Aydın Çınar Yıldırım
Asya’da 40’lı yılarda yaşamış bir Türk devleti vardı. Devlet aslında yüzyıllardır burada yaşayan halkın kırk sene önce kurduğu yeni bir devletti. Medeniyette, kültür ve sanatta dönemine göre çok ilerde olan bu devletin halkı yaşantısından son derece memnundu. Atları için sınırsız topraklar vardı ve tarımla da uğraşıp elde ettikleri ürünlerin fazlasını komşu devletlere satıyorlardı. Üstelik savaşçı bir devlet oldukları için düşmanları da bu devletten hayli çekiniyordu.
Tarih mart ayının yedinci gününü gösteriyordu. Mart ayı bu bölgede kıştan farksızdı. Gündüz biraz hava ısınır gibi olsa da akşama doğru çöken sis soğukla birlikte halkı çadırlarına tıkmak için yeterliydi. Akşam yaklaşmış, karanlık çökmeye başlamıştı. Çadırlardaki cılız ışıklar dışında yaşam belirtisi olmayan bu coğrafyada birden gündüz gibi hava aydınlandı. Durumu fark eden Türkler çadırlarından dışarıya çıktıklarında her tarafı aydınlatan mavi parlak bir ışığın karşı dağa konuşlandığını fark etti. Ortalıkta ses seda yoktu. Uzaklardan gelen kurt ulumaları ve rüzgarın dışında çıt çıkmıyordu. Kavmin en yaşlısındaydı gözler. Bu ışığı bilse bilse o bilirdi ama o da korkuyla ışığa bakıyor ve susuyordu. Birden sessizlik bozuldu ve bir çığlık duyuldu. Ancak bir insan sesi değildi bu. Hayvan sesi de değildi. İlk kez duydukları bu ses karşısında gözlerden korku fışkırıyordu. Dokuz yiğit silahlarını ve atlarını alarak mavi ışığa doğru yola çıktı. Bu yiğitlerin ailesi diğerlerinden daha tedirgindi. Atların ayak sesleri uzaklaştı ama her yer gündüz gibi mavi bir ışıkla halen aydınlanıyordu.
Dokuz kişi ışığın kaynağına ulaştıklarında farklı bir cisim gördüler. Işığı yayan bu cisimdi ve sesler içinden geliyordu. Biri kılıcını kınından çekti, biri yayına ok gerdi, biri mızrağını eline aldı, diğerleri kalkanlarını siper ederek ışığa doğru iyice yaklaştılar. Çadırdan çok farklı bir yapıydı bu. Kapıya benzer bir yer gördüler ve birer birer içine girmeye başladılar. İçeri girdiklerinde insana benzeyen ama insan olmayan siyah ve tek gözlü yaratıklarla karşılaştılar. Ellerindeki savaş aletleri işe yaramıyordu ve saldıran ilk üç kişi feci bir biçimde can vermişti. Kalan altı kişi kendisini dışarıya zor attı ve atlarına binerek obalarına dönmek için yola çıktılar. Kaçış yolunda atlardan biri de ışıklı cisim içindekiler tarafından bilinmeyen bir silahla vurulmuştu. Obaya dönen sadece beş kişiydi. Tüm oba onları bekliyordu. Onların ise yüzleri masmavi olmuş, korkudan gözleri büyümüş ve dilleri tutulmuştu.
İlerleyen saatlerde gürültüler yine çoğaldı. Bu kez obanın dağında yaşayan ve kırk yıl önce uykuya yatmış olan ejderha uyanmış, ışıklı cisimden ve gelen seslerden rahatsız olmuş, yanına gitmişti. Hayli sinirliydi uyandırıldığı için. Cismin içindekiler nasıl karşılık verirlerse versinler ejderhaya bir şey olmuyordu. Sonunda ejderha cisim içindeki yaratıkları imha etti ve bir süre sonra cismin ışığı söndü. Yeniden olay yerine dokuz kişi atlanarak ulaştılar. Gördükleri manzara karşısında moralleri düzelmişti. Yaratıkları güçlükle sürükleyerek yakındaki ırmağı bıraktılar. Ejderha yorgun ama keyifliydi. O günden sonra ejderha bu Türkler için kurtuluşun sembolü oldu, bu dağın adını Türkler Kutsal Ejder Dağı koydular ve her 7 Mart tarihinde bu dağın tepesine giderek ejderhaya şükranlarını bildirdiler.
