Eymen Akif Şahin
Uçmak /ister /insan /bir gün
İster / ister /uçmak /ister
İnsan / uçmak/ niye /ister
Bir gün /ister / ister /uçmak
Paralar / var / dünya da / çok fazla
Var / İngilizlerin / Çinlilerin / paraları
Dünya da / Çinlilerin / nüfusu / gibi
Çok fazla / paraları / gibi / anlamsız
23 Şubat 2024 Cuma
VEZN-İ ÂHAR DENEMELERİ
VEZN-İ ÂHAR DENEMESİ
Livanur Ekici
Nasıl / yazıyorlar / anlamıyorum / şiirleri
Yazıyorlar / durmadan /anlamsız / yorulmadan
Anlamıyorum / anlamsız / kelimeler / geziyor
Şiirleri /yorulmadan / geziyor / sayfalarda
ÇANTAMA DÖKÜLEN SU
Hanzade Eligüzel
Çantama dökülen su
Her şeyimi ıslatmış
Defterim boyalarım çantam
Hepsi sırılsıklam olmuş
Tüm eşyalarımı
Peteğin üstüne koydum
Ama hiçbir eşyam
Yine de kurumadı
22 Şubat 2024 Perşembe
MİÇO'NUN SERÜVENLERİ 2
Umut Bulut, Akın Eliş, Atıf Kaan Salar
Gizemli Pusula
Evvel zaman içinde değildi olanlar ama hangi zamanda olduğu da belirsizdi. Develer de yoktu o zaman insanların yanında ve pireler de yalnızca kedilerin, köpeklerin üzerindeydi. Papağanlar vardı. Siyah papağan vardı özellikle. Miço kendisine seslenince “gidelim” diyen bir papağan.
Miço, papağanın konuşmasına şaşırmıştı. Papağanların konuştuğunu biliyordu ama sorulara cevap verebildiklerini bilmiyordu. Papağanlar sadece ezberler ve taklit ederlerdi. Miço’nun aklına başka sorular geldi:
-Demek sen konuşabiliyorsun. Aklıma takılan çok şey var ama nasıl olsa adada baş başayız. Önce ilk sorumu sorayım: Seninle daha önce tanışmış mıydık? Sürekli bana bakıyordun yolculuk sırasında.
Papağan başını bile oynatmadan cevap verdi:
-Düşün Miço, iyi düşün. Tanışıyoruz seninle. Hem de başka diyarlardan belki de hikâyelerden.
Miço aklından “Papağanla konuşursan böyle cevaplar normal.” diye geçirdi. Diğer soruları sonraya bıraktı. Birlikte ilerliyorlardı ama nereye gittiklerini bilmiyordu Miço. Papağan onun tepesinde bir daire çizdikten sonra:
-Peşime düş, beni takip et, dedi.
Miço’nun zaten yapacak başka işi yoktu. Siyah papağanı takip etmeye başladı. Bir süre sonra ormana girmişlerdi. Ağaçların dallarından güneş aşağıya inmiyordu. Biraz karanlık ve serindi orman. Papağan gökten inmiş, Miço’nun omuzuna konmuştu. Tıpkı daha önce mavi sakallı kaptanın omzuna konduğu gibi. Hayli ağırdı papağan. Miço az ilerde gördüklerine inanamadı. Gözlerini sildi, bir daha baktı. Üzeri yosunlanmış tahtalardan oluşan bir kulübe vardı önünde. Kimi tahtalar çürümüş, kırılmıştı. Önce ürktü ancak papağanın teşvikiyle iyice yaklaştı. Kapının önünde üç basamak vardı. İlk basamağa adımını attığında bir çıtırtı duydu. Tahtalar iyice yaşlanmıştı. Dikkat etmesi gerekiyordu. Kapının önüne geldiğinde kapı kendiliğinden korkunç bir gıcırtıyla açıldı. Her yer örümcek ağları ve tozlarla kaplıydı. Papağan içeriye girip kanat çırptığında adeta duman gibi toz kalktı. Miço toz çekilinceye kadar dışarda bekledi. Daha temiz ve güzel bir manzara bekliyordu ki kapıdan yuvarlanan bir kuru kafa ile tekrar ürktü. Kuru kafa sanki kendisine sırıtıyor gibiydi. Üstelik çenesinde mavi bir sakal vardı. Papağan dışarıya çıktığında kuru kafayı gördü ve hüzünlendi.
Miço, içeriye girdi. İçerde pek çok eşya vardı. Bazıları kırık ve çürüktü ama işine yarayacak aletler, sandıklar, şömine ve yatak vardı. Etrafı kontrol ederken bir de tozlu defter gözüne ilişti. Burada yaşayabilirim düşüncesi zihnine geliyor ancak bunu kabul etmek istemiyordu. Burada yaşamamalı, bir an önce buradan kurtulmalıydı.
