22 Aralık 2023 Cuma

UYKU ARASI

     Üner Taha Aydemir
    Güneş birazdan doğacaktı. Kaçıncı kez doğacaktı var olduğu günden beri dünya yüzeyine? Kaçıncı kez batacaktı? 
    Gürültü çıkarmadan pencereye yürüdü, sokaklar halen tenhaydı. Başka bir dünya idi güneş doğarken gördüğü ve gün başlayınca yaşadığı. Pencerenin önüne kadar gelmişken saksıdaki çiçeklerine baktı. Onlar da uyuyup uyanıyor muydu insanlar gibi? Onlar için de gece ve gündüz farklı zamanlar mıydı? Tekrar dışarıya baktı. Çiçekler için öyle ise ağaçlar için de öyledir, diye düşündü. 
    Birkaç dakika zihni öylece bomboş baktı uzaklara, göğe. Neden baktığını bilmiyordu. Ne düşündüğünü de bilmiyordu. Birkaç dakika sonra kendine geldi. 
    Ses çıkarmayan küçük adımlarla yatağının kenarına oturdu. Yerdeki halının desenlerine baktı boş boş.        Düşünmemeliydi, hiçbir şeyi düşünecek gücü yoktu. 
    Sadece uyumak istiyordu. 
    Birkaç saat, birkaç gün, birkaç hafta uyuyabilse ve yeniden bu vakitte uyanabilse her şey ne güzel olurdu. Yatağına uzandı. Üzerinin açık kaldığının farkında değildi. Uyudu.

GEÇ KALINMIŞ SINAV

     Üner Taha Aydemir

    Saate baktı tam olarak 9’u gösteriyordu saat. Kan beynine yürüdü. İlk ders sınavı vardı ve sınav başlayalı yarım saat geçmişti bile. Telaşla hazırlanmaya başladı, bir yandan da annesine söyleyeceği kızgınlık içeren cümleleri zihninde sıralıyordu. Haydi ben uyudum bu saate kadar, sen nasıl uyudun anne, diye içinden geçirdi. Her sabah hava aydınlanmadan uyanan ve uykusunun son demlerini berbat eden kardeşi bugün nasıl uyuyakalmıştı ki? Sorular, sorular, sorular… Düşünmeye vakit yoktu bunları. Tek gerçeği vardı:  Sınavın başlamış olması. Üstelik öğretmen de öyle halden anlamaz biriydi ki… Rapor alabilir miyiz sınavı tekrar etmek için, diye aklından geçti. Bu esnada elbiselerini giyinmiş, çantasını eline almıştı. Şimdi annesiyle, kardeşiyle geçirecek zamanı da yoktu. Sert bir biçimde kapıları çarparak merdivenlerden indi aşağıya. Sokak biraz tenha gibiydi. İnsanlardaki her zaman gördüğü telaş da yoktu. Servisin kendisini aldığı yerde beklemeyi düşünüyordu ki geç kaldığını, servisin çoktan gitmiş olacağını hatırladı. Otobüsle gidecekti artık okula ancak bu da fazladan bir saat daha geç kalmak demekti. Çantasını açtı, cüzdanını almak için baktı ancak cüzdanı evde kalmıştı. Artık sinirleri öfkeye dönüşmüştü. Bir sınava geç kalmak bu kadar büyük bir gerginlik oluşturmamalıydı. Neden bu kadar önemsiyordu bu şeyleri. Sınava girip on dakika sonra çıkan arkadaşları vardı mesela. Okula ara sıra gelmeyen arkadaşları da vardı. Hatta bazı arkadaşlarının aileleri çocukları dinlensin diye bazı günler okula getirmiyordu. Oysa kendisi Allah’ın her günü dakikası dakikasına okula yetişiyor, tüm dersleri dikkatle dinliyor ve hep iyi notlar almak için çabalıyordu. Kafasında bu düşüncelerle evinin kapısına geldi, anahtarı da telaşla evde bırakmıştı. Zile bastı… Kapı açılmadı. Bir kez daha, bir kez daha… Hâlâ uyuyor olamazdı evdekiler. O sırada kapı açıldı ve hızla merdivenleri çıkarak evinin kapısına ulaştı. Annesi ve kardeşi telaşlı, uykulu gözlerle ona bakıyorlardı. Sinirli bir sesle:
    -Cüzdanımı unutmuşum, hızlıca getirir misiniz biriniz. Çok geç kaldım, üstelik sınavım var, dedi.
    Annesi ve kardeşi öylece duruyordu. Onların sakinliğini gördükçe iyice öfkelendi. Sonunda annesi söze girdi:
    -Oğlum, ben sana uyumak için çok geç kalma demedim mi? Bugün cumartesi, gel de kahvaltı yapalım.