Asya’da 40’lı yılarda yaşamış bir Türk devleti vardı. Devlet aslında yüzyıllardır burada yaşayan halkın kırk sene önce kurduğu yeni bir devletti. Medeniyette, kültür ve sanatta dönemine göre çok ilerde olan bu devletin halkı yaşantısından son derece memnundu. Atları için sınırsız topraklar vardı ve tarımla da uğraşıp elde ettikleri ürünlerin fazlasını komşu devletlere satıyorlardı. Üstelik savaşçı bir devlet oldukları için düşmanları da bu devletten hayli çekiniyordu.
Tarih mart ayının yedinci gününü gösteriyordu. Mart ayı bu bölgede kıştan farksızdı. Gündüz biraz hava ısınır gibi olsa da akşama doğru çöken sis soğukla birlikte halkı çadırlarına tıkmak için yeterliydi. Akşam yaklaşmış, karanlık çökmeye başlamıştı. Çadırlardaki cılız ışıklar dışında yaşam belirtisi olmayan bu coğrafyada birden gündüz gibi hava aydınlandı. Durumu fark eden Türkler çadırlarından dışarıya çıktıklarında her tarafı aydınlatan mavi parlak bir ışığın karşı dağa konuşlandığını fark etti. Ortalıkta ses seda yoktu. Uzaklardan gelen kurt ulumaları ve rüzgarın dışında çıt çıkmıyordu. Kavmin en yaşlısındaydı gözler. Bu ışığı bilse bilse o bilirdi ama o da korkuyla ışığa bakıyor ve susuyordu. Birden sessizlik bozuldu ve bir çığlık duyuldu. Ancak bir insan sesi değildi bu. Hayvan sesi de değildi. İlk kez duydukları bu ses karşısında gözlerden korku fışkırıyordu. Dokuz yiğit silahlarını ve atlarını alarak mavi ışığa doğru yola çıktı. Bu yiğitlerin ailesi diğerlerinden daha tedirgindi. Atların ayak sesleri uzaklaştı ama her yer gündüz gibi mavi bir ışıkla halen aydınlanıyordu.
Dokuz kişi ışığın kaynağına ulaştıklarında farklı bir cisim gördüler. Işığı yayan bu cisimdi ve sesler içinden geliyordu. Biri kılıcını kınından çekti, biri yayına ok gerdi, biri mızrağını eline aldı, diğerleri kalkanlarını siper ederek ışığa doğru iyice yaklaştılar. Çadırdan çok farklı bir yapıydı bu. Kapıya benzer bir yer gördüler ve birer birer içine girmeye başladılar. İçeri girdiklerinde insana benzeyen ama insan olmayan siyah ve tek gözlü yaratıklarla karşılaştılar. Ellerindeki savaş aletleri işe yaramıyordu ve saldıran ilk üç kişi feci bir biçimde can vermişti. Kalan altı kişi kendisini dışarıya zor attı ve atlarına binerek obalarına dönmek için yola çıktılar. Kaçış yolunda atlardan biri de ışıklı cisim içindekiler tarafından bilinmeyen bir silahla vurulmuştu. Obaya dönen sadece beş kişiydi. Tüm oba onları bekliyordu. Onların ise yüzleri masmavi olmuş, korkudan gözleri büyümüş ve dilleri tutulmuştu.
İlerleyen saatlerde gürültüler yine çoğaldı. Bu kez obanın dağında yaşayan ve kırk yıl önce uykuya yatmış olan ejderha uyanmış, ışıklı cisimden ve gelen seslerden rahatsız olmuş, yanına gitmişti. Hayli sinirliydi uyandırıldığı için. Cismin içindekiler nasıl karşılık verirlerse versinler ejderhaya bir şey olmuyordu. Sonunda ejderha cisim içindeki yaratıkları imha etti ve bir süre sonra cismin ışığı söndü. Yeniden olay yerine dokuz kişi atlanarak ulaştılar. Gördükleri manzara karşısında moralleri düzelmişti. Yaratıkları güçlükle sürükleyerek yakındaki ırmağı bıraktılar. Ejderha yorgun ama keyifliydi. O günden sonra ejderha bu Türkler için kurtuluşun sembolü oldu, bu dağın adını Türkler Kutsal Ejder Dağı koydular ve her 7 Mart tarihinde bu dağın tepesine giderek ejderhaya şükranlarını bildirdiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder