26 Ekim 2024 Cumartesi

EFSANEDEN GERÇEĞE

Ayşegül Yıldız, Eymen Çam, Gamze Sena Kuyucu, Aden Mira Kartal


Tarihin bilinmeyen zamanlarıydı. Asya’nın bozkırlarında yaşayan millet artık eskisi kadar mutlu değildi çünkü bir yandan Çin akınları bir yandan da bastıran kuraklık bölgeyi yaşanmaz hale getirmişti. Hayvanlar açlık ve susuzluktan birer birer ölüyor, halk yoksulluktan yok olma tehlikesi yaşıyordu. Belki açlık ve yoksulluk o kadar etkilemiyordu ama bunların üzerine bir de Çin baskınları iyice milleti huzursuz etmeye başlamıştı. 
Ülkenin Kağan’ı halkına karşı kendisini sorumlu hissediyor, içine düştükleri bu durumdan kurtulmak için çözüm arıyordu. Bilgelerin, şamanların getirdikleri çözüm önerileri işe yaramıyordu. 
Tüm çözüm önerilerinin bittiği bir gece, ansızın yağmur yağmaya başladı. Oysa kuraklık vardı ve havada aylardır bulut yoktu. Herkesi şaşkına çeviren bu yağmurdan sonra şimşekler çakmaya, her yer aydınlanmaya başlamıştı. Yıllardır hasret oldukları yağmur yağarken halk uyuyamazdı, dışarıya çıktılar. Halkın yaşadığı yerin az ilerisinde kutsal olduğuna inanılan üç büyük çınar ağacının üzerine mavi bir ışık inmişti. Halk bu ışığın kendileri için bir kurtuluş olduğuna inandı ve ışığın geldiği yere doğru koşmaya başladı. Göz alıcı mavi ışık etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kağan ve bilgeler, şamanlar iyice yaklaştıklarında ağaçların tam üzerinde kocaman kanatlı bir canlı gördüler. Biraz insana benziyordu bu kuş biraz da kurda fakat kanatları da vardı. Yağmur yağdıkça kanatları daha da büyüyor, şimşek çaktıkça gözlerinde ateş gibi bir şeyler parlıyordu. Bu canlıyı Tanrının kendileri için gönderdiğine inandılar ve ona saygı gösterisinde bulundular. Bu canlı, daha önceden efsanelerde duydukları, taşların üzerinde resmini gördükleri Gadayey olmalıydı. Halk ne zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalsa Gadayey onları tehlikeden kurtarmak için ortaya çıkmıştı. En azından yaşlılar çocuklara bu efsaneyi anlatırdı ve yine gelmişti işte kurtarıcı. 
Sabaha kadar yağmur yağdı, gök gürledi. Gadayey büyüdükçe büyüdü, heybetlendi. 
Günün ilk ışıkları artık umut ve kurtuluş için doğuyordu. Kağan etrafta toplanan halkına bir konuşma yaptı:
-Ey Halkım
Gördüğünüz, yaşadığınız gibi güzel olaylar gerçekleşiyor fakat geceden beri burada bulunan şu canlı hakkında ben çok iyi şeyler düşünmüyorum. Bu canlı Çin’in bize bir tuzağı olabilir. Bizi yok etmek için gönderilmiş olabilir. O yüzden sevincimizi çok fazla büyütmeyelim. Önlemlerimizi alalım. 
Kağan, böyle düşünmekte haklıydı çünkü Çin defalarca farklı farklı yöntemlerle kendilerine saldırmıştı. Bu sözler üzerine şamanlardan biri öne çıkarak:
-Kaygınızı anlıyoruz fakat bu canlının bir olumsuzlukla ortaya çıkmış olmasına ihtimal vermiyoruz. Bu canlı Gadayey’dir ve onunla ancak biz iletişim kurabiliriz, dedi. 
Kağan bunun üzerine iletişim kurmaları emrini verdi. Şamanlar bir süre Gadayey’in etrafında değişik hareketler sergileyip sesler çıkardıktan sonra gözlerini kapatarak beklediler. Halk ve Kağan da sessizce olanları izliyordu. Şamanların en tecrübelisi bir süre sonra kendine geldi ve şöyle dedi:
-Kağanım, gün kurtuluş vaktidir. Gadayey bizimle birlikte Çin’e karşı savaşacak bu sırada yağmurlar yağmaya devam edecek. Topraklarımız yeniden yeşerecek. Hastalıklar bitecek ve güçlü bir millet olacağız. 
Kağan’ın gözleri parlamıştı. Gadayey birkaç kez kanatlarını indirip kaldırdı. Kanatlarını açıp kapatması bile küçük bir rüzgâr oluşturmuştu. 
Genellikle baskından korunmak için geceleri nöbet tutan halk yıllardır ilk kez saldırı planı yapmaya başladı. Üç gün boyunca Çinlilerin mevzileri, sınırları konuşuldu ve planlı bir hareket için eli silah tutan herkes savaşa katılmaya çağrıldı. Halk elinde ok ve yaylar, mızraklarla atlanarak Kağan’ın çadırının önünde toplanmıştı. Şamanlar üç kutsal ağacın üzerindeki Gadayey’le iletişim kurarak harekete geçmek gerektiğini bildirdiler. 
Yalnızca geceleri saldırıda bulunacaklardı ve kırk gecelik bir taarruz olacaktı bu. Güneşin batmasıyla birlikte gökte Gadayey, yerde gençlerden oluşan ekip Çin sınırına doğru yola çıktı. Çinliler yaklaşan askerleri önce tebessümle karşıladılar fakat onların hemen üzerlerindeki Gadayey’i görünce şaşkınlıktan donup kaldılar. Gadayey, kanatlarını çırptıkça zaten rüzgar oluşuyordu. Pençelerine aldığı kaya parçaları ve büyük odunları Çin askerlerinin üzerine bırakıyordu. Çinlilerin ne okları ne mızrakları ne de ateş topları Gadayey’i etkilemiyordu. Mücadele çok uzun sürmedi. Gecenin tam ortasında Çinliler gerilemeye başlamıştı ve kaçarken bıraktıkları erzakı toplamak kalıyordu yalnızca askerlere. Toplanan erzak Gadeyey tarafından sabaha doğru halkın yaşadığı yere getirildi. Halk sevinç ve mutluluk içindeydi. 
Kırk gün sürdü bu mücadele. Kırk gece Çin sınırlarına hareket sürdü. Sonunda halkın yüzü gülmüş, kırk gün süren yağmurla her taraf yeniden yeşermeye başlamıştı.
Kırk birinci günün gecesi yine şimşekler çakıyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı ama insanlar çadırlarında huzur içindeydiler. Birdenbire gece, mavi bir ışıkla aydınlandı. Halk bu mavi ışığın sebebini görmek için çadırlarından dışarıya çıktı. Büyük bir rüzgar vardı dışardı. Kutsal üç ağacın üzerinde yine mavi ışık belirmişti. Halk, Kağan ve şamanlar rüzgarın kaynağının üç ağaç tarafında olduğunu fark etmişlerdi. Güçlükle üç ağacın yanına gittiklerinde Gadayey’in süratle kanat çırptığını gördüler. Dakikalarca devam etti onun kanat çırpışları. Sonunda tüyleri alev alan Gadayey yanmaya başladı. Artık hareketsiz bir biçimde kül olmayı bekliyordu. Rüzgâr dinmişti. Yağmur azalmıştı. Sabaha kadar sürdü Gadayey’in tüm gövdesinin yanıp küle dönüşmesi. 
Sabah olup güneş doğduğunda Gadayey’e dair hiçbir şey kalmamıştı etrafta. Gençler ve babalar Gadayey efsanesini yüzyıllar sonra bir kez daha yaşamıştı ve torunlarına kim bilir kaç yüzyıl daha anlatacaklardı. 




