14 Aralık 2024 Cumartesi

10'LAR

 

EKİN AKÇAY

Minik bir çizgiyle başlar
     O koca resimler
Minik bir çizgiyle başlar
    O küçük resimler

Bazısı şöhretler üzerinde
Bazısı buzdolabının üzerinde
Bazısı bir camın altında
Bazısı bir magnetin altında

Önemli olan kimin tarafından yapıldığı mı?
Yoksa kimin onun nereye koyduğu mu?
Ya da neyden yapıldığı mı?
Acaba en çok kimin beğendiği mi?

Ben onlar ayırt etmem
Hepsi gözümde aynı
Ama bir şey var ki
Neden yapıldığı
Bence en önemlisi bu

Bana ne anlattığıdır.

NERGİS



Doğa Uzunpınar

Yunan mitolojisinde
Kendisine âşık olan
Kim olduğunu anlamayan
Bir kişi var adı Narkissos olan

Narkissos ölüyor
Öldüğü yerden çiçekler çıkıyor
Çıkan çiçeklerin adını ise
İnsanlar nergis koyuyor 
Günümüzün nergisleri
İşte böyle bulunuyor
Nergisin çıkışı 
Bize böyle anlatılıyor

GİZEMLİ GEÇİT

Elif Dağdeviren

1. Bölüm

İki haftadır uçun gemimizdeyim. Yanımda arkadaşlarım Rüya, Arda ve Sinan var. Yüzlerce yıldır hiç kimsenin bulamadığı bir gizemi bulmaya çalışıyoruz. Ailelerimizden çok uzaktayız. Bazen yere inip yiyecek aramaya çıkıyoruz. Geceleri birlikte oyun oynuyoruz. Sonra da ailelerimizi arayıp yatmaya gidiyoruz ama her gece iki kişi nöbet tutuyor. 
Bir gece ben ve Arda nöbet tutuyorduk. Ben:
-Arda şu aşağıda parlayan şeyi gördün mü, dedim. 
Arda hemen yanıma geldi ve aşağıdaki cismi o da gördü. Hemen gemiyi durdurmaya gittim. Arda da Rüya ile Sinan’ı uyandırmaya gitti. Kaç gündür uçuyorduk ama hiç böylesini görmemiştik. Saat beş gibiydi ve güneş doğuyordu. Güneş doğarken daha da parlak görünmeye başlamıştı cisim. Acaba aradığımız gizem bu muydu? Kafamda garip sorular vardı. Rüya:
-Asya bu ne? Aradığımız gizem bu olabilir mi, dedi. 
Bu soruların cevabını ben de bilmiyordum ve ben de bu soruların cevaplarını merak ediyordum. Sinan, hemen bir halat getirdi ve ben halat yardımıyla parlayan şeyin ne olduğunu görmek, onu almak için aşağıya indim. Aşağıya indiğimde gördüklerim karşısında şaşırıp kaldım çünkü bu bir anahtardı ve normal boyutundan çok küçüktü. Anahtarı aldım, cebime koydum, halatla tekrar yukarı çıktım. Anahtarı arkadaşlarıma gösterdim. Onlar da çok şaşırmıştı. Bunca çaba küçücük bir anahtar için miydi? Sinan:
-Arkadaşlar, belki de gizem budur, dedi. 
Arda hemen:
-Bu kadar minik bir anahtarın uyabileceği bir kapı var mı ki, dedi. 
Sonra Rüya anahtarı inceleyerek bunun aslında bir kapının anahtarı değil de kırılmış bir şeyin parçası olduğunu söyledi. Rüya:
-Arkadaşlar, bence bu bizim aradığımız gizemin ta kendisi. Baksanıza üzerinde yazana! Yüzyıllar öncesinden kalma bir anahtar, dedi.
Rotayı kendi ülkemize çevirdik. Bir haftalık bir süre vardı. Hepimiz çok heyecanlıydık çünkü hem ailelerimizi görecektik hem de belki de gizemi bulmuştuk. Zaman çok yavaş akıyordu. Bir hafta sanki bir yılmış gibi geliyordu. Hepimiz parlayan minik anahtarın ne olduğunu çok merak ediyorduk. Bir kapının anahtarı, kırılmış bir şeyin parçası ya da başka bir şey olabilirdi bu. Belki de sıradan bir anahtardı. Bunun cevabını ancak ülkemize döndüğümüzde anlayabilecektik. Belki de boşu boşuna dönmüş olacaktık. Günler böyle geçerken sonunda ülkemize dönmeye bir gün kalmıştı. Nihayet kendi ülkemizdeydik. Hemen ailelerimizin yanına gittik ve onlarla hasret giderdik. Yarım saat sonra bir araya geldik ve parlak, minik anahtarın ne olduğunu öğrenmek için neredeyse her yeri araştırdık. Sonunda bir antikacıya girdik ve o bize gerçekleri söyledi. Bu, söylenmesi çok zor bir şeydi. Evet, bu bir anahtardı ancak kapının değil kilidin anahtarıydı. Hiçbirimiz bunu düşünememiştik ama kilitli bir geçidin kilidine ait bir anahtardı. Bu geçit de yüzlerce yıl öncesinden kalmaydı. İşte gizemi bulmuştuk. Hepimiz çok heyecanlıydık ama bulunduğumuz yerden geçidin olduğu yere gitmek, uçan gemimizle bile iki ay sürüyordu. Ben, Rüya, Arda, Sinan; babalarımızı da yanımıza alarak hazırlandık ve uçan gemiye yerleştik. Hepimizin kafasında aynı soru vardı: Acaba geçidin kapısı karşı tarafta nereye açılıyor? Artık gemide herkes gece nöbetini babasıyla birlikte tutuyordu. Yolculuk biraz daha güvenli hâle gelmişti fakat bizi bekleyen maceraları düşündükçe heyecanımız ve korkumuz da artıyordu. 
Devam edecek. 