YOL

 Üner Taha Aydemir
    
Kaç saattir yürüdüğünün farkında değildi. Kaç gündür yürüdüğünün de farkında değildi. Kaç haftadır yürüyordu, nereye, niçin yürüyordu? Yolun neresindeydi, nereden başlamıştı yürümeye? Bir belirsizlik içinde yaptığı tek şey adım atmaktı. Saymadı adımlarını. Yolun ilerisini düşünmedi. Yola nereden düşmüştü onu da hatırlamıyordu, yürüyordu.
    Yolda kimse yoktu kendisinden başka. Yolda gece yoktu, yolda gündüz de yoktu. Yürümeye başladığından beri ne rüzgâr ne yağmur ne kar vardı. Çantası yoktu, şemsiyesi yoktu. Eğildi, ayakkabılarına baktı ne zamandır yolda olduğunu, ne kadar yol yürüdüğünü anlayabilmek için; ayakkabıları paramparçaydı. Eğilirken durmak istedi, ayakları buna müsaade etmedi, yürüyordu. Sanki yürüyen kendisi değildi, yürüten ayaklarıydı. Ayaklarını kontrol eden kendisi değil gibiydi. Ellerini sallayabiliyordu yürürken, bazen ceplerine koyuyordu nereye bırakacağını bilemediği ellerini.
    Rüzgâr saçlarından geçsin istiyordu ama rüzgâr yoktu. Yağmurda ıslanmak istiyordu yürürken ama yağmıyordu. Yanında kendisiyle yürüyen bir köpek olsun diye aklından geçiriyordu, yoktu. Üzerimden bulutlar geçsin istiyordu, maviydi gökyüzü. Islık çalmak istiyordu, çalabiliyordu.
Sıkılacak gibi oluyordu bu tek düze yolculuktan. Bir çeşme başında oturmak istiyordu mesela. Bir ağaç gölgesinde, çimenlerin üzerinde uzanmak. Durmuyordu ayakları. Yol dümdüzdü, ne yokuşu vardı ne inişi. Yan yana birkaç kişi sığabilirdi bu tertemiz asfalt yola, bir araç çok rahat ilerleyebilirdi ama kimseler yoktu işte. Bir taş parçası bile yoktu, kurumuş bir yaprak bile yoktu yolun üzerinde.
    Birden ayakları durdu. Sağ ayağını yerinden kaldırmaya çalıştı sanki yere çivilenmişti. Sol ayağını kaldırmak istedi gücü yetmedi. Durmuştu. Karşıya baktı, kocaman bir yokuş vardı önünde.

MUM

Üner Taha Aydemir

Bedeli tükenmektir ışığı büyütmenin
Karanlık bir dünyada yaşıyorsan
İçinde aydınlığın izini taşıyorsan
Bedeli tükenmektir ışıkla büyümenin

Bir ayna ararsın sırtını yaslamak için
Bir ayna daha kendine bakmak için
Yanarsın durmadan için için
Sorarsın kendine peki niçin

Farkına varılmayan bir hikâye seninki
Duyulmayan kimse tarafından
İçin için erirsin ki görülesin
Yaşayıp da anlatılamayan

21 Aralık 2023 Perşembe

BAYRAĞIM

Meryem Er

Bir gün hayallerimi gerçekleştirirsem
En çok seni mutlu etmek istiyorum
Seni en yükseklerde görmek istiyorum
Beyaz kırmızı renginle
Yıldız ve hilalinle
 
Bir gün büyük bir basketbolcu olursam
Okunurken İstiklal Marşımız
Senin en yükseğe çekildiğini görmek istiyorum
Sevinç gözyaşlarıyla
Seni selamlamak istiyorum
 
Bayrağım
Onurum, gururum…
Ne olursam olayım
Senin göklerde dalgalanman
Benim tek çabam

