12 Ekim 2024 Cumartesi

KIYAMET


Üner Taha Aydemir

Bir ağaçsın dağ başında
Dimdik duran tek başına
Fakat çürümüşsün içinden
Kurumuş dalların
Üstüne kazınmış 
Gerçekleşmeyecek birkaç hayal

Bir uçurtmasın takılmış tellere
Kırılmış çıtaları 
Artık çocukların istemediği
Aşağıdan çekiştirenin olmadığı

Bir bastonsun eskimiş kulpu
Çok kullanılmış zamanında
Sonra bırakılmış bir kenara
Vefa hissedilmeyen artık
Unutulmuş bu diyarda

Fark edilmek için nara mı atmalı
İnsan insan olduğu için
Kabul olamaz mı

Vuslat da bile hicran olamaz mı
Mahzun mısralar gibi
Kalbin kanayamaz mı

Öleceğini bile bile yaşamak nedir ki
Ya da güneşin açacağını bile bile
Yağmuru dinlemek
Bunların bir anlamı var mı ki

Belki de vardır bir anlamı 
Çünkü yağmur yağınca herkes eğer başını 
Nemlidir yüzleri
Suçlarını kabul eder gibi

Kalabalıkla muhatsın
Fakat etrafın kalabalık diye
Yalnız kalamaz mısın
Belki de sensin
Kalabalığı bu yalnızlığın

İstersin bir zat-ı muhterem yanına
Olmak için zat-ı muhterem sen de ona
Olamayacağını anlayınca
Kalır bunun da müşkülatı sana
Çekersin cefasını ömrün boyunca

Başkalarını kazanmak için çabalarken
Kendini kaybedersin
Böylece en büyük nankörlüğü kendine edersin
Çabalamazsan da kalırsın yalnızlığın kollarına
Yanarsın yaptığın duygu hamallığına

Hiçbir şey hissetmiyorsam
Gerek var mı mısralara
Bir ses duyarsın
Bu keyfekeder yaşayan sokaklarda
Yalnızlığım mı haykırıyor
Yankılanan duvarlarda
Başlarsın yalnızlığa itimada
Sonra anlarsın 
Yalnızlıktır acı veren aslında

Ardından fark edersin
Hissetmektir hissizlik
Yalnızlığın sana armağanı olan
Bu bitkinlik 

Çıkarsın bir dağ başına
Kazırsın birkaç hayal
Oradaki ağaca
Belki güneş batıdan doğar da
Kavuşurum duygularıma

ADI OLMAYAN SUÇ

 Asya Kılcı

Kadın olmak mıydı benim tek suçum
Bu dünyaya
Kadın olarak gelmek miydi
Annemin karnından
Bir kız çocuğu olarak
Çıkmak mıydı benim tek suçum
Bunun için mi kopardınız beni hayattan
Yoksa bu dünyaya
Fazla mıydım ben
Daha gençliğimin baharındayken
Ne istediniz benden

 

HİKAYE İÇİNDE HİKAYE

 1. BİR HİKÂYE YAZAMAMAK

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, KAAN ERDOĞAN, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT, TUNAHAN CEYLAN

Dersin son dakikalarıydı. Herkes yorulmuştu ama dersten değil hem teneffüsteki şamatadan hem de önlerinde bulunan sayfalar dolusu sorulardan. Sorular sınavla ilgili değildi. Sorular anket sorularıydı ve şuna benziyordu:
-Aranızda çikolatalı gofret sevmeyen var mı?
Galiba yoktu. Kitaba başlamadan önce bir sponsora ihtiyacımız olduğunu da bildirmemiz gerekliydi lakin kime söyleyecektik bunu ya da kim bize sponsor olmak isterdi. 
Anket yormuştu bizi epey. Özellikle Ökten sekiz kişinin arasında anket sorularından en çok yorulanıydı. Bu satırlar yazılırken halen anketin sonuna gelememişti. Aslında Metin de biraz zorlanmıştı fakat güç bela teslim edebilmişti. Asya ve Zeynep bir ara daksille uğraşıyordu. Kim bilir hangi büyük yanlışlarını daksille kapatma ihtiyacı hissetmişlerdi. Sınıf, bunun farkında değildi. Miraç boşluğa dalmıştı. Uzaklara bakıyordu. Avusturya maçını düşünüyormuş. Belki Avusturyalılar da şu anda Miraç’ı düşünüyordu. 
Yaz olsun, dedi. Yaz olacak olan neydi? Başlayacakları hikâyenin mevsimiydi belki. Belki de 3. Dünya Savaşı’nın tarihini kararlaştırıyorlardı. Yaz, diye başlamıştı hikâye. Yazılıyordu söylenilen her şey. Yapışkan tuşlar açık mı sizde, diye sordu biri. Gözlüklü olan, geçen gün havaya uçtuğunu iddia ediyordu. Galiba 3. Dünya savaşında bir mermi olduğunu düşünüyordu. Bunları okuyanları düşündü bir başkası. Nasıl da yazmışlar, diye içinden geçirirdi kesinlikle bunları okuyanlar. 
Teneffüste kütüphanede bisküvi yiyerek pencereyi açan ve küçük çocuklara sataşıp pencereyi geri kapatanlar da var içimizde. O küçük çocuklar da camlara tıklatarak karşılık vermiş ama tüm bunların 3. Dünya savaşı ile bir alakası yok. Aslında savaş gibi şeyler olmamalı belki de küçük gıcıklıklar savaş yerine geçebilir. 


2. ACI İÇİNDE H/ACI

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT

Neyse ki anket işi bitmişti. Derin bir nefes almıştı herkes. Dışardan araç sesleri geliyordu. Ekim ayındalardı lakin yaz mevsimi hiç bitmemiş gibiydi. Derslere yoğunlaşmak çok zordu sıcak havalarda. Teneffüslerde koşup terledikten sonra sucuk kıvamında sınıflarda oturmak zordu. 
Hacı, o sene 11. sınıfa geçmişti. Bazen geriye dönüp düşündüğünde bu sınıfa kadar nasıl gelebildiğine kendisi de hayret ediyordu. Üstelik fen lisesindeydi. Gece gündüz ders çalışan arkadaşları bile girememişti bu okula. Ben girdim de ne oldu, diye düşünüyordu. Seneye bu okul da bitecekti ve sırada başka okullar vardı mutlaka. Bu esnada başka bir soru geldi zihnine. Neden 12. sınıftan sonra üniversite 13. sınıf, 14. sınıf diye devam etmiyordu? Belki de hayatımızın okulda geçtiğini fark ettirmemek için üniversitede yeniden sınıflar 1. Sınıf, 2. sınıf olarak devam ediyordu. Hacı’nın kafasında soru işaretleri devam ediyordu. Bir yılın kaç gününü, bir ayın kaç haftasını, bir günün kaç saatini okulda geçirdiğini hatırladı. Hayatın anlamı ne, diye sorulsa galiba cevap: Okulda geçen bir şey, şeklinde olurdu. Bir de sınavlar vardı. Bitmeyen, yeniden başlayan, ikincisi yapılan, denemelerle devam eden sınavlar, sınavlar… Okul bitince bile sınavlar devam ediyordu. Annesi, babası bile zaman zaman bazen sınavlara giriyorlardı. Hacı, yoruldu. Düşünmekten yoruldu. 
Yorulduğunu hatırlayınca örümceğini çağırdı Hacı. Kaç yıldır odasında bir örümcek besliyordu ve ailesi bunun farkında değildi. Hatta birkaç kez annesi odasını temizlerken örümceğine kıymasın diye onu cebinde okula götürmüştü. Örümceğine bir de isim vermişti: Ankebut. 
Ankebut, onunla konuşmuyordu fakat onu dinliyordu. Hacı, okuldan gelir gelmez tavandan onun yanına iniyordu. Aslında Hacı, Ankebut’u ilk gördüğünde ondan ürkmüş hatta onu öldürmeyi düşünmüştü. Sonra pencereden atmayı da düşünmüştü fakat seyrettiği bir film aklına gelmişti: Örümcek Adam. Belki de bu örümcek onun kaderiydi. Bir süre kendisini ısırması için bekledi fakat örümcek onu ısırmıyordu. Hacı, örümceği ısırmayı düşündü fakat bu da imkansızdı. Günlerce bekledi Hacı, hayatında bir değişiklik olmasını. Şu an yaşadığı hayatın sorumlusu biraz da Ankebut’tu. Nedense onun yüzünden hayallere kapılmıştı. Arkadaşlarından ayrılmıştı. Ankebut, onun kimselere söyleyemediği sırrıydı. Zaten ailesine ya da arkadaşlarına söylese bir örümcekle arkadaş olduğunu ihtimal bir süre sonra tedaviye götürürlerdi onu. Oysa hayatından memnundu. Öyle böyle derken iki samimi arkadaş olmuşlardı. Hayat, okul dışında fena sayılmazdı. 