CEHALET


Elif Naz Özden

Kendi kendine düşünürken içinden geçirdi: "İnsanlar iki günü peş peşe kötü geçince yarın güzel geçecek." diyor. "Oysa dün de bunu dememişler miydi?"

BAŞKAN YARDIMCISI

 FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN

Okula başladığı günden beri yalnızca Başkan Yardımcısı olmak hayali vardı. Başkan olmak istemiyordu çünkü Başkan demek, sorumluluk demekti. Başkan demek, teneffüslerde hep bir yerlerde işi olmak demekti. Başkan demek öğretmenlerin taleplerini sınıfa iletmek demekti. Başkan demek ses ayarı demekti. Sınıfın sesini ayarlayan kimseydi Başkan. O yüzden Başkan Yardımcısı olmak istiyordu. İlk dört seneyi yalnızca susarak geçirmişti. Öğretmen kendisine söz hakkı vermese tahtaya kalkmaz, parmak kaldırmazdı. Sınıftaki arkadaşlarının onun varlığından bile haberleri yoktu. Hatta okula gitmediği birkaç gün bile yok yazılmamıştı çünkü sınıfta varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktu. 
Nihayet 5. Sınıfa geçmişti. Artık kendisinde bu öz güven ve yeterliliği hissediyordu. Bu sene kesinlikle Başkan Yardımcısı olmalıydı. Yeni bir sınıftaydı ve yeni arkadaşları vardı. Üstelik sakin, durgun bir sınıftı. Burada Başkan Yardımcısı olmak iyi bir düşünceydi. Okulun ilk haftasıydı ve bir Başkan seçmek gerekiyordu. Başkan Yardımcısı olmak için çok büyük bir çaba gerekmiyordu. Başkanlık seçiminde en çok oy alan ikinci kişi Başkan Yardımcısı oluyordu. Kendisini de kimse tanımadığı için oy veren olmazdı zaten. Nasıl olsa kimse Başkan Yardımcısı olmak için seçimlere katılmıyordu. 
Sınıf Öğretmenleri 5. ders saatinde sınıfa gelerek Sınıf Başkanı seçiminin yapılacağını söyledi. Başkan adaylarını görmek istediğini söyledi Öğretmen. 40 kişilik sınıfta 7 kişi Başkan adayı olmak için el kaldırmıştı. Başkan Yardımcılığı işi, biraz sıkıntıya girmiş gibiydi. Bu kadar aday arasında en çok oyu alan ikinci aday olmak biraz zor görünüyordu. Yine de bu büyük hayalini gerçekleştirmek için çekinerek el kaldırdı. Artık aday sayısı sekize çıkmıştı. 
Öğretmen, her seçimde olduğu gibi adayları tahtaya kaldırdı. Hepsinin adlarını tahtaya yazdı: Kiraz, Sude, Ahmet, Mehmet, Ersin, Yusuf, Ferdi, Barış. Adaylar sırtlarını sınıfa döndüler ve öğretmenin dağıttığı boş kağıtlara adayların isimleri yazılmaya başlandı. Ahmet ve Mehmet çok yakın iki arkadaştı. Biri Başkan olursa kesin diğeri de yardımcısı olurdu. Barış ve Ferdi zaten spor olsun diye aday olmuşlardı. Oldukça yaramaz görünüyorlardı. Yusuf ve Ersin Başkan olmaya en uygun kişiler gibi görünüyordu. Sude