SAF ORÇUN

    
    Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş, Metehan Ersoy

    Serin bir yaz gecesiydi. Normalde son yıllarda yazlar hep sıcak geçiyordu ama bu sene daha yaz mevsimi geldi, dedirtecek bir sıcaklık olmamıştı. Yağmurların ardı arkası kesilmiyordu. Otlar dağlarda ve parklarda hayli büyümüştü. Yine yağmur yağacak gibiydi. Romatizması için yağmur hiç iyi olmuyordu, derin ağrılar yaşıyordu. Güneşe hasretti. Güneş bir kez çıksa o da dışarıya çıkacak, kırlara gidecek ve güneşlenecekti saatlerce ama…
    Son yıllarda hayatından bezmiş bir yandan da ölmekten korkar olmuştu. En küçük bir ağrıda, sızıda acaba ölecek miyim, diye endişe ediyordu. Oysa yaşamadığı çok şey vardı, görmek istediği çok ülke vardı. Yemek istediği onlarca yemek ve tatlı vardı. Dinlemek istediği şarkılar, okumak istediği kitaplar, oynamak istediği oyunlar, izlemek istediği filmler vardı. Daha yaşı çok gençti ama hastalık onu yaşlandırmıştı. Saçları dökülmüştü mesela gencecik yaşında. Bir diğer sorun da emsalleri kadar doğum günü bile kutlamamıştı. 29 Şubat yazıyordu kimliğinde. Yirmi yaşında bir insanın doğum günümü yalnızca beş kez kutlayabildim, demesinin acısını başkaları nereden bilecekti ki. Doğum tarihini her hangi bir yerde soranlar cevabı alınca duraksıyor, açıklama bekliyor sonra başlarını öne eğip gülüyorlardı. Böyle durumlarda kendisini Junior Canatan gibi hissediyordu. Tek fark, devler ülkesinde değil insanlar âleminde yaşıyor olmasıydı. 
    Yağmur başlamadan biraz yürümenin dizlerine iyi geleceğini düşündü. Güçlükle yerinden kalktı. Her ihtimale karşı şemsiyesini yanına aldı ve sokağa çıktı. Kimseler yoktu etrafta çünkü vakit hayli geçti. Bazen çöp bidonlarının kenarından gözleri parlayan bir kedi atlıyor bazen ağaçlardan kargaların tıkırtıları geliyordu. Bulutlara baktı, gözleri ay’ı aradı, göremedi. Birden köşenin kenarında bir karaltı gördü. Ürktü. Durdu. Gecenin bu saatinde acaba gözlerim beni yanıltıyor mu, diye düşündü. Bir an cesaretini topladı ve köşeye doğru gitti. Gerçekten de köşede biri vardı. Siyah takım elbise giymiş, elinde şemsiyesi, parlak siyah ayakkabıları, beyaz çorapları ve kırmızı papyonu olan biriydi bu. Yüzü şapkasından görünmüyordu. Başını önüne eğmişti. Hareketsiz duruyordu. Uzun boyuyla ve zayıflığıyla bir manken gibiydi. Yanına yaklaştı ve:
    -İyi geceler bayım, dedi. Nasılsınız, gecenin bu saatinde… sizin de mi yoksa romatizmanız var?
    Adamdan ses gelmedi. Sorulara devam etti:
    -Bayım, iyi misiniz? Neden burada bekliyorsunuz?
    Cevapların gelmediğini görünce daha da cesur bir hale geldi ve saçma sapan, oradan buradan konuşmaya başladı:
    -Galiba buralı değilsiniz, Divriği Ulu Camiyi gördünüz mü? Gökmederese’ye gittiniz mi? Sivas ismi nereden geliyor size anlatayım mı?
    Adam sustukça ha bire konuşuyordu. Birden o da sustu. Yanına tıpkı onun gibi durdu ve sırtını duvara verdi. Tekrar gökyüzüne baktı. O esnada kırmızı papyonlu adam teneke kazıntısını andıran sesiyle:
    -Divriği Ulu Camiyi gördüm, Gökmederese’ye gittim. Sivas isminin nereden geldiğini biliyorum ama sen bu sorduklarının hiçbirini görmedin, bilmiyorsun. 
    Ses tonuyla kırmızı papyonlu adam, onu susturmayı başarmıştı. Ne soracak bir sorusu kalmıştı artık ne de söyleyecek bir kelimesi. Büyülenmiş gibiydi. Sustu… Bu kez kırmızı papyonlu adam yine devam etti:
    -Yürüyerek romatizma ağrılarının geçeceğini mi zannediyorsun, az sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağacak ve perişan olacaksın. 
    Bu cümle üzerine iyice tedirgin oldu. İn miydi, cin miydi karşısına çıkıp kendisi hakkında bir şeyler söyleyen bu adam. Korkmaya başlamıştı ki kırmızı papyonlu adam:
    -Ne inim ne cinim, senin gibi bir âdemim, benden korkmana gerek yok, dedi. Bu cümleler telaşını bir kat daha artırdı. Sadece aklından geçen şeyleri bile kırmızı papyonlu adam nasıl biliyordu. Yoksa yüksek sesle mi sormuştu bu soruyu? Kırmızı papyonlu adam devam etti:
        -Ayrıca senin doğum tarihin 29 Şubat değil 28 Şubattır Orçun’cuğum.
        Bu detayı da duyan Orçun en hassas olduğu konu gelince korkusu dağıldı ve itiraz etti:
-Annemden babamdan iyi mi biliyorsun, 29 Şubat işte… Kırmızı papyonlu adam devam etti:
-28 Şubatın son dakikalarıydı ama 29 Şubat olarak yazıldı bir defa kayıtlara. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Bu söylediği de çıkmıştı kırmızı papyonlu adamın. Az sonra daha da çoğalacaktı. Yağmur şiddetini artırınca birden kırmızı papyonlu adam kayboldu. Kaybolduğu anda bir kağıt parçası yere dalgalı biçimde düştü. Islanmasın diye Orçun kağıdı hemen kaptı ve hızlı adımlarla evine döndü. Biraz ıslanmıştı, yağmur da hızlanmıştı. Kabanını çıkarır çıkarmaz kırmızı papyonlu adam kaybolurken ortaya çıkan kağıt yere düştü. Kurulandı ve kağıdı incelemeye başladı. Boş görünüyordu, bir anlamı olmalıydı bunun. Işığa doğru tutunca kendisine yazılmış bir mesaj gördü:
    “Orçuncuğum, beni ilk ve son kez gördün. Ben seni çok iyi tanıyan biriyim. Sen aslında ölmekten korkuyorsun. Sana ömrünü uzatacak bir sır verecektim ama yağmur başladı ve ben kaybolmak zorunda kaldım. Yine de bu sırrımı sana bu notla bırakıyorum. Divriği Ulu Cami’yi bir kez gören, iki kez daha görmeden ölmez. İlk fırsatta git ve ilk ziyaretini gerçekleştir. Sonrası artık senin elinde.”
    Orçun bir gecede yaşadığı bu kadar aksiyondan yorgun düşmüştü. Rüya mıydı bunlar. Kırmızı papyonlu adam kimdi? Dizlerinin ağrısı bile geçmişti. Kağıdı masaya koydu, derin bir uykuya daldı. 
    Sabah uyandığında parça parça hatırlıyordu her şeyi. Masanın üzerine kağıda baktı. Kağıt yerindeydi. Bir kez daha sağlam kafayla kağıtta yazılanları okumak için ışığa doğru tuttu ancak kağıt boştu. Ne yaptıysa kağıttaki yazıları göremedi. Dizleri ağrımaya başlamıştı. Hatırladığı kadarıyla Divriği Ulu Cami’ye gitmesi ve bir kez görmesi gerekiyordu. Kahvaltı bile yapmadan dışarıya çıktı. 
    Bir an önce ulaşabilmek için otobüs yerine raybüsle gitmek istedi. Sabah raybüsüne binerse akşama geri dönerdi. Koşar adım istasyona gitti. Biletini aldı ve Divriği Ulu Cami’ye doğru yola çıktı. Yaklaşık üç saatten sonra Divriği’ye ulaşmıştı. İstasyonla cami arası yürümesi gerekiyordu. Acıkmıştı. Yine de son bir güçle Ulu Cami’ye ulaştı. İlk kez görüyordu bu camiyi. Yaklaşırsa ikinci, üçüncü kez de görme ihtimali vardı. Hemen arkasını döndü ve Divriği’den uzaklaşmaya başladı. Artık otuz sene sonra bir kez daha gelirdi buraya. Belki kırk sene sonra da üçüncü kez… Kendisini çok sağlıklı ve dinç hissediyordu. En az yetmiş senesi vardı önünde. 
    Trene doğru ilerlerken birdenbire yağmur başladı yine. Olsun, diye düşündü. Nasıl olsa en az yetmiş sene yaşayacağım. Romatizma ne eder ki bana? Hem iyi doktorlar varmış, gider tedavi olurum, dedi içinden. Bir su birikintisinden atlamaya çalıştı keyifle. O esnadan dün geceden beri yanında bulundurduğu kağıt su birikintisine düştü. Dönerek kağıdı yerden aldı. Kirlenmişti ama boştu zaten. Yazı filan kalmamıştı. Kağıdın lekelendiğini görünce silmek istedi lekeleri ve o an üzerindeki yazıları fark etti. Suya düşen kâğıtta yeni bir mesaj gördü:
    “Orçun, Orçun, saf Orçun. Sen gerçekten çok saf ve tuhaf bir adamsın. Burada ne geziyorsun? Bak işe de gitmedin bu gün. Halen gece yarısı karşına çıkan kırmızı papyonlu bir adama inanıyorsun? Adama inandığın yetmiyor, yazdıklarına inanıyorsun. Ne olacak bu halin Orçun? Ben böyle bir torunum olsun istememiştim.” 
    Orçun’un başı döndü, az kalsın düşecekti bulunduğu yere. Güç bela toparlandı ve dönüş trenine bindi. Pencereden dışarıya bakarken tren hareket etti. Rüya mıydı? Hayal miydi? Kimin hikâyesinin içine düşmüştü? Şaşkındı…