Papağan içeri girdi:
-Yeni evimiz hayırlı olsun, dedi Miço’ya. Miço sustu, etrafı incelemeye devam etti. Mutfak eşyası bile vardı burada. Bir tencere, birkaç bardak, boş şişeler… Temiz gördüğü bir sandalyenin üzerine oturup defteri incelemeye başladı. Sandalye ıslaktı ama kalkmaya gücü kalmamıştı. Zaten terlemişti yol boyu. Defteri eline aldığında ilk sayfada çirkin bir yazıyla Robinson Crusoe ismini gördü. Olamazdı böyle bir şey. Robinson’la aynı kaderi paylaşamazdı. Belki başka biri yazmıştı bu defteri ve üzerine Robinson’un ismini yazmıştı. Canı sıkıldı. Temizlik yapmalıydı ama biraz defteri okuduktan sona. Defterin ilk sayfası hayli etkileyiciydi. Şöyle başlıyordu:
“Bu adaya geleli ne kadar zaman oldu bilmiyorum. Burada henüz başka mevsim yaşamadım. Demek ki birkaç ay ancak oldu. Bu satırları kim okuyacak hiçbir fikrim yok. Belki ben okuyacağım ilerde bir anı olarak. Belki bu adadan hiç kurtulamayacağım ve yıllar sonra buraya düşen başkaları bulacak bu defteri. Yazacak çok şeyim yok aslında fakat yazmaya başladığım bu güne “kurtuluşa gidişin birinci günü” ismini vermek istiyorum. Umarım bu defter bitmeden buradan kurtulurum.”
Miço bu satırları okuduktan sonra deftere bir kez daha baktı. Yüzlerce sayfaydı ve son sayfası bile doluydu. Yine morali bozuldu. Son sayfayı açtı:
“Kurtuluşa giden günün üç yüz elli ikinci günü
Ey bu defteri bulan kişi, neden hemen son sayfaya baktın ki. Ben günlerce senin için yazdım bunları. Sen hemen buradan kurtulmak istiyorsun. Sabırsız bir Miço olmalısın sen. Otur, çalış, efendi efendi bu adaya alış. Sonra zaten buradan kurtuluşun sırrını bulacaksın. ”
Miço şaşkındı. Papağan da tepesinde sanki yazıları okuyor gibiydi. Miço’ya:
-Adam haklı Miço, acelemiz yok, dedi.
Miço, acele etmemeyi öğrenmişti bir süre sonra. Burası onun yaşam alanıydı. Kurtulacağına inanıyor o yüzden her gün büyük bir ateş yakıyordu. Bir yandan da bu eski kulübeyi yaşanır hale getirmeye çalışıyordu. Bazen de papağanla sohbet ediyordu.
Artık kulübe bir düzen almıştı. Miço kendine ve papağana yiyecek bile depolamıştı. Şimdi de etrafını biraz düzeltmek geriyordu kulübenin. Bu düşünceyle bahçe oluşturmaya karar verdi. Kulübenin önündeki taşları kullanacaktı bahçe yapmak için. Ayrıca buraya bir de su getirmesi gerekiyordu yakındaki dereden. Taşların bir kısmını dizmeye başladı evin etrafına. Tüm taşlar bittiğinde taşların altında bir pusula buldu. Ne tozlanmıştı bu pusula ne paslanmıştı. Parlıyordu üstelik. Ne işine yarayacağını tam olarak bilemiyordu bu küçük adada ancak çok mutlu olmuştu bu pusulayı bulduğuna. Pusulanın mavi renkli tek bir ibresi vardı. Bozuk, diye düşündü. Pusulanın hemen altında bir küçük kutu daha vardı. O da sağlam ve parlaktı. Kutuyu açtığında küçük bir not gördü:
“Sana söylemiştim buraya alışman gerektiğini. Az önce bulduğun o pusula bozuk filan değil. Sadece kullanmasını bilmiyorsun. Kullanmayı öğrendiğinde bana teşekkür edeceksin.”
