4 Ocak 2025 Cumartesi

ÇAY AŞKINA

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 
ADEN MİRA KARTAL



Ekmeksiz yaşarım ama çaysız asla, diyordu. Daha çocukken başlamıştı çaya. Akranları süt içerken o çay içmişti sadece. Şehirlerarası yolculuklarda onun yaşındakiler meyve suyu, kek, bisküvi, çikolata isterken muavinden o yalnızca çay istemişti. Okul kantininde sabahın ilk saatlerinden itibaren her teneffüs çay içiyordu. Çay içmediği gün kendini çok kötü hissediyordu. Hiçbir şey yapası olmuyordu. Ramazan ayında en çok çaysızlık onu zorluyordu. İftarı çayla yapıyordu. Sahurda sadece çay içiyordu. 
İyi çayı kokusundan, renginden tanıyor ve bulduğu yerde bardakla değil sürahiyle içiyordu.
Yıllar geride kalıyordu. Okul çağı geldiğinde yazmayı öğrendiği ilk sözcük “çay”dı. Çay kelimesini okumayı zaten birkaç yaşında iken öğrenmişti. Öğretmenleri bir kompozisyon yazın, dediğinde mutlaka çay konulu yazılar yazıyordu. Matematik dersinde çay problemleri uyduruyordu. Resim dersinde yalnızca çay bardağı ve çaydan resimleri çiziyordu. En sevdiği şehir Rize’ydi çünkü ora çayın merkeziydi. İlerde üniversite okumak için Rize’ye gidecek ve orada yaşamaya devam edecekti. 
Çaylar türlü türlüydü fakat onun için adı çay olan her şey önemliydi. Herkes bisküviyi çaya batırırken o çorbaya çay katıyordu. Ekmeğini, simidini çaya bandırarak yiyordu. Gofret, çikolata yemesi gerektiğinde onları da çay bardağına bırakıp öyle yiyordu. 
Çay, onun kırmızı çizgisiydi. 
Çay içmeyen, sevmeyen kişilerle dostluk kuramazdı. Hele kahve içenlerden nefret ediyordu. Yeni tanıştığı kişilere sorduğu ilk soru şuydu:
-Günde kaç bardak çay içersin?
Günde beş bardaktan az çay içenler ona göre güvenilmez insanlardı. Mesela kardeşi…
Sınav sene yaklaşmıştı ve çayı daha da çoğaltmıştı. Arkadaşları suluk taşırken o termos taşıyordu içi çay dolu olan. Gün içinde termos boşalıyor yeniden dolduruyordu onu çayla. 
O gün ikinci termos çay bittikten sonra önce terledi, ardından kaşınmaya başladı. İlk kez düşündü acaba çayı çok mu içiyorum, diye. Belki de sınıf sıcaktı, hava sıcaktı ondandı kaşınması, terlemesi. Son derse girdiklerinde artık yerinde duramıyor sürekli vücudunun bir yerlerini kaşıyordu. Öğretmenleri durumu fark etmişti ama zaten son dersti. Son derste sırtını sınıfın duvarına yaslamış  kurbanlık dana gibi sırtını duvara sürterek kaşıntıyı gidermeye çalışıyordu. 
Okul bitti ve serviste kaşına kaşına eve ulaştı. Eve ulaşır ulaşmaz önce elbiselerini değiştirdi, duş aldı fakat kaşıntısı geçmiyordu. İlk kez bu kadar uzun süre çay içmemişti. Durumu fark eden annesi Çaycan’ın kollarına, vücuduna baktığında kırmızı benekler gördü. Hatta bazıları kanamaya dönmüştü bu beneklerin. Daha fazla beklemeden hastaneye gitmek gerekiyordu. 
Annesi ve Çaycan hastanede önce tahlil verdiler ardından krem alarak ayrıldılar. Tahliller ertesi gün çıkacaktı ve Çaycan saatlerdir çay içmemişti. Hastanenin kantininden bir bardak çay aldı ve dışarıya çıkıncaya kadar bitirdi. Sanki tadı kaçmıştı çayın. 
Ertesi sabah Çaycan yine kaşınarak uyandı. Tahliller sonuçlanıncaya kadar okula gitmemesi gerekiyordu. Belki de bulaşıcıydı bu kaşıntı. Sabahın erken saatlerinde annesi tahlil sonuçlarını açıkladı: Vitamin ve demir eksikliği. 
Çayda yeterince vitamin olmalıydı oysa. Nereden çıkmıştı bunlar şimdi. Demir eksikliği nasıl giderilirdi? 
Annesi hastaneye gitti ve çabucak bir poşet dolusu ilaçla yeniden döndü. Doktorun söylediğine göre bu durumun nedeni çaydı. Çaycan, önce bunu kabul etmek istemedi. Yıllardır çay içiyordu ama bir sorun yaşamamıştı. Hiç değilse bir süre çaya ara vererek denemesi gerekiyordu çaysız hayatı. 
Çaycan, demliklere küskündü. Bardaklarla arasında artık buzdağları vardı. Kahvaltıda, akşam vakti, öğlen vakti, kantinde çayı görmemek için çaba sarf ediyordu. Bir süre sonra bu duruma alıştı fakat artık yeni bir sorunu vardı: ayran. 
Bardaklar dolusu ayran içiyordu her gün. Termosunda da soğuk ve tuzlu ayran götürmeye başlamıştı okula. 