SIRADAN BİRİNİN SIRADAN HİKAYESİ

     İdil Karaman
    Akşam vaktinin üzerinden hayli zaman geçmiş gece vakti başlamıştı. Kış mevsiminde geceler uzadığı için hayli sıkıcı geliyordu ona. Tüm işlerini gece başlamadan bitirebiliyor, geç yatmasına rağmen uykusunu da alıyordu. Gündüzler ise yok gibiydi. Çabucak bitiyordu. Bu şehre alışmaya başlamıştı. Üstelik kendisine bir de iş bulmuştu. Hem okul, hem iş biraz yorucuydu kendisi için ama buna mecburdu. Tek başına ayakları üzerinde durabilmek onun için önemliydi. Bu gece yapacak hiçbir işi yoktu. Kendisine bir kahve yaptı, kitaplığından epeydir okumayı düşündüğü Haikyuu adlı kitabı seçti ve okumaya başladı. Ne kadar huzurlu ve güzel bir gece diye düşündü içinden. Kahvesi, evi, kitabı vardı. Daha ne olsundu. Haikyuu’nun sayfaları arasında dolaşırken koltuğunda uyuyakaldı. Uyandığında sabah olmuş, okula gidiş saati gelmişti. Uykusunu almıştı ama yine de koltukta uyuduğu için boynunda biraz ağrı vardı. Hazırlandı ve okul yoluna düştü. 
    En sevdiği dersler programına göre bugündü. Güzel Sanatlar Fakültesinde zaten tüm dersler güzeldi. Kafasında yine huzur ve sadelik düşünceleriyle okuluna ulaştı, derslerini dinledi ve ardından iş yerine gitmesi gerekiyordu. İş yerine ulaştığında çantasını bir kenara koyarak iş kıyafetlerini giyindi. Akşam oluncaya kadar burada çalışıyordu. Bir kafeydi burası ve kimi zaman çok yorucu kimi zaman ise tenha oluyordu. Tenha vakitlerini daha çok seviyordu burasının çünkü kendisine zaman kalıyordu. Bugün de tenha bir gün olacak gibiydi. Birkaç saat çabucak geride kaldı ve evine gitmek üzere yola çıktı. Bir süre yürüdükten sonra takip edildiğini hissetti ve aniden durup geriye doğru baktı, kimsecikler yoktu. Sağa sola dikkatle baktı yine kimseyi göremedi. Evi ile iş yerinin arası yarım saat kadardı ve daha yolun yarısındaydı. Ne yaparsa yapsın birisinin kendisine baktığı hissinden kurtulamıyordu. Adım başı geriye dönüyor, bakıyor ama kimseyi göremiyordu. Daha önce hiç yaşamadığı bir durumdu bu ama yine de korkmuyordu çünkü kendisini savunacak yetenekleri vardı. Takip edildiği hissinden uzaklaşmak için farklı şeyler düşünmeye çalıştı. Yaz mevsimini hatırladı, ailesinden ne kadar süredir uzak kaldığını düşündü. Kardeşinin lüzumsuz şakalarını hatırladı. Ne yaparsa yapsın her adımda kendisini takip eden birinin olduğu hissinden kurtulamadı. 
    Nihayet evine ulaşmıştı. Hızla içeriye girdi ve kapısının anahtarını üç kez döndürdü. İlk kez yapıyordu bunu. Normalde bir kere döndürürdü. Biraz dinlendikten sonra çizim ödevlerini yapması gerektiğini hatırladı ve masasına oturdu. Bir süre sonra tıkırtılar duymaya başladı. Kalktı ve odaları, mutfağı kontrol etti. Nereden geliyordu bu tıkırtılar? Dikkatle dinlediğinde pencereden geldiğini fark etti. Perdeyi araladı ve pencerenin kenarında küçük sarı bir kedinin bu sesleri çıkardığını gördü. Kedileri severdi. Pencereyi açtı ve içeriye aldı kediyi. Önüne yiyeceği bir şeyler getirdi. Üşümüştü kedi. Altına koyduğu minder üzerinde kedi uykuya dalmıştı. O da kediyi izlerken uykuya daldı.  