YENİ BİR HAYAT

Nehir Güver

Okulun bitmesine son üç gün, bir saat, yirmi iki dakika vardı. Herkes kaç saniye kaldığını bulmaya çalışıyordu. Bense saniyeyi bulup üç günü gözümde büyütmek istemiyordum. Çünkü herkese tanınan bu özgürlük, bu serbestlik, bu sivillik ve bize yapılan bu haksızlığı kocaman üç gün boyunca çekeceğimi düşünmek canımı çok sıkıyordu.  Günler geçtikçe sınıf sayımız azalıyordu: 18, 4, 4. 
Sayılar azaldıkça sınıfları birleştiriyorlardı. Kendi sınıfının dışında başka bir sınıfta ders işlemek çok bunaltıcı bir his. Üstelik son haftanın son günlerinde ders işlemek… 
Bir teneffüs bari öğretmenler etkinlik getirsin, diyoruz. Bunu dediğimiz teneffüsün dersi matematikti. Öğretmen elinde kâğıtlarla girdi sınıfa. Birkaç kişinin, ben dâhil, yüzü gülümsemeye başlamıştı. Öğretmenle selamlaştıktan sonra öğretmenimiz:
-Verdiğim testleri çözeceksiniz, dedi. 
Gülümsemeye başlayan yüzler tekrar somurtmaya başlamıştı. Herkes o testi istemsizce çözmeye başlamıştı. Çözmeye başlayınca herkes ilk ünitenin ilk konusu olduğunu fark etti ve canları daha çok sıkıldı. 