içine kapanık biriydi. Kiraz, bütün isimleri böylece zihninden geçirdi. Bir an yerine oturmak ve ismini tahtadan silmek geçti. Neden katılmıştı ki bu seçime. Aslında 7 adayı görür görmez hayalini kalbine gömmeliydi. Belki lise yıllarında Başkan Yardımcısı olmak daha iyi bir düşünceydi. Kendini sorgulamaya başladı. Öğrencilik tarihinde yalnızca Başkan Yardımcısı olmak için aday olan var mıydı? İhtimal, yoktu. Böyle saçma bir düşünceye kapıldığı için üzüldü. Ayrıca tüm sınıfa rezil olacaktı ve belki de hiç oy alamayacaktı. Kiraz, terlemeye başlamıştı. Göz ucuyla öğretmen masasına doğru baktı. Oy verme işi bitmişti. Öğretmen oyları sayıyordu. Birkaç kişi de yardım ediyordu. Sayma işlemi bitmişti. Öğretmen adaylara tahtanın önünü açmalarını söyledi. Eline tebeşir alarak adayların aldıkları oyları yazmaya başladı. Barış ve Ferdi hiç oy alamamıştı. Kiraz, kendisinin de sonunun böyle olacağını düşündü ama en azından rezil olmaktan kurtuldum, diye düşündü. Hiç oy alamayan yalnızca kendisi olmayacaktı. Sude’ye yalnızca iki oy çıkmıştı. Ahmet, Mehmet beşer oy almıştı. Kafadan bir hesap yapmaya kalkıştı. 32 katılımcıdan yalnızca 12 kişinin oyları vardı tahtadaki tabloda. Geriye Yusuf, Ersin ve kendisi kalmıştı. Galiba halen Başkan Yardımcısı olmak için bir umut vardı. Eski düşünceleri dağıldı. Yusuf’un alacağı oy sayısına göre artık Başkan Yardımcısı oldum, diyebilirdi. Bu esnada Yusuf’un isminin karşısına 4 rakamını yazdı öğretmen. Artık seçim sonuçları belliydi. Ersin, Başkan; Kiraz da yardımcısı olacaktı. Tam böyle düşünüp seviniyordu ki Ersin’in adının yanına öğretmen 6 yazdı. Kiraz’ın başı dönmeye başlamıştı. Tahtaya bakamıyordu. Belki de birileri boş oy kullanmıştır diye düşünürken adının karşısına öğretmen 10 yazdı. 
Seçim sonuçlarına göre Başkan seçilmişti Kiraz. Başı döndü, midesi bulandı Kiraz’ın. Öğretmen yeni Başkan’ı alkışlamalarını istedi sınıftan. Alkışlar, ıslıklar arasında sınıf git gide kararıyordu. Ersin, Başkan Yardımcısı olmuştu. Kiraz, o gün kendini çok kötü hissetti. Neyse ki Ersin iyi bir yardımcıydı ve Kiraz’a iş bırakmıyordu. 
Yukardaki satırları sıkılarak okudum ama yarın bizim sınıfta da seçimler vardı ve ben de 5. sınıfa yeni başlamıştım. Sınıf Başkanlığı seçimi için ben de aday olmayı düşünüyordum. Bu satırları okuduktan sonra başkanlık fikrimden vazgeçtim. Gerek yoktu bu kadar aksiyona. Ben her yıl olduğu gibi Beslenme Kulübüne kaydımı yaptırmalıydım. Zaten hikâye de karnımı acıktırmıştı. Kitabı bir kenara bıraktım ve mutfağın yolunu tuttum. 

