerleri görünce tencerenin kalitesini sorgulamayı unuttu ve istenen ücreti ödeyerek koşar adım evine doğru gitti. 
Cengiz amca şaşkındı. Helvayı yemeye devam edecekti ki yine bir ses duydu:
-Bu tencere patlamaz değil mi?
Cengiz amca:
-Patlamaz merak etmeyin. Oldukça kaliteli bir ürün. 
Fakat bu sesin sahibini de bir yerlerden tanıyordu. Dikkatlice bakınca az önce kendisine helva ikram eden kişiyi tanıdı. 
-Öyle ise bir tane alayım, dedi sesin sahibi. 
Cengiz amca ikinci tencereyi de satmıştı. Hem de oturduğu yerde. Artık helvayı yiyip kalan tek tencereyi de firmaya götürmeliydi. Bu iş ona göre değildi galiba.
Helvayı bitirmişti nihayet. Kalan son tencereyi eline alıp kalkıyordu ki az önce kendisine şeker veren dedeyi gördü karşısında. Dede bir tencereye baktı bir de Cengiz amcaya:
-Ben seni tanıyorum çocuk ama nereden tanıyorum bilmiyorum. 
Cengiz amca bozuntuya vermedi. 
-İnsan insana benzer dedeciğim. 
Bu yakınlığı duyan ihtiyar devam etti:
-Bayramdan sonra düğünümüz var ve ev eşyası topluyoruz. Sen ne satıyorsun? Yanındaki kutuda ne var?
Cengiz amca:
-Düdüklü tencere, dedi.
Fiyatını bile sorma ihtiyacı hissetmeden dede devam etti:
-Aldım gitti. 
Cengiz amca üçüncü tencereyi de satmıştı. Morali artık düzelmişti. Kayserili arkadaşının söylediği hiçbir şey işe yaramamıştı. Kendisi daha iyi bir tüccardı galiba. Nasibin peşine düşmemek lazımdı. Nasip gelip insanı buluyordu. Bu park onun nasibinin adresiydi.  Belki üç beş tencere daha getirir ve bu parkta akşama kadar satardı. Keyifle firmanın önüne geldi. Tam kapıdan içeriye girecekti ki bir yazı gözüne çarptı: “Cumaya gittik, ne zaman döneceğimiz belli değil.”
Günlerden pazartesiydi. Üç tencere parası Cengiz amcanın cebindeydi. Paranın yarısını kapının altından içeriye doğru itekledi. Kimsenin hakkına girmek istemezdi. Oysa ilk kez bir işte başarılı olmuş ve para kazanmıştı. Tam yerden doğrulacaktı ki kafasına düşen düdüklü tencere ile olduğu yere yıkılıverdi. 

BAŞIMIN ÜSTÜNDE YERİ VAR

 EYMEN ÇAM 


Kafana takma diyorlar
Takmamak olur mu hiç
O kafamda değilken
Kendimi iyi hissetmiyorum


Kışın en ayaz günlerinde
Yazın güneşli saatlerinde
Kafamda onunla geziyorum
Ben onsuz yapamıyorum

O benim için yoldaş
Başımın üstünde yeri olan arkadaş
Ayakkabı nasıl gerekli ise insana
Bence öyle gerekli güzel bir şapka

KARAMSAR GÜNLER

 YUSUF KEREM ACAR 

Ne kadar iyimser olsam da
Yine de gelip beni buluyor karamsarlık
Özellikle pazartesi günleri 
Yanımdan ayrılmıyor bile bir anlık


Bana soruyorlar ne oldu ne var
Bir şey yok diyorum inanmıyorlar
Nasıl geçecek günler cuma nasıl gelecek
Bunu düşünüyorum yalnızca bilmiyorlar

Pazar gününden başlıyor aslında karamsarlık
Çünkü ertesi günü büyük karanlık
Yaz tatillerinde görün siz beni
Yanımdan ayrılmıyor hiç aydınlık

ALIŞAMADIM


İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

Hâlen alışamadım sana
Oysa benim için vazgeçilmezsin
Sürekli yanımdasın
Burnumun ucunda

Sen varken dünya daha renkli
Sen varken her şey daha anlaşılır
Yokluğun biraz karanlık, karmaşık
Neyse ki derecelerin çok küçük
Umarım daha fazla büyümez onlar
Sevgili gözlük 

KÜÇÜK YALNIZLIK

Aden Mira Kartal


Kocaman bir sınıfta
Nedir yalnız kalmak bilir misiniz
Üstelik en yakın arkadaşınız yoksa yanınızda
Baktığınızda yalnızca boşluk varsa sıranızda
Nasıl geçecek zaman diye düşünürsünüz


Neyse ki uzun sürmeyecek bu ayrılık
Ve arkadaşım geldiğinde yanımdaki sıraya
Bitecek bu küçük yalnızlık