Öğretmen bize kısacık bir süre verdi ve o süreyi verdikten hemen sonra soruları çözmeye başladı. Öğretmen soruları uzun uzun çözerken birden ders bitti. Üç arkadaşımla beraber kendi sınıfımıza gittik ve sınıfımızdaki dolabın üstüne çıktık. Onlarla yıl boyunca yaşanan gizli olayları anlattım. Teneffüs bitmişti. Bu sefer derse giren öğretmen bizi serbest bırakmıştı. Bu derste herkesin yüzü gülmüştü. Ben de üç arkadaşıma teneffüste anlatmaya başladığım olayların devamını anlatmaya başladım. Derste bütün olayları anlatınca anlatacak başka bir şey kalmamıştı. Yine ders bitti ve biz sınıfımıza geçtik yine dolabın üstüne çıktık. İçimizden biri inip sıraların arasında gözlerini kapatarak geziyor ve bir sıra seçiyordu. Seçtiği sıranın sahibinin kim olduğunu tahmin edip o kişinin özelliklerini sayıyordu. Okul böylece bitmişti. Öğretmenimiz, artık dağılabilirsiniz, dediğinde çantalarımızı topladık ve okuldan ayrıldık. 
Ertesi gün karne günüydü. Bu kez bütün sınıfımız gelmişti çünkü herkes karnesini almak istiyordu. Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. 

KARANLIK

Şeyma Ateş

Feride bir pazar günü evde tek başınaydı. İlk kez tek başına kalmıyordu. Anne ve babası işleri yüzünden bir hafta boyunca evde olmayacaklardı. Feride evde sıkılmıştı, bir paket cips alıp korku filmi izlemeye karar vermişti. Üstelik akşam vakti izleyecekti. Akşam olunca seçtiği filmi izlemeye başladı. Evde tek kaldığında korkmazdı ama içinde bir ürperti vardı. Saat on ikiye yaklaşıyordu. Uykusu gelmişti. On dakika sonra uyuyakaldı. Feride rüyasında gördüğü kabuslarla uyandı. Uyumadan önce ışıklar kapalı televizyon açıktı ama uyandığında ışıklar açık televizyon ise kapalıydı ve bazı eşyaların yeri değişmişti. Feride korktuğu için mutfağa gidip bir bardak su içti. Odasına doğru ilerlerken bodrum katından garip sesler duymaya başladı. Hemen telefonunu aldı. Annesi, babası… kimi arayabiliyorsa onları arıyordu ama hiçbiri açmıyordu. Odasına girdiğinde dehşete düşmüştü. Hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Odasının her tarafı dağılmış, duvarlarda garip lekeler, yanıp sönen ışık ve en korkuncu da anne babasının yatağında oturmuş bir şekilde Feride’ye korkunç bir biçimde bakmasıydı. Feride ne olduğunu anlamıyordu. Ne olduğunu anlamadan gözü karardı ve yere yığıldı. 
Yaklaşık dört saat sonra Feride koltukta uyandı. 
Feride bunların neden yaşandığını anlamıyordu. Dışarıya çıkıp yürüyüş yapmaya karar verdi. Yürüdü, yürüdü… Issız bir sokaktan geçerken takip edildiğini fark etti. Hızlı adımlarla yürümeye başladı. O an sırtında bir acıyla yere yığıldı. Aynı acıyı bir daha, bir daha hissetti. Gördüğü son şey önündeki kaldırım taşlarıydı, hissettiği son şey sırtındaki acı, duyduğu son şey ise insanların çığlık sesi ve ambulans sesiydi. Sonra her yer karardı. 