DEVAM EDECEK
MEVSİMLER
Metehan Ersoy
Artık kar yağmıyor eskisi kadar
Kar yağmayınca kışın da güzelliği olmuyor
Ağaçlar, çatılar ve yollar
Beyaz örtüyle kaplanmayınca
Yalnızca soğuk kalıyor geriye
Kışın bir anlamı kalmıyor
Yazlar da artık daha sıcak
Dışarda gezmek için değil
Dışarıya çıkmamak için çabalıyoruz
Ağaçlar kuruyor kaldırımlarda birer birer
Sıcaktan kuşlar bile uçamıyor çoğu zaman
Yaz yağmuru derlerdi ya
O yağmurlar şimdi neredeler
Yalnızca
Baharlar kaldı tadında
Ne sıcak ne soğuk
Az da olsa yağmur var
Bahar dışında mevsimler
Ya soğuk ya kavruk
SERVİS
Metehan Ersoy
Bazen düşünüyorum
Uzak uzak yerlere okullar yapılmış
Her sabah uyanıp gitmek
Ne kadar zor olurdu
Saatlerce yürüyerek
Ya da otobüs değiştirerek
İyi ki servisler var diyorum sonra
Okul servisleri
Kapıdan alıp
Kapıya bırakan bizleri
UZUN HİKAYE
Metehan Ersoy
Etrafındakiler çok söylemişti mutlaka iyi bir eğitim alması gerektiğini. Aksi takdirde başarılı olamayacağını söylemişlerdi. O da bir eğitim almıştı ancak eğitim aldığı alanda bir türlü iş bulamamıştı. Yoksa üniversite mezunuydu. Sadece liseyi okuyarak hayata atılmış biri değildi. Hayali öğretmen olmaktı. Öğrencileri, okulu seviyordu ama öğretmen olamamıştı. Yine de okuldan kopmuş değildi. Her sabah ve her akşam okula uğruyordu ders için değilse bile. O bir öğrenci servisi şoförüydü. Her sabah, herkesten önce uyanıyor ve çocukları okullarına yetiştirmek için canla başla çalışıyordu. Öğrenciler de onu seviyordu doğrusu. Öğrencilerin en güvendiği ağabeyiydi. Hasta olana “İyileştin mi?” diye soruyordu. Canı sıkkın olan öğrenciye “Dersler nasıl gidiyor?” diye soruyordu.
Yaz tatilleri onun için sıkıcıydı. Okuldan, çocuklardan uzak kalmak yoruyordu onu. Diğer servis şoförlerinin aksine kar tatili, bayram tatili günleri morali bozuluyordu. Öğretmen olsa neler yapmazdı ki okulda? Öğrencilerin en sevdiği öğretmen olurdu. Kimseye zayıf ya da düşük not vermezdi. Yalnızca kendi aracını kullanırdı ama evinin bulunduğu mahalledeki çocukları da okula taşırdı yine seve seve. Öğretmen olamamıştı yine de yapacak bir işi vardı ve okuldan, öğrencilerden de uzak değildi. Şükür, diyordu…
İşinden başka şükür dediği, gözü gibi baktığı diğer şey de minibüsüydü. Minibüs, onun ekmek teknesiydi. Öğrencileri beklerken onunla konuşurdu. Bakımlarını eksiksiz yaptırırdı. Temiz bir ev gibiydi minibüsünün içi. Her gün süpürür, siler, güzel kokular sıkardı içine. Gözü gibi titriyordu bu aracın üzerine ancak bazen de aklına kötü şeyler geliyordu: Ya bir gün yolda kalırsa… Ya kaza yapar ve olumsuzluklar ortaya çıkarsa… Ya bir sabah uyandığında minibüsünü yerinde göremezse… En korktuğu da bir sabah minibüsünü yerinde görememekti. Bazen geceleri uyanıp pencereden minibüsüne baktığı bile oluyordu. Bazen de rüyasında sabah uyandığında minibüsü göremiyor, sokaklarda minibüsünü arıyordu. Böyle bir rüya görünce kan ter içinde uyanıyor ve pencereden yine minibüsüne bakıyordu.
O gece de benzer bir rüya ile uyandı. Karlı bir sabahmış güya. Üşüye üşüye aracının yanına gitmiş ki araç sıcak olsun, çocuklar üşümesin. Bir de ne görsün? Aracının yerinde yeller esiyor. Karda aracının tekerlek izlerini arıyor ama göremiyor. Aşağı mahalleye bakıyor, yukarı caddeye çıkıyor araç yok. Başka bir yere park edip etmediğini düşünüyor, arkadaşlarından birisine emanet verip vermediğini… Araç yok… Böyle bir rüya ile uyandı. Pencereye koştu, kar cidden yağıyordu. Kar tıpkı rüyasındaki gibi yağıyordu ve aracı yerindeydi. Derin bir nefes aldı. Bir bardak su içti. Bu rüyalar nereden çıkmıştı ki? Çok mu düşünüyordu böyle olumsuz şeyleri? Ne olabilirdi ki kapının önünde duran araca? Hem kolay mıydı koca minibüsün kapısını açmak, camını kırmak, çalıştırmak ve götürmek. Âlemde herkes tanırdı onun minibüsünü. Yolda gören olsa arardı mutlaka, senin minibüsü başka biri kullanıyor, diye. Kendi kendini bu düşüncelerle rahatlattı ve uykuya daldı.