12 Aralık 2024 Perşembe

ŞAŞIRMAYAN MEBRURE

HÜLYA DOĞANCIK
RUKİYE TOKGÖZ


Yetmiş yıldır aynı şehirde, mahallede, evde yaşıyordu. Bayramlar geçmişti bu evde, ramazanlar, doğum günleri, cenazeler, yılbaşı kutlamaları, baharlar, kışlar yaşamıştı. Şaşırmayı unutmuştu artık. Hiçbir şey onu şaşırtmıyordu. Yetmiş yılda bir insanın başına gelebilecek her şeyi görmüş, duymuş bazılarını da yaşamıştı. Depremler yaşamıştı, trafik kazaları geçirmişti, hastanelerde kalmıştı bir süre. Bir kez hacca on kez de umreye gitmişti. Bunların hepsini hayat arkadaşı Abdurrezzak ile birlikte yaşamıştı. 
On çocukları dünyaya gelmişti ama ikisi yurt dışındaydı, biri uzay yolculuğuna çıkmış fakat dönmemişti. Geriye kalan yedi çocuk da hayırsız evlat çıkmıştı. Babalarına çekmişlerdi belki de. Aynı evde yaşamalarına rağmen bir kez olsun hâlini sormuyordu Abdurrezzak. Sessizdi, konuşmuyordu. Şimdi bir Köroğlu, bir Ayvaz kalmışlardı evde. Yani eşiyle kendisi. Haftada bir bina temizliği için gelenler dışında kapılarını çalan kimse yoktu. Reklam için arayanlar dışında telefonlarını arayan kimse de yoktu. Son zamanlarda bu aramalar da kesilmişti. 
Bir Köroğlu, bir Ayvaz kalmışlardı kalmasına ama geçimsizlik zirvedeydi. Bu yaştan sonra boşanmak akıldan geçebilecek bir kelime bile değildi ama artık birlikte yaşayamıyorlardı. Birbirlerinin yemek yemesinden tutun, horlamasına kadar hepsi sorundu. Aslında horlayan da yemek yerken gürültü çıkaran da Abdurrezzak amcaydı. 
Mebrure teyze yaklaşık on sene önce Abdurrezzak amcayı salona şutlamış, odasında yalnız yaşıyordu. Yalnızca yemek vakitleri aynı mekânda bulunuyorlardı. Aslında Mebrure teyze, boşanmak için çok uğraşmıştı fakat Abdurrezzak amca:
-Bu yaştan sonra beni âleme rezil etme kadın, zaten şurada üç günlük ömrümüz kalmış. Ya sen gideceksin tahtalıköye ya ben. İhtimal ben gideceğim çünkü ömrümü yedin, demişti. 
Bu üç gün, on yıldır bitmemişti ve Mebrure teyze de odayı ayırmakta bulmuştu çareyi. Sevgiye ihtiyacı vardı. Hem de çok ihtiyacı vardı. Odasını önce çiçeklerle donatmıştı ve bir süre onlarla konuşmuştu fakat sevdiği kadar sevilmediğini hissetmişti çünkü çiçekler bir süre sonra ölüyordu. 
Daha sonra bir kedi sahiplendi Mebrure teyze. Kedi, çiçeklere göre daha iyi gelmişti ona fakat o da bir mart ayı sabahında balkonun açık kapısından kaçmış, bir daha da dönmemişti. Belki de Abdurrezzak kovmuştu onu. Kim bilir, kıskanmıştı bir kediye gösterilen özeni, yakınlığı, sevgiyi.