SIRADAN OLMAYAN BİR SABAH

Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu

-Hayırlı sabahlar, dedi teyzem. Uyandığımda teyzemi başucumda görmek beni şaşırtmıştı. Heyecanla sordum:
-Ne zaman geldin teyze?
Teyzem:
-Kar yağmaya başladığında yola çıkmıştım. Az önce geldim ve seni uyandırmak istedim. Dışarda çok fena kar yağıyor. Her taraf bembeyaz. 
Teyzemle aramın pek iyi olduğu söylenemezdi ama nedense sabah sabah onu görmek beni mutlu etmişti. Okula gitmek için hazırlık yapıyordum ki teyzem ardımdan seslendi:
-Ben sana kar tatili getirdim. Okula gitmene gerek yok, az önce okulların tatil olduğu haberi geçti. Şimdi seninle güzel bir kahvaltı yapacağız. 
Annem bu esnada mutfaktaydı. Oysa okulda en sevdiğim dersler vardı bugün: beden eğitimi, resim, müzik. Üstelik Türkçe öğretmenimiz de raporlu olduğu için dersimiz boştu. Bu güzel günde okula gitmiyor olmak, benim için bir ödül değildi. Okulu seviyordum aslında yani teyzemle evde vakit geçirmek mi, okul mu? Elbette okul. 
Teyzeme karşı neden böyleydim, bilmiyordum. Belki de annemin tavırları teyzem geldiğinde değiştiği için. Belki de teyzemin sürekli çocuklarını benimle kıyaslamasından dolayı. Belki de teyzem de öğretmen olduğu için. Teyzem, evimizin hemen yanındaki okulda öğretmendi ve beni hep öğrencisi zannediyordu. Ya da ben öyle algılıyordum. Oysa onun yeğeniydim. 
Başkalarının teyzeleri böyle değildi. Arkadaşlarımdan teyzelerini annesinden çok sevdiğini söyleyenler bile vardı. Sorun bende miydi, teyzemde miydi bilemiyordum. 
Bu düşünceler zihnimde sıralanırken annem kahvaltı vaktinin geldiğini söyledi. Ben düşünmeye devam ediyordum. Sonunda şöyle bir fikre kapıldım: Belki de teyzem, öz teyzem değildi. Mutfağa gittiğimde kahvaltı için yeterli ekmek olmadığını gördüm. Annem bana dönerek:
-Ekmek yeterli değil dersen markete gidip ekmek alabilirsin. 
Aslında ekmek yeterliydi fakat dışarıya çıkmam ve etrafı görüp biraz moral toplamam lazımdı. Teyzem söze girdi:
-Çocuk daha yeni uyandı. Ben hemen ekmek alıp geleyim.
Annem karşı çıksa da teyzem ayağa kalkmıştı bile. Hızla kapıya yöneldi. Bu fırsatı da elimden almıştı. Çaresiz onun dönüşünü bekleyecektim. Masanın üzerindeki çay bardaklarından çıkan buharları bir şeylere benzetmeye çalıştım anlamsızca. Hiçbir şeye benzemiyordu. Teyzem için konulan bardaktan çıkan buhar biraz farklıydı. Dikkatle bakınca teyzemi andırıyordu çıkan buhar. İyiye gitmiyordu benim düşüncelerim. Kar tatilinin keyfini çıkarmalıydım belki de. 
Bu esnada kapı çaldı ve açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım çünkü kapıyı açmadan her zaman bakardım. Teyzem kapıda bekliyordu. Gözleri yerdeydi. Gerçekten teyzem miydi bu? Kapıyı açmalı mıydım? Farklı bir şeyler seziyordum. Bir yabancılık seziyordum. Teyzem bu kez kapıyı tıklattı ve telaşla açıverdim. Yüzüme bile bakmadan söze girdi teyzem:
-Bu marketteki mor kedi ne Allah aşkına? Nasıl bir kedi? Hiç böylesini görmemiştim, çok ürkütücüydü. Siz buradan nasıl alışveriş yapıyorsunuz? Ben bir daha bu markete gitmem. 
Mor kedi oysa çok sevimliydi. Sadece onu görmek için bu markete başka mahallelerden gelen insanlar vardı. 
Mutfağa geçtik, teyzeme karşı olan yabancılık hissim git gide büyüyordu. Kahvaltı masasında daha yakın gözlem yapmaya başladım. Önündeki çaya baktım teyzemin. Bardaktan halen buhar çıkıyordu ve buharda yine teyzem görünüyordu. 
Kahvaltıya başlamıştık ama ne yediğimi ne içtiğimi bilmiyordum. Başkasının yazdığı bir hikâyenin anlamsız kahramanı gibiydim. Her kim ya da kimler yazıyorsa bu hikâyeyi teyzemi benden uzaklaştırmayı başarmıştı. 
Uykudan mı uyanamamıştım daha yoksa bu yaşadıklarım bir şaka mıydı, anlayamıyordum. Kahvaltı bittikten sonra annem hiçbir şey söylemeden odasına gitti, hazırlandı ve evden çıktı. Onun için kar tatili yoktu, bu doğaldı. Babam da kaç zamandır şehir dışındaydı. Teyzem ve ben kalmıştık evde. Ben de bir şeyler söylemeden odama çekildim. Belki de biraz daha uyusam her şey değişecekti. Yatağıma uzandım, uyumaya çalışırken bir gürültü ile kapım açıldı. Teyzem, elinde sopaya benzeyen kocaman bir nesne ile odama dalmıştı. İrkildim ve bağırdım:
-Hayır, kendine gel teyze!
Teyzem tebessüm ediyordu. Elindeki sopaya benzeyen nesneyi yere tutuyordu ve gürültü yükseliyordu. Ben bağırmaya devam ediyordum:
-Teyze, ben senin yeğenin değil miyim?
Bu esnada gürültü kesildi. Teyzem bana yaklaştı. Gözlüğümü takmalı ve evden kaçmalıydım. Gözlüğümü el yordamı ile buldum. Tam takmıştım ki teyzemin elindeki şeyin süpürge olduğunu gördüm. Mahcubiyetle teyzemin yüzüne baktım, teyzem değildi bu. Teyze, diye hitap ettiğim temizlikçi teyzeydi bu. Zaten bana oldum olası soğuk davranırdı. Yüzümü yıkamadığımı fark ettim. Yüzümü yıkamalı ve kendime gelmeliydim. Sabah çok garip başlamıştı. 
Yüzümü yıkadım. Biraz daha kendime geldim o esnada kapı çalındı. Kapıyı açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım, gelen teyzemdi. Öğretmen teyzem. 
Kapıyı açtım ve teyzeme sarıldım. 
-Neredesin sen teyze? 