Uykuya dalalı kısa bir süre olmuştu ki telefon sesiyle uyandı. Dışarıya baktı, halen karanlıktı. Arayan başka bir servis şoförüydü. Nefes nefese:
-Abi, senin araç az önce bizim mahalleden geçti, üstelik yüksek sesle müzik çalıyordu. Sen böyle şeyler yapmazdın, birine emanet mi verdin minibüsü, dedi. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Koştu pencereye baktı, minibüs gerçekten de yoktu. Eli ayağına dolaştı. Kimi arayacağını, nereye başvuracağını hesap etmeye çalışıyordu. Bir yandan telefonunu arıyordu ama bulamıyordu. O sırada elinin acısını hissetti. Nereye vurmuştu? Nereden gelmişti bu ağrı? Uyandı… Bu rüyaları sık görüyordu ama ilk kez peş peşe görmüştü. Yine koştu pencereye. Yine aracına baktı. Artık uyuması zordu. Kahvaltı bile yapmadı. Minibüsünün yanına indi. Çalıştırdı aracını, ısınmasını bekledi. Minibüste tam uyumak üzereyken hareket saatinin geldiğini fark etti. Uykusunu dağıtmak için aşağı indi. Yerden bir avuç kar aldı. Yüzüne sürdü. Yeniden minibüsüne bindi ve yola koyuldu. Okuluna götürmek için aldığı ilk öğrenci birkaç sokak ötedeydi. Biraz vakit erken gibiydi fakat beklerdi gerekirse. Çocuğu alacağı yere geldi. Kimseler yoktu. Birkaç dakika bekledikten sonra ilk yolcu uykulu gözlerle minibüsün kapısını araladı, içeri girdi:
-Abi hayrola, çok yorgun duruyorsun bugün. Genelde sen bize sorardın halimizi, yorgunluğumuzun sebebini… İyi misin? Uykusuz duruyorsun?
Geriye dönmeden konuştu:
-Boş ver be evlat. Uzun hikâye, dedikten sonra yine gözünü yoldan ayırmadan elini aracın radyosuna uzattı. Radyoda haberler veriliyordu:
İç Anadolu Bölgesi’nde yoğun kar yağışı sebebiyle Sivas, Tokat, Yozgat, Niğde ve Kırıkkale illerinde ve bu illere bağlı ilçelerde eğitime iki gün ara verildi.
21 Şubat 2024 Çarşamba
BEŞ YIL ARA
MEVA VURAL
İnsanlardan sıkılmıştı. Kimseden gösterdiği ilginin, dostluğun, yakınlığın karşılığını görememişti ama yalnız da yaşamak zordu onun için. Evinde bir can şenliği olsun diye evcil hayvan sahiplenmişti. Küçük bir köpekti sahiplendiği ve gerçekten de sahibini seven bir canlıydı bu. Her akşam onu kapıda karşılıyordu. Sabahları evden ayrılırken üzüldüğünü hissediyordu. Oturup onunla televizyon izliyor, müzik dinliyor hatta konuşuyordu. Evet, konuşuyordu. Tek taraflı bir konuşmaydı bu ama oluyordu. Hayatına bir renk gelmişti artık insanlara ihtiyaç duymuyordu.
Birkaç ay bu mutlulukla geçti ancak yeniden her şey sıradan hale gelmişti. Evde bir canlı beslemenin bazı sorumlulukları vardı. Bakımı zordu mesela. Eğlenceli oluyordu ama git gide güçleşiyordu bir hayvanla aynı evi paylaşmak. Bir süre sonra köpeğini ihmal etmeye başladı. Akşamları eve geldiğinde köpeği onu yine kapıda karşılıyordu ama ona karşı bir sevgi gösterisinde bulunmuyordu. Televizyon izlerken, müzik dinlerken evde sanki köpeği yokmuş gibi davranıyordu. Köpek de bu durumdan mutsuz olmaya başlamıştı. Hatta çoğu zaman mamasını bile geciktiriyor, temizliğine dikkat etmiyordu. Konuşmayı da kesmişti artık köpeği ile.
Hayat onun için başa dönmüştü fakat bu kez insanlar yüzünden değil kendi yüzünden. Kendisini seven, kendisine değer veren bir canlıyı göz göre göre ihmal ediyordu.
Her akşamki gibi evine doğru yorgun ve mutsuz dönerken yolda, çöp bidonunun kenarında iki kedi gördü. Kedilerin kendi aralarında konuştuklarını işitti. Büyük beyaz kedi biraz daha kendisinden küçük sarı kediye:
-Bugün hiçbir şey yiyemedim düzgün. Halen açım, diyordu. Diğer kedi de ona cevap veriyordu:
-Birazdan akşam çöpleri dökülmeye başlar, doyarız umarım.