Abdurrezzak amca başlarda böyle değildi. Kibar, anlayışlı biriydi. Hiç değilse ayda bir mutlaka Mebrure teyzeye çiçek alırdı, hediyeler alırdı fakat elli yaşından sonra bambaşka biri olmuştu. Aksi, huysuz, aniden öfkelenen, kıyafetlerini ayda bir değişen, düşüncesiz biri. Onun için Abdurrezzak o gün ölmüştü. Yalnız odasını değil dünyasını değişmişti belki de. Başka dünyalarda yaşıyorlardı. 
Belki de göreceği, yaşayacağı her şeyi yaşadığı için Mebrure teyze oldukça sağlıklıydı. Hastanenin yolunu bile unutmuştu. Abdurrezzak amca dışında tek sorunu vardı, şaşırmamak. Şaşırmayı unutmuştu Mebrure teyze. Duyduğu hiçbir haber onu şaşırtmıyor, son derece sakin karşılıyordu her şeyi. Belki de bunun sorumlusu da Abdurrezzak amcaydı. Hayır, sadece o değil, ona benzeyen yedi hayırsız evladın da katkısı vardı bunda. 
Şaşırabilse belki de hayat eskisi gibi neşeli gelmeye başlayabilirdi onun için. Yaşamak, bir eziyete hatta işkenceye dönüşmüştü. Sevgi kalmamıştı Mebrure teyzenin kalbinde. Abdurrezzak amcaya gelince, onun zaten kalbi yoktu ki. Yirmi senedir bir insan kalbi olmadan nasıl yaşar? Abdurrezzak yaşıyordu işte. 
Normalde Mebrure teyze yatsı namazından sonra uyur, sabah ezanına kadar hiç uyanmazdı ama o gece nedense uyku tutmamıştı. Hatta bir ara salonun kapısının önüne kadar gitmiş, Abdurrezzak amcanın horultusunu duyunca yeniden odasına dönmüştü. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Bir haber gelecek ve şaşıracak, birini görecek ve hayatı eskisine dönecek gibiydi. Oysa bunların hiçbiri mümkün görünmüyordu. Yatağına uzandı, Ayetelkürsi okudu. Dışarda hava garip görünüyordu. Perdeyi araladı ve gökyüzüne baktı, daha önce hiç görmediği kadar parlak bir yıldız vardı ve hareket ediyor gibiydi. Dilek tutsam mı, diye düşündü. Hatta Abdurrezzak’tan kurtulmak iyi bir dilek olabilir diye aklından geçiyordu ki estağfurullah, dedi. Yıldız zannettiği cisim hareket ediyor, sanki dünyaya doğru yaklaşıyordu. Yatağından kalktı, balkona çıktı. Hava oldukça güzeldi. Gecenin bu saatlerinde uyanık kalmayalı yıllar geçmişti. Oysa eskiden Abdurrezzak amcayla birlikte geceleri balkonda yıldızları seyrederlerdi. Çok eskiden tabii. On yıllar önce. Zihninden bunlar geçerken ışıklı cismin büyüdüğünü ve iyice yaklaştığını gördü Mebrure teyze. Gözlerini sildi, yeniden yeniden baktı. Cisim, balkona doğru yaklaşıyordu. Belki de uykusuzluğun etkisiyle oluyordu bunlar. Yerinden kalktı ve abdest alarak yeniden