19 Ekim 2024 Cumartesi

SAHNE

Üner Taha AYDEMİR


Yaşamak bir lütuf mu
Yoksa ceza mı bana
Bir türlü karar veremiyorum bu hususta 
Belki de benim
Bu hayata verilen ceza

Yer yok herkese bu satırlarda
Bu bahçe sevmiyor herkesi galiba
Çünkü biter bazıları çayırda
Bazılarıysa 
Küçük bir saksıda

Muaffak değil miyim güneşi görmeye
Kaderin bile çok çok ötesinde
Son ziyaretçi yanıma gelince 
Gözlerimi kamaştırıyor sadece
Ulaşmamam için hakikate

Niçin yalnız bırakıyor bazılarını 
Kıskanıyor mu onları 
Çünkü seveni pek azdır hayatın
O yüzden istemiyor umutlu bakışları

Halbuki ben seçmedim
Bu sahneye çıkmayı
Sonra arkamda hiçbir şey bırakmadan kaybolmayı
Belki de ben istemiyordum 
Sorgusuzca sunulanı


SIKICI MESAİ

Nurgül Asya Kılcı, Zeynep Yurttaş, Kaan Erdoğan, Mehmet Zahid Ökten, Miraç Kağan Güler, Taha Metin Yıldırım, Selim Kurt, Tunahan Ceylan