İşittiklerinin bir hayal olduğunu zannederek yürümeye devam etti fakat bu kez de önünden geçtiği ağacın üstündeki kuşların konuşmalarını duydu. Serçeler, leyleklerin dedikodusunu yapıyordu. Hangisinin konuştuğu belli değildi, sayıları çok fazlaydı ancak şöyle bir cümle duydu:
-Yakında gidecek bizim yazlıkçılar. Niye geliyorlarsa her bahar buralara? Sanki biz çok mutluyuz da bir de onlar paylaşıyor bizimle bu ağaçları, mekanları.
Şaşkındı. Evine ulaşmıştı. Birazdan köpeği kapının önünde onu karşılayacak ve ona sevgi gösterileri yapacaktı. Sıkılmıştı bu yılışık hayvandan. Belki de geri vermeliydi aldığı yere. Kapıyı açtı. Köpeği yoktu kapının önünde. Şaşırdı. İçeriye girdiğinde köpeğini koltuğun üzerinde kendisine bakarken gördü. Köpeğine sordu:
-Hayrola beyefendi? Niçin beni karşılamadın bugün?.. Köpeği sahibine bakarak:
-Artık sen de benden usandın, farkındayım. Vereceksen başka yere ver beni ve rahatla, dedi. Sahibi orada bir süre öylece kaldı.
Kedilerin ne konuştuğunu duymuştu, kuşların dedikodularına şahit olmuştu. Şimdi de evindeki köpeği konuşuyordu kendisiyle. Bu rüya mıydı?
Yerine oturdu ve köpeği ile konuşmaya devam etti:
-Demek sen konuşmayı biliyorsun. O zaman haftalardır neden benim tek başıma konuşmama göz yumdun? Keşke cevap verseydin de karşılıklı konuşsaydık. Köpek oturduğu yerden devam etti:
-Ben hep konuştum fakat sen yeni öğrendin bizim dilimizi. Hiçbir zaman ne dediğimi anlamadın benim şimdiye kadar. Artık yeni bir dil öğrendin. Artık bütün hayvanların ne konuştuğunu anlayabilirsin. Bravo sana.
Bu durum, sahibinin hoşuna gitmişti. Sordu:
-Aç mısın? Köpek cevap verdi:
-Kurtlar gibi…
İkisi de tebessüm etti. Köpek mamasını yedi, genç kız da kendisine hazırladığı yemeği.
Ertesi gün işe giderken kapıda kargaların konuştuklarını duydu, yolda kedilerin konuştuklarını. Artık bütün canlıların ne konuştuğunu anlıyor, dahası onların konuşmalarına dâhil oluyor, onlara cevaplar veriyordu.
Komşuları, iş arkadaşları bir süre sonra bu durumdan rahatsız olmaya başladı. Kendileriyle konuşmayan, kendilerine selam vermeyen kız etraftaki tüm hayvanlarla konuşuyordu. Daha doğrusu konuştuğuna inanıyordu. Bu durum herkes tarafından fark edildiğinde artık tedavi edilmesi gerekli bir hal aldığına kanaat getirildi. Bir gün iş yerine gelen sağlık görevlileri tarafından hastaneye götürüldü ve önce aylar, sonra yıllar bu hastanede geçti.
Beş yıl aradan sonra “artık iyileştin” dediler. Artık hayvanlarla konuşmayacaksın, onların ne söylediklerini anlamayacaksın. Oysa kendisi bu durumdan memnundu.
Evine döndüğünde köpeğini merak etti. Köpeği yoktu. Gerçekte hiç olmuş muydu? Onu da hatırlayamadı. Uzun bir rüyadan uyanmış gibiydi. Dışarıya çıkıp, temizlik malzemeleri alarak evini temizlemesi gerekiyordu. Çok kötü kokuyordu evi.
Dışarıya çıktı, markete doğru ilerlerken iki kedinin konuştuğunu duydu:
-Aaa, nerelerdeydi bu kız? En son beş sene önce görmüştük değil mi? Diğer kedi lafa devam etti:
-Epey yaşlanmış, zayıflamış da… Acaba neredeydi?
KUMANDA
Elif Erva Candan
Sürekli televizyon izliyordu. Hatta televizyon karşısında uyuyor, uyanır uyanmaz yeniden televizyon izlemeye başlıyordu. Kanal farkı yoktu Miray için. Yeter ki kendisini içine çekecek görüntüler, sesler olsun. Bazen bir çizgi film bazen dizi film bazen sinema filmi onu hayattan koparmaya yetiyor, reklam ve haber programı geldiğinde kanal değiştiriyor ve izlemeye devam ediyordu. Etrafındaki insanların kim olduğunu, ne konuştuğunu bilmiyordu çoğu zaman. Odadan çıkması gerektiğinde bile geri geri yürüyor, gözünü ekrandan ayırmıyordu.