MOR ÇİÇEK DESTANI

    Metehan Ersoy

    Tarih henüz yazılmaya başlanmamıştı çünkü alfabe yoktu. İnsanlar zorlu doğa koşullarında yaşamaya çalışıyordu. Bir yandan doğa şartları bir yandan düşman kavimler arasında yaşamak çok zordu. Türkler sürekli bir kurtarıcının geleceğine ve kendilerinin dünyaya hâkim olacağına inanıyorlardı zira atalarından bu tarz hikâyeler dinlemişlerdi. 
    Pars yılında kadır kış aylarının en soğuk günleriydi. Bu soğuklar kırk gün sürecek ardından kırk günlük bahar gelecekti. Bahar ayları bu bölge halkı için kutlanılması gereken günlerle başlardı. Dağlarda bulunan mor bir çiçeği ilk kez gören bu çiçeği obaya getirir ve kutlamalar başlardı.  Köktem ayı için gün sayıyordu halk ancak çok çetin geçen kış mevsiminde yine diğer boylar tarafından saldırıya uğramak riski de onları korkutuyordu. Günler böyle geçti. Olağanüstü bir olay yaşanmadı kadır aylarında ancak halk yorgun ve bitkindi. Kış boyu beklemek ve ava bile çıkamamak onları kıtlığın eşiğine getirmişti. 
    Köktem ayının ilk günleriydi. Türklerin lideri Kalı Han artık mor çiçeğin zamanın geldiğini düşünerek atlandı ve dağlara doğru koşmaya başladı. Kalı Han’ın yanında yardımcısı Çeribay ve Batumtay vardı. Üç atlı dağlara doğru koşarken tepelerinde de eğittikleri doğanlar onlara eşlik ediyordu. Onlardan aldıkları işarete göre peşlerinden gelecek başka gençler de vardı. Şayet mor çiçeği bulurlarsa dağın tepesinde bir ateş yakacaklar ve gençlerin de yola çıkması için haber vermiş olacaklardı. 
Birkaç saat sonra Kutlu Dağ’dan dumanlar yükselmeye başladı. Bunu gören obadaki gençler atlanarak Kalı Han’ın yanına doğru yola çıktı. Kalı Han’ın yanına gidenlerden sonra oba savunmasız kalmıştı. Bu geleneği bilen diğer boylar yakın bir yerde olayları izliyorlardı. Gençler de Kutlu Dağ’a ulaşmışlardı. Obada yalnızca ihtiyarlar ve çocuklar, kadınlar kalmıştı. Fırsatı ganimet bilen Kuzgun boyu ani bir hamle ile Türklerin obasına saldırdılar ve kalan halkı imha etmeye, çadırlara zarar vermeye başladılar. Bu esnada burada yaşayan Türklerin hayvanlarını ve kıştan kalan erzaklarını almayı amaçlıyorlardı. Bu esnada Kutlu Dağ’a gitmemek için çadırında saklanan bir Türk diğerlerine hissettirmeden kendisine bir at bularak Kutlu Dağ’a doğru yola çıktı. Amacı olup bitenleri Kalı Han’a iletmekti. Kalı Han olayı duyduğunda küplere bindi ve bulduğu iki mor çiçeğin yanında Batumtay ve Çeribay’ı bırakarak kalan erlerle dört nala obaya koştu. Obadan dumanlar savruluyordu. Çığlıklar ve ağlama sesleri uzaktan bile duyuluyordu. Obaya saldıran Kuzgunlar Kalı Han ve yanındakilere karşılama planı da hazırlamışlardı. Önce saklandılar ve Kalı Han ve yanındakiler obaya girdiğinde ortaya çıkarak etraflarını sardılar. Büyük bir mücadele başladı. Kalı Han ve yanındakiler kaybetmeye mahkum görünüyordu. Öyle de oldu. Son Türk kalıncaya kadar Kuzgunlarla mücadele devam etti. Akşam olduğunda obada canlı bir Türk kalmamıştı. 
    Kuzgun zafer sarhoşluğu ve naralarla obalarına dönmek üzere yola çıktılar. Bu esnada dağda mor çiçeklerin başında bekleyen Çeribay ve Batumtay da sıkıntılı, gergindi. Geceyi burada geçirmek zorundalardı. Yedi gün beklediler çiçeğin başında ancak obadan bir haber gelmedi. Yedinci gece mor çiçekler önce maviye döndü, sonra etrafına mavi ışıklar saçmaya başladı.  Çeribay ve Batumtay hayal gördüklerini düşündüler ama ikisi birden aynı hayali göremezdi. Işık büyüdü, büyüdü ve tüm dağı aydınlatacak hale geldi. Bu esnada bir uluma sesi işittiler. Yanlarında gri tüyleri ve ateş saçan gözleriyle kocaman bir kurt belirmişti. Bir süre sessiz kaldılar kurt onların dağdan inmelerini ister gibiydi. Davranışlarından bunu anlıyorlardı. Mor çiçekler de zaten ortada yoktu artık. Bir mavi ışığa dönüşmüştü. 
    Kurdun peşine düşerek Kuzgunların bulunduğu obaya doğru gittiler ama bunun farkında değillerdi. Kurt bakışlarıyla ve tüyleriyle yollarını aydınlatıyordu. Saatler süren yolculuktan sonra kurtla beraber Kuzgunların obasına inmişlerdi. Anlaşılan oydu ki yaşayan yalnızca iki Türk kalmıştı, onlar da kendileriydi. İntikam vakti gelmişti. Kuzgunları uykuda basan Batumtay ve Çeribay kurdun ulumasının ardından saldırıya geçtiler. Kılıçlarının ve oklarının önünde durabilen kimse olmadı. Kendi obalarına yapılanların intikamını almışlardı ancak kurtla birlikte yalnızca üç kişiydiler şimdi. 
Buradaki işleri bittikten sonra kurt onları yeniden dağa çekti. Dağa yaklaştıkça mavi ışık görünmeye başlamıştı. Nihayet dağa vardıklarında mavi ışık usul usul sönmeye başladı ve iki mor çiçek yeniden belirdi. Bu mor çiçekler ışığın da etkisiyle iki Türk kızına dönüştüler. Batumtay ve Çeribay olanlar karşısında şaşkındı. Kurt sessizce mor elbiseler giymiş kızları işaret etti başıyla ve ortadan kayboldu. 
    Kutlu Dağ’da yeni bir hayat kuran Türk boyu Batumtay ve Çeribay’ın torunları olarak çoğaldılar, yeniden dünya sahnesine çıktılar. Torunlar bu destanı yüzyıllarca torunlarına anlattılar ve mor çiçeğin niçin kutsal olduğunu anlattılar. 
    İki bin yıl sonra Ozan Metehan bu destanı kaleme alarak tarihin tozlu sayfalarında kaybolmaktan kurtardı. 