Hayatımda ilk kez çalışmaya başlayacaktım ve çok heyecanlıydım. Aslında çalışmak için yaşım küçüktü fakat ailem çalışabileceğimi düşünüyor olmalıydı ki itiraz etmemişlerdi çalışmaya başlamama dair. Kardeşlerimle ve ailemle vedalaşamadan ayrıldık. Bir daha onları ne zaman ve nerede göreceğimi bilmiyordum.
Çalışmaya başladığım yer bir hayli kalabalıktı fakat ben insanları görmüyordum genellikle. Seslerini duyuyordum, gürültülerini işitiyordum. Özellikle öğlen ve akşam vakitleri çok hareketliydi fakat insanlarla hiç karşılaşmıyordum. Tüm dükkan artık boş kaldığında dolaşabiliyordum dükkanın içinde fakat bütün günüm dükkanın alt katındaki bölümlerde geçiyordu. Arkadaşım yoktu. Konuşabileceğim kimse de yoktu. Her gün yiyebileceğim miktarda yiyecek ve içecek veriliyordu bana. Gündüzleri o kadar sıkılıyordum ki bazen sinek avlıyordum. Sadece sinek değil gördüğüm her haşeratla önce oynuyor sonra onları imha ediyordum. Son zamanlarda onların da sayısı azalmıştı. Galiba burası bir lokanta ya da ona benzeyen bir iş yeriydi. Çalışmak için buraya gelmiştim fakat yaptığım herhangi bir iş yoktu. Neyse ki geceleri kimseler olmuyordu ve her tarafta dolaşıyordum. Çalıştığım dükkânın alt katında tüm ihtiyaçlarımı karşılayacak şekilde bir sistem kurulmuştu. 
Bir süre sonra bu işten sıkılmaya başlamıştım. Karnım doyuyordu fakat gönlüm değil. Ailemi özlediğim oluyordu, kardeşlerimi de. Dükkânın diğer çalışanları zaman zaman sevgi gösterisinde bulunuyorlardı bana. Hatta adımla hitap eden, zaman zaman bana sorular soranlar da vardı fakat konuşmayı çok sevmediğim için onlara cevap vermiyordum ilk zamanlar. Sonraları onların sorularına cevap vermeye başladım. Hatta bazen ben de onlara selam veriyor, hatır soruyordum fakat onlar nedense cevap vermiyordu bana. 
Bir süre sonra buradan sıkılmaya başladım. Buradan dışarıya çıkmalı, kendime yeni bir çevre edinmeliydim. Dükkânın bekçisi miydim yoksa çalışanı mı, anlayamamıştım. Dükkânın sahibi olduğunu düşündüğüm kişi bile akşamları bırakıp gidiyordu buradan ama ben buraya mahkumdum. Kendime bir kaçma planı yapmalıydım. Mesela gündüzleri, dükkânın kapıları açıktı çünkü sürekli insanlar girip çıkıyordu. Gündüz vakti bir yolunu bulabilirsem mutlaka buradan kurtulabilirdim. Birkaç gün bunu düşündüm ve bir gecenin sonunda dükkânın alt katına inmek yerine bir kenarına saklandım. Kimseler beni görmüyordu ve aşağıdaki yerimde olmadığımı da fark etmemişlerdi. Biraz vakit geçtikten sonra insanlar gelip gitmeye başlamışlardı. Dışarısı da hayli hareketli görünüyordu. Kapının açık olduğu vakti kollamalı ve aniden dışarıya fırlamalıydım. Nihayet beklediğim an gelmişti. Dükkana çocuklarıyla gelen bir kadın dükkanın kapısını kapatmadan yakınımdaki bir masaya geldi ve oturdu. Tam yerimden kalkmış kapıya doğru gidiyordum ki çocuklardan biri bağırdı:
-Aaa! Ne kadar sevimli bu şey. 
Sağıma soluma baktım. Kimse yoktu. Sevimli olduğumu söyleyenler vardı ama günlerdir ilk kez bir çocuktan bunu duymak hoşuma gitmişti. Bir anda planımı unutmuştum. Çocuğa doğru gittim ben de ona sevgi gösterileri sergilemeye başladım. İşte o anda oldu olan. Dükkanın diğer çalışanları öfke ile bana doğru geldiler ve bağırdılar:
-Çabuk yerine. Burada dolaşabileceğini kim söyledi sana. Üstelik bize bir faydan da yok. Yiyip, içip yatıyorsun. Geldiğin zamanki halini hatırla bir de şimdiki haline bak. 
Bu sözler bana mı söyleniyordu? İş vermeyen kendileriydi. İşsizlikten sinek bile avlamıştım. Daha fazla dayanamadım bana karşı söylenenlere. Kapı halen açıktı ve planımı yürürlüğe koymalıydım. Ani bir hareketle fırladım ve kapıya doğru yöneldim. Kaçarken çocuklardan birinin sesini duydum:
-Ne kadar sevimliydi değil mi?
Yanındaki diğer çocuk devam ediyordu:
-Anne, bunu bizim eve götürelim mi?
Eşikten dışarıya atladığımda annenin sesini duydum:
-Çocuklar, hiç mi kedi görmediniz. Sıradan bir kedi işte. Üstelik burada çok mutludur o. Biz evde buradaki gibi bakamayız ona. Bu sözü duyar duymaz eşikte çivilenmiş gibi kalakaldım. “Burada çok mutludur o”. Kulaklarımda yankılanmaya başladı diğer kelimeler de: “Hiç mi kedi görmediniz?”
Bu sırada kollarımdan beni kavrayan bir el ile irkildim. Beni kucağına aldı ve yeniden aşağı kata götürdü. İnmek istesem de dışardaki gürültülü hayat beni ürkütmüştü. Bir süre daha çalışayım, dedim kendi kendime. Farklı bir plan yapmalıydım. Hem burada yaşamalı hem de özgürlüğüme kavuşmalıydım. Ama nasıl olacaktı bu, bilmiyordum. 

ANLAYANLAR İÇİN

Ayşegül Yıldız

En sevdiğim rengi sorsalar
Düşünmeden söylerim 
Sarı
Ayva sarı, yaprak sarı, çiçeklerin en güzelleri sarı

Bir de lacivert var sevdiğim renkler arasında
Kimi gecelerde lacivert gökyüzü
Anlayan anladı beni
Uzatmamak gerek sözü