Önceleri bu bağımlılığın farkında değildi. Bir süre sonra hayatı yalnızca televizyon olan odadan ibaret hale geldi. 24 saat boyunca ekran başındaydı ve uyku düzeni de kalmamıştı. Gecenin bir saati uyanıyor, izlemeye devam ediyor, gündüzün bir saatinde uyuyakalıyordu.
Bir süre sonra garip rüyalar görmeye başladı. Rüyaları onun için sanki televizyon ekranında bir şeyler izlemek gibiydi. Bir kanaldan diğerine geçer gibi rüyadan uyanıyor ekrana bakıyor, ekran karşısında uyuyor rüyada gözünü açıyordu. Rüyalarında da hareketsizdi. İnsan rüyasında koşmaz, atlamaz, oynamaz, şarkı söylemez mi? Hiçbirini yapmıyordu. Rüyalarını bile sadece izlemekle yetiniyordu.
Bir süre sonra bu duruma da alıştı. Hayat onun için artık izlediği rüyalar ve izlediği televizyondan oluşuyordu.
Rüya mı yoksa bir televizyon programı mı olduğunu bilmediği bir vakitte oturduğu yerden sıkıldığını hissetti. Çıkıp biraz nefes almak, dışarıya bakmak istiyordu. Belki de bunlar izlediği bir filmin kahramanının aklında geçen şeylerdi. Yine de usulca kalktı yerinden. Güneş doğmuş olmalıydı. Dışarısı aydınlıktı. Perdeleri açtı ve dışarıya baktı. Hava almalıydı. Balkona çıkmaya karar verdi. Balkonun kapısını araladı. Evinin balkonunun bu kadar uzun olduğunu bilmiyordu ve gün ışığı almayalı, görmeyeli kaç zaman olmuştu kim bilir? Gözlerini kısarak dışarıya bakıyordu. Bu balkonda birkaç tur atılabilir diye düşündü ve yürümeye başladı. Yürüdükçe balkon uzuyor, uzuyordu. Geri dönüş güç olacaktı yürüdüğü balkonda. Ayakları kaç zamandır bu kadar yere basmamıştı. Yorulduğunu hissettiği anda başı dönmeye başladı. Tutunacak bir duvar, parmaklık, balkon demiri arıyordu ki havada olduğunu hissetti. Ağır çekimde bir film kahramanı gibi diğer katların balkonlarını geçiyor, usul usul yere yaklaşıyordu. Kimi çamaşır asmıştı balkona kimi çiçek saksısı koymuştu. Düşerken arka fonda bir de müzik sesi duyuluyordu ve hoş bir müzik değildi bu. Eğilip aşağıya baktı, okula gitmek için servis bekleyen bir çocuk tam düşeceği yerde bekliyordu. Çocuğa seslenmeye çalıştı ancak sesi çıkmıyordu. Büyük bir gürültü ile çocuğun üzerine düştü. Yerinden kalkamıyordu. Çocuk sağlamdı ve şaşkın şaşkın kendisine bakıyordu. Miray çocuğa baktı:
-Özür dilerim, bir şeyin var mı?
Çocuk konuşmuyordu. O sırada siren sesleri duyuldu. Miray hareket etmek istiyordu ancak hareket edemiyordu. Kumandayı aradı yakınında ancak yoktu. Kanal değişmenin vakti gelmişti. Her yer simsiyah olmuştu. Sesler kesilmişti.
Gözlerini tekrar açtığında üzerine doğru eğilen sağlık görevlilerini gördü. Eli, yine kumandayı aradı ama bulamadı. Yatıyordu. Yan tarafa döndüğünde az önce üzerine düştüğü çocuğu gördü. Çocuk da yatıyordu. Çocuğa doğru seslendi:
-Özür dilerim. Çocuk başını hareket ettirdi ve:
-Önemli bir şeyim yok ablacığım. Senin durumun daha ağır. Ben birazdan taburcu olacağım.
Günlerdir kimseyle konuşmuyordu ve ilk kez bir çocukla konuşma ihtiyacı hissediyordu. Konuşmaya başladı. Kendisini, hayatını, rüyalarını, izlediği filmleri anlattı durdu. Artık bir arkadaşı vardı yaşı kendisinden küçük olsa bile.
Öğleye doğru çocuk taburcu oldu. Ayrılırken:
-Seni ziyarete geleceğim Miray abla, dedi. Miray’ın eli yine kumanda aradı, bulamadı.
Kaç gün, kaç gece kaldı orada Miray, bilmiyordu. Sadece zaman zaman uyanıyor, uyuduğu anda yine rüyalarını seyretmeye devam ediyor fakat uyanınca hiçbirini hatırlamıyor, kumanda arıyordu.
Bir sabah uyandığında yine kumanda aradı, bulamadı. Başucunda birileri bir şeyler konuşuyordu. Onlara doğru bakarak:
-Üzerine düştüğüm çocuk, hani yanımda yatmıştı öğleye kadar, geldi mi beni ziyarete, dedi.