20 Aralık 2023 Çarşamba

İSİMSİZ HİKAYE

 

Elif Erva Candan, Meva Vural

Saat gecenin üçüydü. Kazuha’yı nedense uyku tutmuyordu. Son zamanlarda böyle bir rahatsızlık gelişmişti kendisinde. Bir gün uyusa üç gece sabaha karşı ancak uyuyordu. Yine o gecelerden biriydi işte. Sabaha kadar korkular, hayaller, ümitler arasında debelenecek sabaha doğru yorgunluktan sızacaktı. Saat gecenin üçüydü.

    Pencerenin önüne geçti, perdeleri araladı ve önce sokağa baktı sonra gökyüzüne. Sokaklar bomboştu. En çok bu halini seviyordu sokakların. Şehir terk edilmiş gibiydi. Ağaçlar bile bir fotoğraf karesinde gibi titremeden duruyordu. Gökyüzünde ise bulut yoktu. Ay sabit duruyordu. Yıldızlar hafif kımıldıyordu. O sırada bir yıldızın kaydığını fark etti. Dilek tutmam lazım, diye düşündü ama gecenin üçünde aklına bir dilek gelecek gibi değildi. Yine de gözü kayan yıldızı takip etti. Yıldız arkasında ışıktan izler bırakarak gidiyordu bir yerlere doğru. Seneler önce duyduğu bir inanışı hatırladı. Yeryüzündeki insan sayısı kadar gökyüzünde yıldız vardı inanışa göre ve her yıldız kayışında yeryüzünde bir insanın öleceğini söylerlerdi. Düşündü, acaba bu saatlerde yani gecenin üçünde kim ölmüş olabilirdi. Etraftaki evlerin pencerelerine baktı. Işığı yanan bir yerler olacak mı, diye bekledi. Halen sokak sessizdi. Zaten bu sadece bir inanış diye düşündü. Gerçek olmak zorunda değildi. Zaten yorgun zihnini bu türden şeylerle de meşgul etmek istemiyordu. Uykusunun geldiğini sezdi.
        Pencereyi açtı, biraz oksijen teneffüs etti ve hafif üşüdü. Pencereyi kapatarak yatağına uzandı. Saat gecenin üç buçuğu olmuştu. Uykusu da gelmişti. Uyudu. Hiç rüya görmedi. Sabahın erken saatlerinde güneş yüzüne vurur vurmaz uyandı. Kazuha her gün olduğu gibi yine yorgun ve uykusuzdu. Kahvaltı yapmamayı da alışkanlık haline getirmişti. Ofisine gidince nasıl olsa bir kahve ve birkaç bisküvi ile açlığını yatıştırırdı. Kısa sürede hazırlandı ve yola çıktı.
        Gece uzaktan seyrettiği sokak hareketlenmişti. Ağaçlar renklenmiş yollar insan kaynıyordu. Büyük parkı geçtikten sonra birkaç adım ilerdeydi ofisi. Ayrıca taksi, otobüs, metro parası vermemek için iş yerinin yakınında bir ev bulmuştu kendisine yakın zaman önce. Evini seviyordu.
        Nihayet on dakika kadar içinden yürüyerek geçeceği parka girdi. Yorgundu ama parktan geçerken hep bir hayat enerjisine kapılıyordu. Adımları canlandı. Parkın tam ortasına geldiğinde büyük bir kalabalık, sağlık görevlileri ve ambulansı gördü. Tedirgin oldu bu kalabalıktan ve yaklaşarak durumu anlamaya çalıştı. Polisler ve vardı burada ve “olay yeri girilmez” bandı ile etrafı korumaya almışlardı. Bandı kaldırarak yaklaştı yine de. Ağaçlardan birinin altında bir genç yüzükoyun yatıyordu. Başucundaki sağlıkçılardan biri:
        -Saatler önce ölmüş, dedi. “Ölmüş” kelimesi herkeste bir soğukluk hissi oluşturdu. Polislerden biri söze girdi:
        -Kaç saat önce?
        Bu sorular üst üste çoğalınca Kazuha gece yaşadığı olayı hatırladı ve ortaya atıldı:
Gece saat üç civarında öldü bu genç, benim haberim var durumdan.
Tüm bakışlar Kazuha’ya çevrildi. Alana girmesi bile yasak olan bu genç şaibe uyandırdı herkeste. Polisler yaklaştı ve sordular:
        -Tanıyor musun? Neden öldü, biri mi öldürdü yoksa?
        Kazuha doğal davranışlarına devam ederek:
        -Gece üç gibi gökyüzüne bakıyordum ve bir yıldızın kaydığını gördüm. Demek ki bu garibanın yıldızıymış kayan, dedi. Herkes birbirinin yüzüne baktı. Sağlıkçılardan biri:
        -Evet, gece üç sıralarında ölüm gerçekleşmiş olabilir, epey zaman geçmiş üzerinden, dedi. Şüpheler iyice Kazuha’yı işaret ediyordu. Kazuha:
        -Yıldızları takip etseydiniz anlardınız o saatlerde birinin öleceğini. Sizlere kolay gelsin, diyerek olay yerinden uzaklaştı.
        Polisler, sağlıkçılar ve kalabalık Kazuha’nın ardından öylece baktı.
 