HAYAL


Elif Dağdeviren

Uzaya çıkmaktı benim hayalim
Zaman zaman halen bu hayali kuruyorum
Ama belki de gerçekleşmeyecek bir hayal
Yine de bu hayal ile yaşamaya devam ediyorum 

YEŞİL SIRDAŞIM

Elif Dağdeviren

Rengi yeşil onun
Ve duygularımın tercümanı
Onunla aktarırım kâğıda
Düşüncelerimi, duygularımı, hayallerimi
Neler neler anlatırım ona

Üzülünce, sevinince
Onunla açarım günlüğümün sayfalarını
Bütün duygularımı bilir
Çünkü sadece o beni anlar

Belki de konuşabilse
O da benimle duygularını paylaşır
Ama dili yok onun
O sadece yazar
Benim içimden geçenleri
Kalemim
Biricik sırdaşım

DUYGU HAPİSHANEM

Doğa Uzunpınar

1. Bölüm: Ben
Herkes bana duygusuzsun, karamsarsın ve tepkisizsin diyor. Hâlbuki ben bütün duygularımı yaşıyorum. Dışımdan karamsar olabilirim ama aslında iyimserim. Tepkisiz değilim. Yalnızca tepkilerimi göstermeyen biriyim. Beni neden böyle görüyorlar ki? Hayatın farkındayım. Kötü şeylerden haberdarım. Bu yüzden mutlu olamıyorum. Acıların ağrısı çok ağır geliyor. Yaptıkları hataları düzeltmek yerine böyle sorular sormaları beni çok kızdırıyor. Onlar kim mi? Herkes… Herkes aynı. Hiç kimsenin en ufak bir farkı yok. Herkes, herkesi olumlu veya olumsuz eleştiriyor. Bu da benim duygularımı sarsıyor. Bu sebeple beni böyle görüyorlar. Duygu hapishanemdeki klasik bir günüm, işte her günüm bu düşüncelerle başlıyor. Her gün bana özel yapılmış olan bir hapishanede oturuyorum ama koruyucu olarak değil, suçlu olarak. 

2. Bölüm:  Hapishanem
Gündüzleri benim için özgürlük demekti. Hapishaneden çıktığım zaman çoğunlukla gündüz oluyordu. Bu her zaman değişiyordu. Ben ne zaman uyanırsam çıkıyordum hapishanemden. O yüzden uyumaktan nefret ediyorum çünkü rüyalarım aslında rüya değil, hapishanemde yaşadıklarım.
Şimdi size hapishanemden bahsetmek istiyorum. Burası her hapishane gibi gri duvarlardan oluşmuyor. Burası rengarenk. Oturduğum hapishane odasının rengi ben hangi duyguyu hissediyorsam ona göre değişiyor. Örneğin sevinçliysem sarı, mutsuzsam mavi, kızgınsam kırmızı oluyor duvarın rengi. Bu pek çok kişinin hoşuna gidebilir ancak benim hoşuma gitmiyor. Duvarın renk değiştiriyor olmasının bir anlamı yok. Neticede burası halen bir hapishane. Çıkışı olmayan bir hapishane. 