Kısa bir süre sessizlik oluştu.
-Şurada yatıyordu ve siz onu gönderdiniz. Benim tek arkadaşım oydu hayatta. Mutlaka geleceğim, demişti. Gelmedi mi? Uğramadı mı?
Sağlık görevlileri suskundu. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Miray’a baktılar. Görevlilerden biri Miray’a yaklaştı:
-Balkondan düştüğünden beri bir ay geride kaldı. Boş bir zemin üzerine düşmüştün. Yanında da kimse yatmadı senin hiç. Kimsenin üzerine düşmemişsin yani.
Miray, olanları anlamakta güçlük çekiyordu. Eliyle kumanda aradı, yoktu.
GÖK GÜRÜLTÜSÜ
Aydın Çınar Yıldırım
Epeydir yağmayan yağmur nihayet başlamıştı ama bu kez de bitmek bilmiyordu. Bir haftadır azalıp çoğalarak yağmaya devam ediyordu. Dereler dolmuş, ırmaklar coşmuştu.
Yağmur biraz hafifleyince Nurettin kaç gündür ağılda kapalı koyunlarını biraz dolaştırmak, otlatmak için dışarıya çıkardı. Her yer çamurdu ve otlar olabildiğince gürleşmişti. Derelerden halen sel geliyordu ama biraz olsun hafiflemişti sel. Köyün epey uzağına kadar koyunlarını otlatarak ilerledi. Ayakları çamur bağlamıştı ve artık ağırlaşmıştı ayakkabıları. Kuru, çamursuz bir yer bulup ayakkabılarını temizlemek ve biraz da bir şeyler yemek için kendisine mekan aramaya başladı. O sırada derenin hemen kenarındaki büyük kayayı gözüne kestirdi ve koyunlarını kendi haline bırakarak kayanın üzerine geçti. Topladığı kuru dal ve kök parçalarıyla küçük bir ateş yaktı. Islak olduğu için dal parçaları biraz zorlanmıştı. Ardından yanında getirdiği malzemeleri ve çayı çıkardı. Bayırda çay içmenin, bir şeyler yemenin tadı başka oluyordu. Hele yanında ateş de varsa. Ayakkabılarını çıkardı ve taş parçalarının, otların yardımıyla temizledi. Sonra çayını demledi. Sofrasını hazırladı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra ateşin geçmek üzere olduğunu fark etti. Derenin kenarına yığılmış dal ve kök parçalarını ateşin yanına koyarak önce kurutmayı sonra da yakmayı düşündü. Ayakları yeniden çamur olacaktı ama bu keyif değerdi.
Derenin kenarına indi. Büyük bir kök parçası sürüklemişti sel. Kenarından tuttu, güçlükle sürüklemeye başladı. Bu esnada yerde gözüne yuvarlak bir cisim göründü. Dikkat çekiciydi. Üzerinde desen ya da şekle benzeyen bir şeyler vardı. Bir avcunun içine onu aldı, diğer eliyle kök parçasını sürükledi ve kayanın üzerine çıkardı. Ateş, gerçekten de kök parçasını kısa sürede kuruttu ve yakmak için ateşe doğru kök parçasını itekledi. Bu esnada avucunda tuttuğu, dere kenarında bulduğu nesneyi incelemeye başladı. Tarihî bir paraya benziyordu bu. Tekrar dereye indi, nasıl olsa ayakları bir kez çamur olmuştu. Derede iyice yıkadı bulduğu nesneyi. Evet, bu bir paraydı. Üstelik altına benziyordu. Sel getirmişti bunu. Kim bilir nerelerden koparak gelmişti. Zaten yaşadığı köyde birilerinin daha önceleri tarla sürerken define bulduklarına dair hikayeler de anlatılıyordu. Demek ki gerçekti bu anlatılanlar. Dere boyunca yürümeye başladı. Yine aynı paradan bulma ümidi taşıyordu ve koyunları unutmuştu bile. Bir süre yürüdükten sonra yine yerde elinde tuttuğu paraya benzeyen bir yuvarlak nesne gördü. Onu da yıkadı ve diğeri ile yan yana koydu. Evet, aynı paradan bir tane daha bulmuştu.
Bulduğu iki para onu hayallere sevk etmeye yetti. Artık şehre taşınır, kendime bir iş kurarım, düşüncesi ile hayaller peş peşe geliyordu. Önce paraların nerden geldiğini bulmalıydı. Sonra şehre taşınacak, ev ve araba alacaktı. Ömür boyu rahatlık ve huzur içinde yaşayacaktı. Zaten define bulduğunu duyduğu aileler şehre göçüyordu hep. Bu düşüncelerle ilerlerken yerde bir para daha buldu. Yaklaşıyordu hayallerine ve koyunları, köyü, ailesini unutmuştu çoktan. Adeta bulduğu bu paralar onu büyülemiş gibiydi. Zihninde başka hiçbir şey kalmamıştı paraların hepsini bulmak düşüncesinden başka.
