28 Aralık 2024 Cumartesi

TERK EDİLMİŞ KÖYÜN SIRRI

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT
TUNAHAN CEYLAN 

Evi, köyün en yükseğinde ve uzağındaydı. Senelerdir tek başına yaşıyordu bu evde. Çocukları köyü beğenmemiş şehre göçmüşlerdi. Eşi de çocuklarına uyup köyü terk etmişti. Ahırdan, samanlıktan, odundan, tavuklardan, kışın zorluğundan usandığını söylemişti evden ayrılırken. Artık modern bir hayat yaşamak istediğini, televizyonda sabah programlarını izlemek istediğini, geç kalkmak istediğini, mutfakta sıcak su istediğini söylemiş ve ayrılmıştı çocuklarıyla beraber evden. On iki çocukları vardı ve her ay birinde kalsam yeter, diyordu eşi. 
Cafer amcayı da çağırmıştı çocuklar şehre fakat 200 dönüm araziyi bırakarak şehre gidemezdi. Üstelik yirmi koyun on tane de ineği vardı. Tavuklarının sayısını bilmiyordu. Yıllardır kapılarında bekleyen köpeği, evin her tarafında fare avlayan kediyi bırakıp da gidemezdi Cafer amca. Buralar ona babasından, babasına da dedesinden kalmıştı. Buraları bırakıp giderse köyde kendisini sevmeyenler bayram ederdi. 
Yedi yıldır böyle yaşıyordu işte köyde. Tek başına sayılmazdı çünkü beslediği hayvanlarla dost olmuştu. Sadece tarlalar yoruyordu onu. Ancak elli dönümünü sürebiliyordu her yıl tarlanın ve kalan kısımları nadasa bırakıyordu.  Tarla sürme işi olmasa hayatından çok memnundu. Eşi Fadime’nin dırdırından da kurtulmuştu. Tek başına yiyor, içiyor, istediği zaman dinleniyor, geziyordu. 
Yine tarlaları sürme zamanı gelmişti fakat hiç içinden gelmiyordu bu sene tarlaları sürmek. Zaten aldığı ürünleri de yoksullara dağıtıyordu kendisinin çok ihtiyacı yoktu. Çocukları ise köy unu, köy sütü, köy yoğurdu istemiyorlardı. Hatta bu ürünlerin sağlıklarına zararlı olduğunu söylüyorlardı. Hijyenik değilmiş, hastalık olabilirmiş, miş miş miş…
Sabah erkenden kalkarak eski traktörüne bindi ve bu yıl süreceği tarlaya doğru yola çıktı. Tam tarlaya doğru gidecekti ki aylardır inmediği köyüne inmek, birileriyle sohbet etmek ve yardım istemek aklına geldi. Köyde gençler, çocuklar çok fazlaydı ve mutlaka birileri ona yardım etmek için yanında gelirdi. Yol boyunca düşündü, kimse ona yardım etmek istemezse elde edeceği hasılatı teklif edecekti. Yeter ki tarlalar boş kalmasın, diye düşünüyordu. 
Köyün içine doğru ilerlediğinde bir gariplik sezdi. Etrafta kimsecikler yoktu. Traktörün yanında koşan köpekler de yoktu. Gökyüzüne baktı, kuşlar, kargalar da yoktu. Ağaçların çoğu çürümüştü. Traktörü köyün tam ortasına durdurdu ve birilerini aramaya başladı. Evlerin çoğunun kapısı açıktı. Bazılarının pencereleri kırık, duvarları yıkıktı. Terk edilmişti köy ve bundan haberi olmamıştı. Kendini çok kötü hissetmeye başladı. Yakındaki çeşmenin kurnasına gitti ve oturdu. Kurna yosun tutmuştu ama çeşme akmaya devam ediyordu. Elini yüzünü yıkadı. Abdest aldı ve köyün camisine doğru yöneldi. Caminin de kapısı açıktı ve içerisi toz, toprak, örümcek ağlarıyla doluydu. İki rekat namaz kıldı. Köylüler niçin gitmişti, buna anlam veremiyordu. Camideki takvime baktı. İki yıl öncesine aitti takvim. Demek ki iki yıl olmuştu köylüler buradan göçeli. Bir ara tıkırtılar duydu. Belki birileri köyde kalmıştır diye ümitlendi. Bu esnada bir kedi miyavlayarak yanına geldi ve sevgi gösterisinde bulundu. Kedi, Cafer amcanın yanından ayrılmıyordu. Traktöre kadar yanında yürüdü. Cafer amca kediyi burada bırakamazdı. Yanına aldı ve yeniden yola çıktı. Tarlaları tek başına sürmesi gerekiyordu. Yarım saatlik yoldan sonra kedisiyle birlikte tarlaya ulaştı. Kedi hayli mutlu görünüyordu. Kediye bir isim bulmak aklına geldi. Bir süre düşündü ama aklına tezekten başka bir şey gelmiyordu. Kedisinin adını Tezek koydu. Kediye Tezek, diye seslendiğinde kedi toprağı kazarak ihtiyacını giderdi. Belli ki bu ismi sevmemişti. Başka bir isim düşündü, düşündü. Bu sırada tarladaki otlar gözüne çarptı. Çorabına baktı, pıtrak denilen bitkiler yapışmıştı çoraplarına. Kedi de tıpkı onlar gibi ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Kedisinin adını Pıtrak koymaya karar verdi ve seslendi:
-Pıtrak. 
Kendisine seslenildiğini duyan kedi, yeni sahibinin yanına gelmişti bile. Cafer amca, kedisini yanına alarak traktörüne bindi ve tarlasını sürmeye başladı. Cafer amca her zamanki gibi sürüyordu tarlayı fakat bir noktaya gelince Pıtrak huysuzlanmaya başlamıştı. Yanında duramıyor, miyavlıyordu. Tedirgindi. Cafer amca, traktörü durdurur durdurmaz Pıtrak aşağıya atladı ve hızlıca bir noktayı eşelemeye başladı. Cafer amca buna bir anlam veremedi. Pıtrak’ın kazdığı yeri o da kazmaya başladı ancak bir şey yoktu kazdığı yerde. Traktörle burayı kazmak işini biraz daha hızlandırabilirdi. Yıllardır sürüyordu bu tarlayı ve bir gariplik görmemişti fakat şimdi Pıtrak sayesinde kafasına bin türlü şey gelmişti. Burada belki define vardı belki de kıymetli bir şeyler. Traktörü bu noktaya getiren Cafer amca dakikalarca burasını kazdı fakat ortada bir şey yoktu. Zaten Pıtrak da bu kez başka bir noktayı eşeliyordu. Cafer amca bu kez de o noktaya yöneldi ve orasını kazdı fakat tarlaydı işte… Hiçbir şey yoktu. Boşu boşuna heyecanlanmıştı. Sadece birkaç saat önce tanıştığı bir kedinin bu kadar etkisinde kalmasına şaşırdı, kendisine kızdı. Tarlanın düzeni bozulmuş, bazı yerler fazlaca kazılmış, çukur oluşmuştu. Buraları da düzeltmesi gerekiyordu.  Kaybettiği sürede tarlayı sürmüş olsaydı işi biraz daha azalmış olurdu. Pıtrak’a uzaktan biraz kahırla baktı ve tarlayı sürmeye devam etti. Pıtrak bulunduğu yeri yalnızca eşeliyor, Cafer amcaya hiç bakmıyordu bile. Bir süre sonra Cafer amca da ona bakmamaya başladı. Sadece işini bitirmeye çalışıyordu. Bir ara aklına Fadime geldi. Tam onu özleyecekti ki vazgeçti. Dırdırından kurtulduğu için küçük bir mutluluk bile duydu. On iki çocuğunu hatırladı bu esnada. Yoksa on üç müydü? Belki de on bir çocuğu vardı. Zaten dördüncü çocuktan sonrasının adlarını hep karıştırıyordu. Bunları düşünürken işini epey azaltmıştı. Tarlanın sürdüğü yerlerine baktı ve bir türkü dolandı diline:
Benim sadık yârim kara topraktır. 
Fadime’den daha vefalıydı kara toprak. Bu esnada Pıtrak’ı hatırladı yeniden. Pıtrak, ortada görünmüyordu ve son kazdığı yerde küçücük bir tepe oluşmuştu. 

2. Bölüm

Cafer amca artık Pıtrak’ı kendi haline bırakmıştı. Normal bir kedi olsa zaten köyde kalmazdı. Demek ki anormal bir kediydi ve sahipleri burada bırakmıştı. Akşama kadar traktörüyle sürülmedik yer bırakmadı ve Pıtrak’a da dönüp bakmadı. Zaten Pıtrak da onun yanına hiç gelmemişti. Tarla sürerken bir süre sonra Pıtrak’ı bıraktığı yerden ayrılmak zorunda kalmıştı. Akşam olmuştu ve Cafer amca evine giderek bir şeyler yemek, dinlenmek istiyordu. Geçerken Pıtrak’tan ayrıldığı yere gelince duraksadı. Pıtrak ortalıkta yoktu fakat sabahtan beri eşelediği yer kocaman bir tepeye dönüşmüştü. Bunu bir kedinin yapması çok mümkün görünmüyordu. Zaten traktörden inecek hâli de yoktu. Evine doğru yola çıktı. 
Evine ulaştığında yemek bile hazırlayacak gücünün olmadığını fark etti. Biraz ekmek ve çökelek yedi, oturduğu yerde uyuyakaldı. Biraz zaman geçmiş, gece ilerlemişti ki kan ter içinde uyandı. Saatine baktı, sabah ezanı yakındı. Ayakları, elleri, sırtı uyuşmuştu. Rüyasının etkisinden kurtulamıyordu. Kendini toparladı ve abdest aldı fakat rüya aklından çıkmıyordu. 
Rüyasında Pıtrak’ın kazdığı yere gidiyordu ve bir kapı buluyordu orada. Kapıyı aralayınca başka bir dünyaya geçiyordu. Geçtiği dünyada Pıtrak ona rehberlik yapıyordu ve dolaştırıyordu. Üstelik Pıtrak konuşuyordu ve ona demişti ki:
-Benim anormal bir kedi olduğumu düşünmen çok yanlış Cafer amca. Asıl anormallik sende. Baraj altında kalacak bir köyde yaşayan tek insansın. 
Rüyasında saatlerce dolaşmıştı Cafer amca ve birkaç tehlike de atlatmıştı. Gördüğü define dolu sandıklara uzandığında yılanlar tarafından ısırılmaktan onu Pıtrak kurtarmıştı. Pıtrak’ın yılanla boğuşurken kuyruğunun bir kısmı da yaralanmıştı. Tam bu esnada uyanmış hatta elinde küçük bir acı hissetmişti. Acaba gerçekten bir canlı elini mi ısırmıştı? Dikkatlice baktı elinde küçük diş izine benzeyen kızarıklıklar vardı. 
Tüm bu rüyalar aç uyuduğundan olabilirdi. Belki uyuduğu yere ekmek kırıntıları dökülmüştü ve bu rüyaları görmesine neden olmuştu. Ya da Pıtrak haklıydı, anormal bir adamdı Cafer amca. 
İyi bir kahvaltı yaptıktan sonra yeniden tarlaya gitmeye ve Pıtrak’ın kazdığı yere yakından bakmaya karar verdi. Kahvaltıyla kaybedecek vakti yoktu. Çok meraklanmıştı. Yanına ekmek ve çökelek alarak yola çıktı. Hava halen karanlıktı. Tarlaya doğru giderken arada önünden bir şeyler kaçıyor gibi hissediyordu. Bazen de ardından birilerinin geldiğini zannediyor, geri dönüyordu. Pıtrak’ın sesini duyduğunu zannediyordu fakat yanında Pıtrak yoktu. Traktörün gürültüsünün azaldığı zamanlarda kahkahayla bir ses duyuyordu:
-Anormal olan sensin Cafer amcaaaaaa!
Hızını azaltıp Ayetelkürsi okuyarak devam etti. Biraz rahatlamıştı. Hava da aydınlanmak üzereydi. Pıtrak’ı bıraktığı yere geldi. Tepeciğin kenarında oturdu ve çökeleğini ekmeğinin arasına koyup yemeye başladı. Pıtrak yanına geldi bu sırada. Tam ekmeğinden son ısırığı alıyordu ki Pıtrak’ın kuyruğundaki zedelenmeyi gördü. Rüyasını hatırladı yeniden. Ekmeğin son parçasını kediye uzattı, dünden beri kedinin kazdığı yere yöneldi. Hava aydınlanmıştı. Cafer amca aydınlanmaya çalışıyordu. Kazılmış alanı görünce şaşkınlığı arttı. Burada bir kapı vardı ve rüyasında gördüğü kapıya çok benziyordu. Pıtrak, yanında bitmişti. Kapıyı biraz korku, biraz da merakla iteledi. Kapı, gıcırtıyla açıldı. Kapının ardından değişik, hoş bir koku geliyordu. Bu koku sanki Cafer amcayı içeriye davet ediyordu. Sağlıklı düşünemiyordu, ayakları kendisinden önce gidiyordu. Tıpkı bir rüyanın içinde gibiydi. Kapıdan adım attığı anda kapı şiddetle kapandı. Geriye döndü, kapıyı açmaya çalıştı fakat gücü yetmiyordu. Her yer karanlıktı. Yeleğinin cebindeki muhtar çakmağı aklına geldi. Çakmağını çıkardı fakat yanmıyordu çakmak. Birkaç kez salladı çakmağını. Sonuncu denemesinde çakmak yandı ve etraf birazcık olsun görünür duruma geldi. Hemen yanında duran gaz lambasını fark etti. Gaz lambasını yaktı. Pıtrak, yanındaydı ve çok sakin görünüyordu. Geriye dönüş yoktu. Mecburen ilerlemek zorundaydı. Her şey çok belirsizdi. Ne yapacağını bilemiyordu. Bu esnada Pıtrak’tan ses geldi:
--Benim anormal bir kedi olduğumu düşünmen çok yanlış Cafer amca. Asıl anormallik sende. Bu yolculuğun sonunda beni daha iyi anlayacaksın. Haydi, yolumuz açık olsun.
Cafer amca artık şaşırmıyordu. Karşısına çıkacak her şeyi şimdiden kabullenmişti. 

3. Bölüm

Cafer amca birdenbire dinçleşmişti. Kendisini on sekiz yaşında filan hissediyordu. Pıtrak önde, Cafer amca arkada ilerlemeye başladılar. Bir süre sonra Pıtrak’ın yanına ona benzeyen başka kediler de katılmaya başladı. Cafer amca bir yandan yürüyor bir yandan da yanlarına gelen kedileri sayıyordu. Tam 40 kedi olmuştu hep birlikte yürüdükleri. Kediler, kendi aralarında konuşuyorlardı ama başka bir dildi bu Cafer amcanın bilmediği. Pıtrak:
-Cafer amca, aslında arkadaşlarım senden biraz çekiniyorlar. Onlara çekinmelerinin yersiz olduğunu anlattım. Sen onlar hakkında ne düşünüyorsun, anlat bakalım, dedi. 
Cafer amca:
-Hayatımda ilk kez bu kadar çok kediyi bir arada görüyorum. O yüzden biraz garip karşıladım ama sorun yok, dedi. 
Ne olacağını, kendilerini nelerin beklediğini hiç merak etmiyordu Cafer amca. Sadece içinde büyük bir huzur hissediyordu. Tarlasını, köyünü, ailesini unutmuştu bile. Yeni bir dünya, yeni bir hayattı burası. Onlarca sene bu tarlayı sürmüş ama altında neler olduğu hiç aklına gelmemişti. Bir süre daha ilerleyince karanlık dağıldı. Etrafta yemyeşil tarlalar, billur ırmaklar vardı. Ağaç da vardı fakat köyünün ağaçlarına benzemiyordu bunlar. Ağaçlardaki kuşlara baktı, sanki kelebekleri büyütmüş büyütmüş kuş yapmışlardı. O kadar renkliydi bu kuşlar. Daha sonra gözü ağaçlardaki meyvelere kaydı. Hiç görmediği meyvelerdi bunlar ve rengârenkti. Tam birinin yanından geçerken uzanıp koparacak oldu fakat Pıtrak:
-Ölmek mi istiyorsun Cafer amca. Bunlar yenmez. Şu an gördüğün her şey aslında senin beyninin ürünü, dedi.
Cafer amca anlamadı Pıtrak’ın ne demek istediğini. Belki ilerde gördüğü ırmak da gerçekte yoktu. Hatta belki burası da gerçekte yoktu. Birden bir huzursuzluk hissetmeye başladı. Az önceki rahatlık, mutluluk, huzur yerini tedirginliğe bırakmıştı. Yanındaki kedilere baktı, belki onlar da gerçekte yoktu. Acaba ben gerçekte var mıyım, diye düşündü. Bu düşünce zihnine düşer düşmez her yer yeniden karardı. Yanındaki Pıtrak kayboldu. Bir süre sonra her yer yeniden aydınlandı. Daha önceden görmediği bir yerdi burası. Etraftan sesler geliyordu. Babasını sesinden tanıdı:
-Ah Cafer ah… Sanki istedin de sana traktörü vermedik mi? Bizden habersiz dağa bayıra çık, traktörü uçuruma yuvarla, kendin de ağır yaralan… Neyse ki sana bir şey olmadı. 
Sonraki konuşan annesiydi:
-Tatilden tatile ancak köye geliyor çocuk. Belki de özlemiştir traktöre binmeyi ama keşke bize haber verseydi. Şimdi bu kırıklar ne zaman iyileşecek. Tatil bitmeden inşallah iyileşir evladım. 
Cafer gözlerini açtı. Lise ikinci sınıfa geçmişti ve karnesini alalı daha bir hafta olmamıştı. Köyü çok özlediğini ve traktörle bir bayır gezintisi yapmak istediğini hatırladı. Sonrasını hatırlayamadı. Gözleri yeniden kararmaya başladı. Bu esnada doktor olduğunu düşündüğü bir ses konuşuyordu:
-Çarpmanın etkisiyle beyninde hasar oluşmuştur diye korkuyordum fakat galiba iyi delikanlı. 
Cafer yeniden gözlerini açtı. Kesik kesik hatırlıyordu her şeyi. Bu esnada pencerenin önünden kendisini seyreden Pıtrak’ı gördü. 



DUYGULAR

Şeyma Ateş

Her gülen mutlu mudur
İnsan üzgünlüğünü gizlemek için de
Gülmez mi

Her ağlayan üzgün müdür
İnsan mutluluktan da
Ağlayamaz mı

Duygular çok değişiktir
Birinin gülmekten gözünden yaş gelir
Biri o kadar üzgün ve yorgundur ki
Ağlamaya gücü yoktur
Bazıları ise hiçbir şeye
Hiçbir tepki vermeden
Bomboş yaşar

ARKADAŞ



Ekin Akçay
                        Doğa için...

Bir arkadaş olmalı
Başlangıçtan beri yanında duran
Sana sıcacık bir bakış veren
Selamı ile yüzleri güldüren

Bir arkdaş olmalı
Suluğunu her zaman yere koyan
Çantası ne zaman yırtılıcak diye bakan
Bastonuyla taklit yapan

Bir arkadaş olmalı
Her bakışında dürüstlük olan
Her kelimesinde sevgi olan
Adı Doğa olan


EKİN

Doğa Uzunpınar

                           Ekin için...
Bilsem'e başladığım ilk yılda
Tanışmıştım onunla
Gülümsemesiyle
Alıştım hemen ona

Ekin'di onun adı
Biriktirdik onunla pek çok anı
Çıkardık onunla
Yaşadığımız her anın tadını

Sırlarımızı verdik
Birbirimizi çok sevdik
Onunla yaşadığımız her anı
Mutlulukla geçirdik


TUHAF BİR HAYAT

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

1. Eğitim Hayatı

Baransel ilk dört senenin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Okula gidip geliyor; dersler nasıl, diye soranlara “süper” diyordu. Okumaya üçüncü sınıfta geçmişti. Sınıfta elması kızaran son kişiydi. Aslında öğretmen unutmuştu bile onun okuyamadığını fakat nasıl olmuşsa olmuş, birden okumaya başlamıştı. Hem de arkadaşlarından daha hızlı okuyordu. Yazısı ise berbattı. Onun yazdıklarını görenler önce çivi yazısı zannediyor, sonra bilmedikleri bir alfabe olduğuna karar veriyorlardı oysa Baransel yazısının inci gibi olduğunu söylüyordu. Baransel’in yazısını yalnızca kendisi okuyabiliyordu. Bu ilk dört sene boyunca iyi bir şeydi fakat şimdi beşinci sınıfa geçmişti ve yazılılarla tanışmanın zamanıydı.
Bütün sınıfın gireceği ilk yazılıydı ve herkes oturmuş ders çalışıyordu. Bazıları heyecandan sık sık tuvalete gidiyor, oturduğu yerde heyecandan dizlerini sallıyordu. Neredeyse baygınlık geçirecek olanlar bile vardı. Baransel ise yazılıyı umursamıyordu. Nasıl olsa kâğıdını veren ilk öğrenci olacaktı. Bundan emindi. Bilmediği konu yoktu çünkü. Sonunda yazılı saati geldi. Öğretmen kâğıtları dağıttı. Sınıfta büyük bir sessizlik vardı. Bir süre sonra sadece kalem ve silgi sesleri duyuluyordu sınıftan. On dakika ya geçmişti ya geçmemişti. Baransel parmak kaldırarak öğretmenine:
-Sınavı bitenler kâğıdını verebilir mi öğretmenim, dedi. 
Öğretmen:
-Arkadaşların henüz ilk sorularda. Kâğıdın arka yüzünde de sorular var onlara baktın mı, diye karşılık verdi. 
Baransel kendinden gayet emin kâğıdını öğretmenine götürdü. Öğretmeni kâğıdı görünce önce irkildi. Tüm soruların altında cevaplar vardı fakat başka bir alfabeyle yazılmış gibiydi. Bir süre kâğıda bakan öğretmen sonucu açıkladı:
-100.
Tüm sınıf şaşkınlık içindeydi. Baransel ise haklı gururu yaşıyordu. İlk sınavda 100 alan ilk öğrenci olmuştu. Aslında cevaplardan kendisi de endişeliydi ve öğretmeni hiçbir cevabına itiraz etmemişti. Bu iyi bir başlangıçtı şüphesiz. Böyle devam etmeliydi. 
Sonraki günlerde de Baransel kâğıdını teslim eden ilk öğrenci, 100 alan ilk öğrenci unvanını korudu. Arkadaşları da en az kendisi kadar şaşkındı. Soruların cevaplarını konuşurlarken Baransel hiç ses çıkarmıyordu. Birkaç kez konuşacak oldu fakat arkadaşları garip garip birbirlerine baktılar onun konuştuklarından sonra. Baransel sorularla ilgili konuşmuyor, önceki gün yapılan maçları anlatıyordu ya da oynadığı oyunlardaki karakterlerden bahsediyordu sorularla ilgili olarak. İlk yazılılar bitmişti. Baransel; dersler nasıl gidiyor, diye soranlara artık “çok süper” diye cevap veriyordu. 

2. Sanat Hayatına İlk Adım
Eğitim hayatından sıkılmıştı Baransel. Kendini sanata vermek istiyordu. Resim çizmek için yetenekli olduğunu söylüyorlardı hep. Resim çizmeliydi. İki boyutlu resimler… 
O gün ailesinden resim çizmek için kendisine gerekli olan malzemeleri istedi. Akşam, okuldan eve döndüğünde masasında bir yığın malzeme buldu. Yemek yemedi. Çay içmedi ve resim çizmeye başladı. Önceleri hayalinde, zihninde olan şeyleri kâğıda tam olarak aktaramadığını düşünüyordu fakat akşamın ilerleyen saatlerinde geri dönüp önceki resimlerine baktığında tam da istediği gibi resimler çizebildiğini fark etmişti. 
Gece boyu uyumadı. Önündeki kâğıtlara bir şeyler çiziyor, kâğıdı kenara bırakıyor, bir süre sonra tekrar baktığında yarım resim, tam istediği gibi oluyordu. Sabaha doğru bitirdiği bütün resimleri odasının penceresine yerleştirdi. Pencerelerin tümü resimlerle kaplanmıştı. Uykusuz da olsa sabah okula gitmek zorundaydı. Servise binerken odasının penceresine baktı, büyülü bir evin penceresi gibiydi görünen manzara. Resimler sanki canlı gibi duruyordu. Evin önünden geçen herkesin dikkatini çekeceğini düşündü bu resimlerin. Sabah güneşi resimleri sanki canlandırmış gibiydi. Servis uzaklaşırken gözü halen resimlerindeydi. 
Gün boyu okulda ne yaşadı, neler yaptı, umurunda bile değildi. Eve gitmek ve resim çizmeye devam etmek istiyordu. Zaten gece boyu da uyumamıştı. Bir ara sınıfta uyudu. Neyse ki kimse rahatsız etmemişti de uykusunu okul bitinceye kadar almıştı. 
Son ders, iyice dinlenmiş olarak uyandı. Uyandığı anda da zil çaldı. Güneş, batmak üzereydi. Servisine koşarak evin yolunu tuttu. Servis, eve yaklaştığında uzaktan odasının penceresindeki resimler görünüyordu. Hızlı adımlarla evine girdi ve doğruca odasına gitti. Odasında bir gariplik vardı. Kâğıtlara çizdiği resimler sanki canlanmış gibiydi. Güneş ışığının etkisiyle odanın yüzünde geziniyor gibiydi bütün resimlerdeki canlılar. Bu durum ona çok keyif vermişti. Hatta bir ara neredeyse kahramanlardan birine çarpacaktı. Oturdu ve durmadan, dinlenmeden yeni resimler çizdi. Penceresinde artık yer kalmamıştı fakat duvarlar ve tavan boştu. Çizdiği resimleri tavana, duvarlara asıyordu. Artık odasında tek yaşamadığını hissediyordu, kalabalık bir odaya dönüşmüştü odası. Sadece sesi çıkmıyordu çizdiği karakterlerin. Pencerede, duvarlarda, tavanda dolaşıyordu çizdiği karakterler. Açlıktan ve yorgunluktan bir süre sonra masada uyudu. Gözlerini açtığında oda karanlıktı. Odasının lambasını açtı, her şey normaldi. Belki de uykusuzluktan görmüştü yaşadıklarını. Biraz yemek yedi, dinlendi fakat kâğıt ve kalemler sanki kendisini çekiyordu. Yeniden, yeniden, yeniden resimler çizdi. 
Odasından çıkmıyordu artık. Yemeğini annesi odasına getiriyordu. Okulu da unutmuştu. Gitmiyordu okula. Niçin okula gelmediğini arayan soran da olmamıştı hiç. Odasında kendine yeni bir dünya kurmuştu. Kahramanlarının kendisinin çizdiği bir dünya. 
Güneş doğarken ve batarken canlanan kahramanlarla dolu bir dünya. Bir süre sonra onlarla konuşmaya da başlamıştı. Onlarla sohbet ediyor, onların istediği yeni kahramanları çiziyordu. Neyse ki odası genişti ve hepsi sığıyordu bu mekâna. Hayatına bir canlılık, renk gelmişti. Kendine ait bir oda değil de dünya kurmuştu. 

3. Gerçek Hayat
Baransel, elindeki çay bardağı ile uyumuştu. Baransel dede kaç zamandır böyleydi. Kimseyle konuşmuyor; duvarlara, tavana, pencereye bakıyordu. Bazen sağ eliyle sanki fırça tutuyor da bir şeyler çiziyor, boyuyormuş gibi yapıyordu. En mutlu olduğu anlar güneşin doğuş ve batış zamanlarıydı. Diğer zamanlar sadece boşluğa bakıyor ama bir şey görmüyor gibiydi. Güneşin doğuş ve batış zamanlarında gözleri yerinde durmuyordu. Hatta zaman zaman sağa sola dönüp tebessüm de ediyordu. Yıllardır böyleydi. Etrafındaki insanlar alışmıştı onun bu haline. Kendi adının verildiği torunu Baransel onun bu durumuna zaman zaman üzülüyor, onunla sohbet etmeye çalışıyordu. Gittiği okulu, girdiği sınavları, çizdiği resimleri anlatıyordu. 

GRİ VE YALNIZLIĞIN RENGİ

 Elif Naz

Gri kimsenin aklına bile gelmeyen yalnızlığın rengi. O da adı gibi yalnız, kimsenin ilgisini çekmeyen siyah ve beyazın karışımını temsil eden, içinde biraz iyi biraz kötü barındıran, bende çok garip ve karamsar hisler uyandıran renk. O çok farklı ve çok yalnız. İçindeki siyahtan kurtulamayıp beyaza adım atamayan, artık pes etmiş, bıkmış, nötrleşmiş bir renk. İşte bu yüzden beni etkiliyor, tıpkı benim gibi.
Gri ve yalnızlığın rengi. 

BAZEN

Ekin Akçay

Ben olmak istiyorum
Bazen bir kapı
Her şeye açık bir kapı

Ben bazen olmak istiyorum
Bir bardak
Hayata dolu tarafından bakılan

Ben bazen olmak istiyorum
Bir pencere
Bütün rüzgârları içine alan

Ben bazen olmak istiyorum
Bir dolap
İnsanların özel şeylerini koyduğu

Ben bazen olmak istiyorum
Bir kamera
Bazen de sadece mutluluğu görmek istiyorum bütün diğer pişmanlıklardan nokta. 

ADI PİŞMANLIK

 Ekin Akçay


Kötülük neden bir insan tarafından başka bir şeye yapılır ki? Can sıkıntısı mı, art niyet mi yoksa bir diğerinin başının belaya girmesi mi? 
Bence her ne amaçla olursa olsun bu gerçekten de hoş karşılanacak bir şey değil. Bir düşünsenize karşıdakinin canının yanması, kalbinde derin bir iz bırakır büyüyüp gidecek olan. Karşıdaki hiç düşünmez, bir an bile. Çünkü düşünürse ne olacağını bilir. Üstelik düşünen kişi yürekliyse. Bazen fark edilmez bile karşıdaki söylemezse. Tabii bazıları vardır ki söylemez, yapanın kapılar kapandıktan sonra anladığı. Hani adı pişmanlık olan.

2025'İN İLK GÜNÜ

 Nehir Güver

Yılbaşı sabahına bir gün kaldı. 
Bütün çocuklar Noel Baba’nın gerçek olduğuna inanıyor ama öyle bir şey olmadığını o çocuklar dışında herkes biliyor. Ben ailemdeki herkese hediye almıştım. Yarın sabah o hediyeleri birlikte açacağımız için o kadar heyecanlıydım ki heyecandan uyuyamamıştım. Gözüme uyku girmiyordu. O zaman ben de dışarıya çıkayım dedim. Dışarıya çıktığımda çok fazla kar yağmıştı ve herkesin ayak izi silinmişti. Karda yürümeye başlamıştım, uzun bir süre yürüdükten sonra kocaman ayak izlerinde kırmızı pamuk tozları görmeye başlamıştım. Ayak izleriyle pamuk tozlarını takip ettim yakınlaşınca sanki karşımda iri bir gölge duruyordu. Gölgeye yaklaştığımda bir de ne göreyim? Karşımda beyaz sakallı, koca göbekli, sırtında kambur torbasıyla Noel Baba duruyordu. Bu imkânsızdı, yani öyle biri yok. Neredeyse bayılacaktım. Bunca zamandır yanılıyormuşum. Hala nasıl ayakta durabildiğime hayret ediyorum. Bence bir rüyadaydım. Hayır, rüyada değilim. Rüyada olsam uyanırdım. Iıııgh. Şu an karşımda Noel Baba duruyorken ona sorular sormak yerine rüyada olup olmadığım konusunda kendi kendimle tartışıyordum.
Ben bunları düşünürken Noel Baba birden ıslık çaldı. Yukardan dört ren geyiği ve onlara bağlı ışıltılı, süslü ve kırmızı koltuklu bir kızak indi. Bir kere daha bayılmak üzereydim. Ağzım açık, gözlerim sonuna kadar açık, Noel Baba’ya bakıyordum. İçimde aynı sorular tekrar dönüyordu. Noel Baba karşımda bana dik dik bakıyordu o sırada. Noel Baba bana bakarken:
-Aşırdığın hediyeleri geri ver, dedi. 
Neyden bahsettiğini anlamamıştım. Ona:
-Nasıl yani diyerek cevap vermiştim çünkü hediyelerle bir alakam yoktu. Noel Baba ve ren geyikleri:
-Hediyeleri geri ver ver ver ver ver… diyordu. 
Igıııh. Sadece bir rüyaymış. Üzülmeme gerek yok. İyi ki bir rüyaymış. Bu kadar rüyaya rağmen gece bitmemişti. Of… Hemen uyuyakalmıştım. Uyandığımda bu sefer sabahtı. Hem de yılbaşı sabahı. Ben herkesten daha erken kalkmıştım. Kimseyi uyandırmadım. Onlar uyandıktan sonra hep birlikte oturma odasında toplandık. Herkes birbirine hediyeleri vermişti. Bu 2025’in ilk sabahını mutlu bir şekilde geçirmiş olduk.

SENSİZ OLMUYOR

 
Amirhossein Hamedıshahraki


İster çok sıcak olsun hava
İsterse çok soğuk
İster sabahın beşi olsun
İster gecenin onu
O yoksa bir eksik hayatım
O yoksa çekiliyor damarımda kanım
Çok fazla bekleyince beni
Tadı kaçıyor
O yüzden bekletmeden koşuyorum ona
Sabah akşam demeden
Gidiyorum yanına

Ekmek ne kadar azizse
Su ne kadar değerliyse
Sen de o kadar değerlisin 
Sensiz bir hayat düşünemediğim doğru
Sensiz olmuyor ey şekersiz çay
Sensiz günü yaşanmamış sayıyorum



SENSİZ ASLA

Atakan Kıvanç Ağca

Seni özlediğim kadar
Özlemiyorum hiçbir şeyi
Sen yokken anlamı yok
Hayatın ve dünyanın
Anlamı yok derslerin
Okula koşmanın

Senden uzak kaldığımda bir süre
Hayat bana zindan oluyor
Dünya bir cehennem
Karışıyor her şey birbirine

Gün biter bitmez
Senin kollarında buluyorum kendimi
Uyku
Ey güzel uyku
Sen ne sihirli bir şeysin