DOĞUM GÜNÜ

Eymen Çam 
Yusuf Kerem Acar 

İsmet Çınar Altuntaş 
Ayşegül Yıldız

Aden Mira Kartal
Gamze Sena Kuyucu



Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Düşündüğüm şeyleri birilerine söylediğimde ya yetersiz buluyordu ya da ilgilenecek vakti olmuyordu. Sınıfta sıramda, evde koltukta boş boş oturuyordum. Zihnime güzel şeyler geldiğini düşünüyordum. İcatlar yapabilirdim, dünyayı içinde bulunduğu kaostan kurtarabilirdim. Adımı tarihe yazdırabilirdim fakat olmuyordu. Kimin dediğini hatırlamıyorum ama bir söz vardı zihnimde dolaşan: Bana bir kaldıraç ve dayanak noktası verin, sizin için dünyayı yerinden oynatayım. Bu güç bende vardı ama kimse bir kaldıraç vermek, dayanak noktası göstermek derdinde değildi. 
Oturmaktan sıkılmıştım. Biraz yürümenin, hayata karışmanın iyi geleceğini düşündüm ve sokağa çıktım. Ne kadar yürüdüğümü, nereleri gezdiğimi hatırlamıyorum. Bir anda önümde küçücük bir şişe buldum. Bir ırmağın kenarındaydım. Şişenin ağzı sıkı sıkıya kapatılmıştı ve içinde bir kâğıt vardı. Bunu duymuştum yani eski dönemlerde insanlar şişe içine notlar yazarak nehre, denize atarmış. Belki de böyle bir notla karşı karşıyaydım. Merakım ve heyecanım yarışıyordu birbiriyle. Kalbimin sesini duyuyordum: güm, güm, güm…
Şişeyi aldım ve üzerindeki yosunları, çamurları temizledim. Kapağını açmak istedim fakat açılmıyordu. Şişeyi kırmalı mıydım? Kıyamadım. Belki şişenin de tarihi bir değeri vardır diye düşündüm. Ne kadar uğraştımsa da şişe açılmıyordu. Eve götürecek ve detaylı bir temizlikten sonra şişenin kapağını açmaya çalışacaktım. Annem, konserve kavanozlarının kapağını açmakta ustaydı. Belki de ondan yardım almalıydım. Mantar bir tıpa konulmuştu kapak yerine ve hayli eskimiş, ucu şişenin içine kaçmıştı tıpanın. Etrafıma baktım, nerede olduğumu kestiremedim. Irmak boyunca yürüdüm fakat halen nerede olduğumu bilemiyordum. Elimde bir şişe ile kaybolmuştum. Güneş tam tepemdeydi ve etrafta yolumu soracağım kimseler yoktu. Yorulduğumu hissediyordum. Şehirden uzaklaşıyor muydum, şehre yaklaşıyor muydum, belirsizdi. Güneş sanki hızla batıyordu. Hava birazdan kararacaktı. Çok sürmedi, her yer karanlığa büründü. Etrafımı göremiyordum. Irmağa düşme riskim de vardı. En iyisi yine oturmaktı. El yordamıyla kendime oturacak bir yer buldum. Yorgundum. Çok yorgundum. 
Kendime gelip gözlerimi açtığımda evimizde, koltukta oturuyordum. İki elimle sıkı sıkıya tuttuğum şişeyi fark ettim. Şişe pırıl pırıldı ve içinde not duruyordu. Bir rüyanın içinde miydim yoksa hayal mi görüyordum. Belki de ırmağın kenarında bayılmıştım, uyumuştum ve halen oradaydım. Bu şaşkın düşüncelerin üzerime üzerime geldiği bir anda annem seslendi:
-Şişeyi açmayacak mıyız?
Bu, bir rüya değildi. Anneme beni nerede bulduklarını, ne zaman eve getirdiklerini sordum. Annem tebessüm ederek:
-Sen evden hiç çıkmadın ki evladım, dedi. 
Şişeye yeniden baktım ve sordum:
-Ya bu şişe?
Annem cevap vermek yerine:
-Haydi o şişeyi açalım, dedi. 
Kafam allak bullak olmuştu. Anlam veremiyordum bu olaylara. Bütün düğümleri birer birer çözmeli ve başımdan geçenleri anlamalıydım. Sadece yürüyüşe çıkmıştım oysa. Bu hikâyenin içine beni kim dahil etmişti, bilmiyordum. 
Annemin de ısrarıyla şişeyi açmayı denedim. Bu kez şişenin tıpası hiç zorlanmadan açıldı ve içindeki kâğıdı çıkardım. Heyecanla açtım fakat kâğıt bomboştu. Yazılar silinmiş miydi yoksa tamamen boş bir kâğıt mıydı anlamak güçtü. Bütün esrarı bozulmuştu yaşadıklarımın. Saçma bir şişe içinde boş bir kâğıt. Üstelik ben ne zaman eve gelmiştim, belirsizlikler devam ediyordu. Bu esnada annem saç kurutma makinesi ile geldi ve saçlarımı kurutmam gerektiğini söyledi. Terlemiş miydim yoksa dünden kalan bir ıslaklık mıydı, bilemiyordum. Saç kurutma makinesini annem saçlarıma doğru tutmaya başladı. Ben, elimdeki kâğıda boş boş bakıyordum. Saç kurutma makinesi üfledikçe kâğıtta bir şeyler belirmeye başlamıştı. Kâğıdı doğrudan kurutma makinesinin önüne tuttum ve geri çektim. Beliren yazıları okumaya başladım: 
İyi ki doğdun oğlum
Sensin benim tek umudum
Yeni bir yaşa girdin
Doğum günün kutlu olsun
Tuhaflıklar bitmiyordu. Kime yazılmıştı bu anlamsız şiir. Anneme baktım ve tebessüm ettiğini gördüm. Annem:
-O şiiri ben yazmıştım sana. Doğum günün kutlu olsun, dedi.
İyi ama şişeyi neden denize atmıştı, ne zaman yazmıştı bu notu. Ben o şişeyi nasıl bulmuştum ve en önemlisi eve nasıl gelmiştim… Sorular git gide artıyordu ve beni çok mutlu etmiyordu doğum günümün kutlanması bile. Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünmek de istemiyordum. Gözkapaklarım kendiliğinden ağırlaşıyordu. Annem, karşıma bir görünüp kayboluyordu. Tavan sanki üzerime uçacak gibiydi. Kollarım, ayaklarım yerinde değil gibiydi. 
Gözlerimi açtığımda etrafımda tanımadığım insanlar vardı. Değişik bir yerdeydim ve yatıyordum. Kolumda serum bağlıydı. Burası bir hastane olmalıydı. Bu kadarı fazlaydı. Artık düşünmek istemiyordum. Bu esnada annem yanıma yaklaştı. Elini alnıma koydu ve:
-Ateşin nihayet düşmüş Alaaddin. Artık iyileştin sayılır. Bugün senin doğum günün. Yeniden hayata döndün şükür. Çok sevindik. 
Alaaddin kimdi? Benim adım mıydı? Belki de öyleydi. Konuşmaları dinlemeye başladım:
-Çocuğunuz hastaneye getirildiğinde durumu çok ağırdı. Bir haftada iyi toparlandı yavrucak. Bu travmanın etkisi birkaç ayda ancak geçer fakat sorun yok, rahat olun. 
Gözüm, yatağımın hemen kenarındaki komidinin üzerindeki lambaya kaydı. Ne de olsa adım Alaaddin’di. 