Yerde bulduğu her yuvarlak nesneyi önce ayağı ile itekliyor sonra eğilip yokluyordu. Bir ara doğruldu ve nerde olduğunu kestirmeye çalıştı. Hayli uzaklaşmıştı koyunlarından. Tekrar yere baktığında bu yerde üç beş yuvarlak nesne daha gördü. Bunlar daha az çamurluydu ve belliydi para oldukları. Kalp atışları hızlandı. İleriye baktığında adeta kendisini içeriye çağıran bir küçük mağara gördü. Sanki mağaranın dili vardı ve sürekli kendisini içeriye gelmesi için çağırıyordu. İhtimal bulduğu paralar bu mağaradaki başka paraların yanından yağmur suları ile sürüklenmişti. Belki yalnızca bir küp değil küpler dolusu define vardı içerde. Düşündükçe heyecanlanıyordu ancak mağaraya girmekten de korkuyordu. Daha önce hiç görmemişti burasını. İhtimal yağmurun etkisiyle yarısı yıkılmış, göçmüş ve bu mağara girişi ortaya çıkmıştı.
Cesaretini topladı, sağdan soldan bir şeylerle kendisine meşale yapmaya çalıştı. İşe yaramıyordu. Ceketinin kollarını yırtarak bir değneğin ucuna doladı. Çakmağı ile bir kenarını tutuşturdu ve mağaraya doğru ilerlemeye başladı.
Karanlıktı ve su sesi geliyordu içerden. Su damlaları peş peşe yankılanıyordu içerde. Ürperticiydi içerisi. Yerler de çamurdu. Meşalenin ışığını biraz daha büyüttü elliyle. Çok küçük bir yer değildi burası ve ileriye doğru uzanıyordu. Bir süre sonra gözleri içerdeki karanlığa alışmıştı. Sağını solunu rahatlıkla görüyordu. Hiçbir şey yoktu görünürde. Üstü başı çamur olmuştu. Ayakları su içindeydi. Terlemişti. Bir şeyler olmalıydı bu mağarada. En azından bir küp bile bulsa keyfi yerine gelecekti yeniden. Koyunlar çok uzakta kalmışlardı. Vakit akşama doğru ilerliyordu. Bir gök gürültüsü ile irkildi. Yine yağmur başlamıştı anlaşılan.
Biraz daha ilerleyip sonra koyunlarının yanına dönmeyi düşündü. Ümidini kesmeye başlamıştı ki mağaranın en sonunda yarısı kırılmış bir sandık gördü. Sandık tam da hayal ettiği gibi mücevher ve altınlarla doluydu. Aklını kaybetmiş gibi koştu. Evirdi, çevirdi. Çok büyük bir sandıktı bu ve kırılmıştı bir tarafı. Sağlam olsa tek başına taşıyabilirdi fakat kırıktı. Ceketini bir bohça gibi yapıp içine sandıktakileri doldurmayı düşündü fakat ceketinin son parçası şu anda mağarayı aydınlatıyordu. Heyecanla ceplerini doldurmaya başladı. Bir çuval alarak tekrar gelmeyi ve kalan malzemeyi almayı uygun gördü. Ceplerini doldurdu ve meşalenin kalan son ışıklarıyla mağaranın çıkışına doğru yöneldi. Gök gürlüyordu ve su damlaları çoğalmıştı. Bir gürültüyle yeniden irkildi. Gök gürültüsü değildi bu. Toprak kayması gibi bir şeydi sanki. Mağaranın çıkışına geldiğini düşündüğünde önünün tamamen çamur ve kaya parçaları ile dolu olduğunu gördü. Aşağı baktı, ayak izleri duruyordu halen. Evet, burası mağaranın çıkışıydı ancak önü kapanmıştı.
Dışarda yağmur şiddetlenmiş olmalıydı. Meşale söndü. Her yer karanlıktı ve uzaktan, çok uzaktan koyun sesleri geliyordu. Ceplerindeki malzemeyi unutmuştu. Geride kalan sandığı unutmuştu. Hayalleri kuş olup uçmuştu kapalı mağaradan. Her yer karanlıktı ve uzaktan, çok uzaktan koyun sesleri geliyordu. Elleriyle çamuru bir kenara çekmek için çalışmaya başladı. Kan ter içindeydi, bir yandan o çektikçe yeni taş ve kaya parçaları düşüyordu yukardan. Evini düşündü karanlıkta, ailesini… Çok uzaktan koyun sesleri geliyordu. Gök gürültüsü kesilmişti.