HAYAT BÖYLE GÜZEL

Beste Kaya

Yeşil bir çevrede
Açan çiçeklerle
Öten kelebeklerle
Hayat güzel böylece

Güzel kokan ağaçlar
Yeşil mi yeşil yapraklar
Bal yapan arılar
Hayat güzel böylece

Güzel insanlarla 
Gittiğimiz okullarla
Öğrendiğimiz bilgilerle
Hayat güzel böylece



MİNİK BİR DÜŞÜNCE


Ekin Akçay


Bir gerçek; kimine göre sadece bir doğrudan, kimine göre sadece bir yanlıştan ibarettir. Ya da çoğu insana göre kişiden kişiye değişen gerçekler vardır değil mi? Hayır; bir gerçek, benim için bundan ibaret değil. Daha da fazlası var. Nasıl milyonlarca olasılık dururken içlerinden iki tanesinin var olduğunu düşünüp de bu iki şık arasından kendimizi seçim yapmaya zorlarız? Birisine doğru, bir diğerine ise yanlış nasıl diyoruz. Oysa düşünülmesi gereken çok şey var bu kararı verirken. Bu kararı bize verdiren nedir? Bu karar, düşüncelerle, mantıkla ya da başka insanlardan etkilenerek mi verilir? Bir gerçek, bu şekilde etkiler altında seçilebilecek, karar verilebilecek şey değildir. Doğru ya da yanlış, yanımızdaki insanların doğru veya yanlış diye kabul ettikleri şey değil ki. Bir gerçek,  bence kalplerimizin tam ortasından geçen o minik bir düşüncedir. Her şeyden bağımsız ve herkesten uzak karar verilir gerçeğin kendisine. 

OYUNCAK

Elif Naz Özden


Zamanın değerini kim anlayabilir ki? 
İki hecelik bu kavramı kim tanımlayabilir ki?
Onun kölesi olmuşuz farkında bile değiliz
Peşinden koşuyoruz zamanın, bunu bile anlayamıyoruz

Onu yakalamaya çalışsak beceremeyiz
Durdurmayı denesek başaramayız
Akışına bıraktığımızda bela oluyor neden
Ne yaparsan yap, giden gidiyor elden

Planlarımızı zamana göre ayarlıyoruz
Kendimizi yirmi dört saate sıkıştırıyoruz
Herkesin bir işi var zamanla
Kısacık görüşmek için bile biriyle kavga ediyoruz onunla

Bazıları ise yarını planlarken bugünü kaybediyor
Şanslı değilsek bu planlar işe yaramıyor
Ancak zamanın yoldaşı hayat çıkagelene dek
Çukurlar açıyor hayat planlarımıza 

Kimisi ihtiyaçlarını bile zamanı varsa görüyor
Kimisi doğum günü şenliği bitti diye üzülüyor
Peki, biz ne yapıyoruz? 
Oyuncağı olduğumuz zamanın, peşinden koşuyoruz

3 Ocak 2025 Cuma

ADINI SUSAN ÇİÇEK


Betül Seyhan

Ne zaman babaannemlere gitsem onu görüyorum salonun bir köşesinde, sessiz ve hüzünlü. Onu görmek yalnızca bir bitkiyi görmek değil benim için. Onu görmek yıllar yıllar öncesinin bir kısa film gibi gözlerimin önünden geçmesi. Onu görmek demek, zamanın donması. Onu görmek demek çocukluğuma dönmek biraz da. 
Adını bile bilmediğim bir bitkinin bu kadar anlam yüklenmesi nasıl oldu, anlamıyorum. Aslında yıllardır oradaydı o ve sadece dedemin gözdesiydi. Elleriyle dikmişti onu, o saksıya ve üzerine titremişti yıllarca. Büyüyen her dalında, açılan her yaprağında dedemin de yüzünde bir tebessüm açardı, sevinirdi çocuklar gibi ve bizlere gösterirdi büyüyen çiçeğini. O zamanlar anlamazdık dedemin sevincini. Çiçek de sanki dedemin dilinden anlar gibi o sevindikçe daha da gelişti, büyüdü. Hatta bir ara daha fazla büyürse nereye sığacak diye düşünmeye başlamıştım fakat daha fazla büyümedi, aksine küçüldü. Bir ekim ayında dedem bizleri bırakıp göçtüğünde sonsuzluğa, onun yadigârı çiçek de küçülmeye başladı. Artık yeni dallar, yapraklar açmadı. Önce büyümeyi bıraktı, sonra küçüldü, küçüldü. 
Çoğu insan için sadece bir çiçek o fakat benim için başka bir dünya, başka bir imge. Dili olmayan, kelimeleri bilmeyen fakat konuşan, fısıldayan, hüzünlenen bir canlı. 
Hani üzerinde güller açsa, çiçekler açsa ismini Dedeçiçeği koyacağım fakat çiçek de açmıyor garibim. Yalnızca hoş bir yeşillik. Hepsi o kadar. 
Babaannem artık fazlaca ilgilenemiyor çiçekle. Belki de ilgilenmek istemiyor.
Dedem onu bize bırakıp gitti. Şimdilerde o yok evinde fakat onun emaneti öylece duruyor ve her yanına gittiğimde sanki bana dedemle yaşadığı şeyleri anlatıyor. Sormasam da, konuşmasam da anlatıyor. 