SONBAHAR


Doğa Uzunpınar, Ekin Akçay


Sonbahar denildiğinde
Akla hep mi gelir yaprakları soyulmuş bir ağaç
Çizgili, sıcacık tutan atkılar
Renkli şemsiyeler, sarı botlar

Bulutlardan düşen küçük damlalar
Suyla dolmuş olan derin çukurlar
Sobanın başında ısınmaya çalışan insanlar
Kestane ne zaman çıkacak diye bekleyen küçük adamlar 


Sonbahar denen şey 
                            Bu mu
Ben mi yanlış anlıyorum
                             Bunu

KÜÇÜK BİR KIRIK

Elif Serra Yıldırım


Günlük hayatı doğal akışında yaşarken bazı güzelliklerin, nimetlerin farkına varamayabiliyoruz. Herhangi bir gün yaşadığımız bir kaza ya da felaketle aslında önceki günlerimizin ne kadar güzel olduğunu fark ediyoruz. Mesela küçük bir kaza sonucu ayağınız ya da kolunuz kırıldığında anlıyorsunuz ayağın ya da kolun kıymetini. 
Birkaç hafta önce başıma geleceklerden habersiz neşeyle vakit geçirdiğim evin parkında yaşadıklarım bana büyük bir tecrübe oldu. Kaydıraktan kayarken ansızın serçe parmağımı kaptırdım kaydırağa ve acıyla indim kaydıraktan. 
Önce buz koydum parmağıma. Küçük bir şey olabileceğini düşündüm. Acımın geçeceğini düşündüm fakat geçmiyordu. Bir yandan da şişiyordu parmağım. Ailem beni hastaneye götürdü fakat acil serviste parmağımda bir şey olmadığı söylenmişti. Psikolojik olarak biraz rahatlamıştım fakat acım dinmiyor, parmağım habire şişiyordu. Sonunda yeniden hastaneye gittik. Bu kez parmağımın kırık olduğu söylendi ve parmağım, elim, kolum boydan boya alçıya alındı. 
İki hafta boyunca sol elimi kullanamadım doğal olarak. Bu süreçte düşündüm tek elle yaşamın ne kadar zor olduğunu. Hele bir de solaksanız… Neyse ki dört gün sonra kurtuluyorum imzalarla dolu alçıdan. 
Umarım çocukluğum başka bir yerimi kırmadan geride kalır.