KUTSAL EJDER DESTANI

     Aydın Çınar Yıldırım
    Asya’da 40’lı yılarda yaşamış bir Türk devleti vardı. Devlet aslında yüzyıllardır burada yaşayan halkın kırk sene önce kurduğu yeni bir devletti. Medeniyette, kültür ve sanatta dönemine göre çok ilerde olan bu devletin halkı yaşantısından son derece memnundu. Atları için sınırsız topraklar vardı ve tarımla da uğraşıp elde ettikleri ürünlerin fazlasını komşu devletlere satıyorlardı. Üstelik savaşçı bir devlet oldukları için düşmanları da bu devletten hayli çekiniyordu. 
    Tarih mart ayının yedinci gününü gösteriyordu. Mart ayı bu bölgede kıştan farksızdı. Gündüz biraz hava ısınır gibi olsa da akşama doğru çöken sis soğukla birlikte halkı çadırlarına tıkmak için yeterliydi. Akşam yaklaşmış, karanlık çökmeye başlamıştı. Çadırlardaki cılız ışıklar dışında yaşam belirtisi olmayan bu coğrafyada birden gündüz gibi hava aydınlandı. Durumu fark eden Türkler çadırlarından dışarıya çıktıklarında her tarafı aydınlatan mavi parlak bir ışığın karşı dağa konuşlandığını fark etti. Ortalıkta ses seda yoktu. Uzaklardan gelen kurt ulumaları ve rüzgarın dışında çıt çıkmıyordu. Kavmin en yaşlısındaydı gözler. Bu ışığı bilse bilse o bilirdi ama o da korkuyla ışığa bakıyor ve susuyordu. Birden sessizlik bozuldu ve bir çığlık duyuldu. Ancak bir insan sesi değildi bu. Hayvan sesi de değildi. İlk kez duydukları bu ses karşısında gözlerden korku fışkırıyordu. Dokuz yiğit silahlarını ve atlarını alarak mavi ışığa doğru yola çıktı. Bu yiğitlerin ailesi diğerlerinden daha tedirgindi. Atların ayak sesleri uzaklaştı ama her yer gündüz gibi mavi bir ışıkla halen aydınlanıyordu. 
    Dokuz kişi ışığın kaynağına ulaştıklarında farklı bir cisim gördüler. Işığı yayan bu cisimdi ve sesler içinden geliyordu. Biri kılıcını kınından çekti, biri yayına ok gerdi, biri mızrağını eline aldı, diğerleri kalkanlarını siper ederek ışığa doğru iyice yaklaştılar. Çadırdan çok farklı bir yapıydı bu. Kapıya benzer bir yer gördüler ve birer birer içine girmeye başladılar. İçeri girdiklerinde insana benzeyen ama insan olmayan siyah ve tek gözlü yaratıklarla karşılaştılar. Ellerindeki savaş aletleri işe yaramıyordu ve saldıran ilk üç kişi feci bir biçimde can vermişti. Kalan altı kişi kendisini dışarıya zor attı ve atlarına binerek obalarına dönmek için yola çıktılar. Kaçış yolunda atlardan biri de ışıklı cisim içindekiler tarafından bilinmeyen bir silahla vurulmuştu. Obaya dönen sadece beş kişiydi. Tüm oba onları bekliyordu. Onların ise yüzleri masmavi olmuş, korkudan gözleri büyümüş ve dilleri tutulmuştu. 
    İlerleyen saatlerde gürültüler yine çoğaldı. Bu kez obanın dağında yaşayan ve kırk yıl önce uykuya yatmış olan ejderha uyanmış, ışıklı cisimden ve gelen seslerden rahatsız olmuş, yanına gitmişti. Hayli sinirliydi uyandırıldığı için. Cismin içindekiler nasıl karşılık verirlerse versinler ejderhaya bir şey olmuyordu. Sonunda ejderha cisim içindeki yaratıkları imha etti ve bir süre sonra cismin ışığı söndü. Yeniden olay yerine dokuz kişi atlanarak ulaştılar. Gördükleri manzara karşısında moralleri düzelmişti. Yaratıkları güçlükle sürükleyerek yakındaki ırmağı bıraktılar. Ejderha yorgun ama keyifliydi. O günden sonra ejderha bu Türkler için kurtuluşun sembolü oldu, bu dağın adını Türkler Kutsal Ejder Dağı koydular ve her 7 Mart tarihinde bu dağın tepesine giderek ejderhaya şükranlarını bildirdiler.