döndü. Işıklı cisim daha da büyümüştü fakat artık uyku zamanıydı. Zaten şaşıracak bir şey de değildi gördüğü. Son yıllarda uydular, roketler, dronelar… Gökyüzü eskisi kadar sakin olmamalı, diyerek yatağına uzandı. Tam uykuya dalıyordu ki balkon kapısını açık bıraktığını hatırladı. Balkon kapısına yöneldiğinde dışarıdaki aydınlık dikkatini çekti. Cisim, balkonuna inmişti. Etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Binalar, sokaklar, yollar görünmüyordu aydınlıktan. Bu esnada cisimden hareketli iki canlı indi. Biri çok yabancı gelmedi kendine. Dikkatlice bakınca bunun yıllar önce uzaya giden oğlu olduğunu fark etti. İlk kez şaşırıyordu. Yıllardır unuttuğu bu his, varlığını hatırlatmıştı. Şaşkındı. Nasıl da büyümüş, delikanlı olmuştu oğlu. Adını hatırlamaya çalıştı oğlunun fakat unutmuştu bile. Aslında o unutmazdı, oğlu unutturmuştu adını. Şaşkınlık içerisinde öylece beklerken yanına yaklaştı ışıklı cisimden çıkan iki kişi. Oğlunu iyice süzdükten sonra yanındaki kişiye baktı. İnsana benzemiyordu. Masallarda duyduğu perilere benziyordu oğlunun yanındaki kişi. Bir masal perisiydi belki de. Şaşkın, çok şaşkındı. Bu esnada oğlu:
-Anne, sonunda kavuştuk işte. Bu nişanlım Masal. Seninle tanıştırmak için geldim. Babam niye yok yanında, dedi. 
Mebrure teyze şaşkınlıktan bir süre konuşamadı. Oğluna çekinerek dokundu. Yüzünde, saçlarında elini gezdirdi. Masal’a da dokunmaya çalıştı fakat eli boşta kalıyordu. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu. Bu esnada oğlunun sorusunu hatırladı ve cevap verdi:
-Baban içerde horluyor. İçeri girin, sizlere bir şeyler hazırlayayım. Gelin kızımız ne yer ne içer? Biraz değişik görünüyor da…
Önde Mebrure, arkada oğlu ve müstakbel gelin mutfağa doğru yürümeye başladılar. Mutfağın kapısını araladıklarında etraftaki ışık daha da büyüdü. Önünde incecik bir yol vardı sadece. Etrafı göremediği için dikkatli adım atıyordu. Dönüp geriye baktığında oğlunu ve gelinini göremedi. Karşısında büyük, göz kamaştıran bir aydınlık vardı sadece. Uzakta biri duruyordu. Dikkatlice baktığında bunun Abdurrezzak olduğunu fark etti. Tıpkı elli yaşından önceki gibi genç ve kibar duruyordu Abdurrezzak. Elinde bir buket gül vardı ve gülümsüyordu. 
Üç gün sonra Mebrure teyzeden ses gelmediği için kapısını açan komşular, onu balkonda buldular. Bir eli kalbindeydi, diğer eli boşluğa uzanmış gibiydi. Gözleri açıktı ve bakışları şaşkın bir o kadar da mutlu görünüyordu. 


BİR ANLIK SEYİR

Emir Subaşı

İki kafa birbirine yanaşmış hatta zaman zaman birbirine çarpıyordu. Uzaktan onları görenler çok önemli bir şeyle meşgul olduklarını düşünebilirdi. Dünya ile alakaların kesmişlerdi. Benimle bile zaman zaman ilgileniyorlardı. Dışarda otobüsler, araçlar geçiyordu. Zaman geçiyordu. Zil çalıyor, yeniden çalıyordu fakat o iki kafa hep olduğu yerdeydi. 
Gözler sabit bir noktaya bakıyordu. Zaman zaman değişik sesler çıkarıyorlardı. Çıkardıkları seslerin kimi anlamlı kimi anlamsızdı. Hatta şu an kendilerinin anlatıldığının bile farkında değillerdi. Oysa yanımdalardı. Yanı başımda. Şu an onlara dair çok olumsuz şeyler de yazabilirim. Nasıl olsa duymuyor, görmüyorlar. 
Belki bir rüya görüyorlar. Sayıklayan, rüya gören insanlar da böyle değil midir zaten? Anlamsız hareketler ve anlamsız sözler hep uykuda söylenmez mi? 
-Ben atena paypır almak istiyorum diyordu kafalardan birinin sahibi. 
Diğeri:
-Bak sen ecnebi gâvura, diyordu. 
Bu esnada kafalar birbirinden birazcık uzaklaştı. Galiba kendilerinden bahsedildiğini fark ettiler, diye düşünüyordum ki yeniden, kaldığı yerden devam etmeye başladılar. 
 İki kafa birbirine yanaşmış hatta zaman zaman birbirine çarpıyordu. Önlerinde küçücük bir ekran vardı. Bir ilaçtan daha etkili olan, bir rüyadan daha derin olan, dünyadan uzaklaştıran küçücük bir ekran. 
Uyuyorlardı ama farkında değillerdi. 
Aslında birbirine yanaşmış kafa sayısı üçtü fakat biri, bu yazıyı yazmak için oradan ayrıldı. 

BOŞ ZAMAN

Hazal Göksu

Günümüzde en çok duyduğumuz sözlerden biri “Boş vaktim yok.” İnsanın dünyada boş vaktinin olmamasından daha doğal bir şey yok oysa. Uyumak da bir uğraş, dinlenmek de ve uykuyla, dinlenmekle geçen zaman asla boş değildir. 
Belki de yapılacak bir işin olmadığı zamanları kapsar “boş vakit”. Oysa etrafımızdaki hayat, sadece boş boş oturmaya müsait değil. Mesela öğrenciyseniz mutlaka ya derstesinizdir ya da bir dersin ödevleriyle meşgulsünüzdür. Diyelim ki ders yok, ödevler de bitti. Bu kez de bir sonraki günün dersleri ya da ödevleri bekler sizi. Haydi hepsini bitirdiniz diyelim evde mutlaka küçük bir iş vardır sizi bekleyen. Yemek masasından birkaç bardağı almak, çamaşırlardan birkaçını makinaya bırakmak, odanızı toplamak… Bir öğrenciyseniz bile boş vakit neredeyse yok gibi.
Eğlence zamanları belki de boş zaman olarak düşünülen vakitler ama eğlenmek boş bir uğraş değil ki. Ne kadar ödevin, dersin saati, zamanı varsa eğlence de o kadar gerekli bir aktivite. 
Boş, kelimesi o kadar çok ki hayatımızda… Boş ders, boş laf, boş adam, boş kitap, boş film… Galiba boş kelimesi sandığımızdan çok fazla bir karşılık taşıyor. Boş ders dediğimizde zihnimizde canlanan başka bir şey, boş bidon dediğimizde başka. 
Biz yeniden boş zamana dönelim. Zaman varsa, yaşanıyorsa ve içindeysek asla boş diyemeyiz ona. Boş zaman, galiba boş bir sözcük. Boş insanların kullandığı boş bir sözcük. Zaman, boş bırakılmayacak kadar değerli ve o kadar da hızlı geçen bir şey.

EFENDİ İLE KÖLE

EMİR ARAS İMİRHAN
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ


Günlerdir yeni bir oyun tasarımı için uğraşıyordum. Saatlerimi vermiştim bu oyun için. Online oyun tasarlamak, diğer işlere benzemiyordu. Kaç gece uykusuz kaldım bilmiyorum. Kaç ödevi yapamadım, onu da bilmiyorum. Bu, benim en büyük hayalimdi. İlk çevrim içi oyunumdu. Çok iyi bir fikirle başlamıştım bu oyunu hazırlamaya. Kimsenin aklına geleceğini düşünmediğim bir oyundu fakat fikir birazcık ödünç alınmıştı. Oyunum öyle çevrim içiydi ki oyundan çıkılsa bile masaüstü arka planda oyun devam ediyordu. Hatta bilgisayar kapatılsa bile oyun kendiliğinden arka planda devam ediyordu. Bilgisayarı fişten çekseniz bile oyun devam ediyordu. Bu oyunu sonlandırmanın tek yolu mikrofonla yarım saat ricada bulunmak ya da on dakika yalvarmaktı. Oyun ancak bu şekilde kapanıyordu fakat yeniden başlamasının bir kontrolü yoktu. 
Oyunun nihayet son aşamasına gelmişti. Son dokunuşlarla oyunu artık piyasaya sürebilirdim. İsmini CeSeGoying koyduğum oyun, benim kariyerimde zirve noktam olacaktı. O akşam her şeyi tamamlamalıydım fakat bilgisayarımı açtığımda bir gariplik hissettim. Bilgisayarımın oturum adı CeSeGoying olmuştu. Bilgisayarımın adını değiştirerek yeniden başlattım fakat bu kez de açılışta parola istedi benden. Oysa ben parola koymamıştım. Farklı yerlerde kullandığım parolaların tümünü denedim fakat bilgisayarım açılmıyordu. Sonunda CeSeGoying parolası ile bilgisayarımı açtım. 
Oyunumu düzenlemek için açtığımda oyunun son noktaya geldiğini fark ettim. Nasıl olmuştu bu, bilemiyorum fakat oyun kendi kendisini tamamlamıştı. Artık bir şey yapmama gerek yoktu. Oyunu kapatmaya çalıştım fakat kapanmıyordu. Dakikalarca farklı komutlar denedim fakat oyun arka planda çalışmaya devam ediyordu. 
Sonunda her işi bırakıp mikrofonu elime aldım ve yarım saat boyunca ricada bulundum oyunun kendi kendini sonlandırması için. Yarım saat sonra oyun kendiliğinden kapandı. Görünüşe göre her şey çalışıyordu. Böyle bir son düşünmemiştim. Oyun, benim kontrolümden çıkmış ve kendi başına buyruk bir uygulamaya dönüşmüştü. En azından kapatma işleminin nasıl olduğunu biliyordum. Belki biraz daha çalışmalıydım ve derslerime dönmeliydim. 
Ne olur ne olmaz diye gece yatarken bilgisayarın fişini çektim. İnternet bağlantılarını da kapattım. Tam uykuya dalıyordum ki odamdaki ışık yansımalarıyla uyandım. Bilgisayar açılmış ve oyun başlamıştı. Lambayı açtım ve bilgisayarın fişine baktım. Bilgisayarın fişi takılı değildi. İnternet bağlı değildi fakat CeSeGoying ekranda oynanmaya devam ediyordu. Ekrana dikkatle bakarken bir yazı belirdi: Selamünaleyküm köle! 
Hiçbir şey düşünmeden mikrofonu elime aldım ve konuştum:
-Aleyküm Selam Efendim. 

11 Aralık 2024 Çarşamba

YARIM ŞİİR

Zeynep Ayten


Herkesin vakti çok dar
Yetişmek zor bir yere
Sorsan meşgul insanlar
Bu telaş acep niye

Koşuyorlar durmadan
Yollarda dizi dizi
Kalmıyor insanlardan
Dünyada ayak izi

Anlamıyorum neden
Bitmiyor bu karmaşa
Hızla yaşayıp ölen
Varıyor mu refaha