KÖR SAĞIR ARAYIŞI


İdil Karaman

Sanat, hayat bulur yaşamın her damlasında
Aynı yaşamın sanattan var olduğu gibi
Doğada saf bir maden gibi bulunur
Doğa sanatın kendisiyken
İnsan kendisi yapamaz mı
Yaptığını zanneder ancak
Eğer sanat yansıtamazsa duyguları
Batsın ona sanat diyenler
Yürür insan sanatı bulmak için
Yürüdüğü yol sanatın kendisiyken
Ayağından çıkan her ses bestedir
Lakin asıl olay, bunu fark edebilen olmaktır

İNSAN ÜZERİNE

Ezgi Budak

Duygular insanları güçsüz mü kılar? Birçoğumuz böyle düşünüyoruz, belli oluyor gözler önündeki vaziyetimizden.
Manavdan meyve seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Kabuğuna mı, şekline mi, rengine mi, boyutuna mı? Neticede hepsinin tek tek içini açıp bakmıyorsunuz. Diyelim ki manavdan parlak kabuklu, güzel görünümlü mandalinalar aldınız fakat içlerini açıp tattığınızda ne denli acı olduğunu fark ettiniz. O mandalinalar insanlardır. Kabuklar, duygular gibi içteki tatsızlığı saklar. İç kısmı ise salt insandır. Eğer güçlü olmanın vicdan azabı çekmemek ya da ağlamamak olduğunu savunuyorsanız bu çok büyük bir yanılgıdır. Duygulardan arınmış insanlar salt hallerine geri dönmüş demektir, yani o kabuksuz ve tatsız haller. İçlerinde yalnızca mantar gibi onlara yapışmış acılar ve intikam hissi kalmıştır. İntikam uğruna verilen manasız savaş, onları güçsüz yapar. Bir hiç uğruna verilmiş savaş, güçsüzlük değil midir? İçlerinde bu güdülerini dizginleyemeyecek kadar hiçbir şeyin kalmayışı ve kendilerini bitirecek derecede güçsüz olduklarını rahatça görebiliriz. İnsanlık bu yöne doğru evrilirse katliam kaçınılmazdır. Asıl güç, bu güdüyüz dizginleyecek vicdana ve iradeye sahip olmaktır. Bu iki kelime insanı canavardan ayıran tek şeydir keza duygular da öyle. Her insan intikamın cazibesine aldanabilir. Ne de olsan insan buna kanacak kadar ikiyüzlü mahlûktur. Ancak güçlü olanlar kendilerine sahip çıkar, bunu da duyguları sayesinde yaparlar. Yine duygular vasıtasıyla katliamdan uzak dururlar. Duygular insanı insan yapar ve onu günah çizgisinden uzak tutar. Bazen güç, yapmaktansa yapmamaktır, yapmayacak kadar güçlü olmaktır. 
Duygular güçsüzlük arz etmez aksine insan gibi güçsüz bir varlığı güçlü kılar. Bu yüzden onlara sahip çıkmalıyız. Duygularından vazgeçmiş bir insan, insanlığından da vazgeçmiştir çünkü güç, hâkim olabilmektir; nefret ve intikam güdüsünü hiçe sayabilecek kadar kendine hâkim olabilmektir. Bu da ancak duygularla sağlanabilir.