Geride kalan üç yılda neler yaşamamıştı ki onunla. Birkaç kez okulda Ankebut sayesinde sınavlardan kurtulmuştu. Çantasından çıkarıp duvara bıraktığında tüm sınıf çığlık atarak kaçışmıştı. Hatta öğretmen bile sınıfa girememişti onu görünce. Herkesi sınıftan çıkarmış ve Ankebut’u çantasına yerleştirdikten sonra bir kahraman ilan edilmişti. 
Birkaç kez de pikniğe götürmüştü onu. Belki Ankebut’un akrabalarına rastlarım ve emaneti teslim ederim, diye düşünmüştü fakat Ankebut eşsiz bir örümcekti. Üzerinde rengarenk desenler vardı. Bir sanat eseri gibiydi gövdesi. İnsanlar neden ürküyordu ki ondan.
Ankebut, bu esnada çağrısını duymuştu Hacı’nın ve yanına inmişti. Daha önce hiç hissetmediği bir şey hissetti Hacı: Ya Ankebut kaybolur veya ölürse…
Bu düşünceden sonra içine bir acı çöktü Hacı’nın. Daha önce hiç yaşamadığı bir kaybetme korkusu git gide içinde büyüyordu. Ankebut’a sordu:
-Ya bir gün gidersen ya da birileri seni ezerse ben ne yaparım Ankebut kardeş.
Ankebut’tan ses gelmedi. Zaten hiç gelmemişti. Bir süre sonra bu düşünceleri zihninden attı. 
Günler, haftalar, aylar her zamanki hızıyla geçiyordu. Hacı, artık 12. Sınıfa geçmek üzereydi ve etrafındaki arkadaşları yine çıldırmış gibi ders çalışıyordu. Hacı, bu kez biraz endişeliydi. Fen lisesinde okuyordu okumasına fakat çalışmadan üniversite sınavında ne yapabilirdi ki? Galiba biraz toparlanması gerekiyordu. Sonuçta 12 senenin meyvesini alacağını söylüyordu öğretmenler. Oysa meyve manavda olurdu. 
Yine okuldan döndüğü bir gün Ankebut’a seslendi fakat Ankebut gelmedi. Bir süre sonra bir kez daha, bir kez daha seslendi. Ankebut yine yoktu. Belki de korktuğu şey başına gelmişti. Her yeri aradı. Bütün çekmecelere, yatağının altına, peteklerin arkasına baktı, nafile. Ankebut yoktu. Acaba kaçmış mıydı, saklanmış mıydı ya da bir yerlerde ölmüş müydü? 
Bütün odasını altüst etti. Bir yandan da kısık sesle bağırıyordu:
-Ankebuuut, dostum, arkadaşım, neredesin?
Önceleri Ankebut’un öldüğünü düşündü Hacı. Sonra annesinin süpürge ile çektirmiş olabileceğini düşündü. Böyle bir şey olsa annesi mutlaka söylerdi. Cesedi yoktu ortada. Cesedini bulsa bir saksının dibine mezar yapmayı bile düşündü. Senelerdir dertleştiği arkadaşı, ardında bıraktığı yalnız genci düşünmeden gitmişti işte. 
Köşelere baktı Hacı günlerce. Belki ondan bir iz, bir desen, bir ağ bulurum düşüncesiyle fakat yoktu. Ankebut’a dair saklayacağı bir hatıra bile kalmamıştı geride. 
Okullar tatil olmuş ve 12. sınıfa geçmişti. Ailesinin onun için aldığı üniversiteye hazırlık kitaplarını gördü masasında. Oturdu, kitaplardan birini açtı ve çalışmaya başladı. 

3. BİZCE TAMAM YA SİZCE

Anket yoktu, sınıfta iki kişi de eksikti. Oturdular ve acıklı bir hikaye yazdılar. Ön sırada oturanlardan biri:
-Bu hikaye burada bitmemeli, dedi. 
Bir diğeri:
-Artık çok geç, Ankebut Hakk’ın rahmetine kavuştu, dedi. 
Duvar dibinde oturan iki kız öğrenciden biri üzülüyor, diğeri ise tebessüm ediyordu. Ankebut’u düşünen üzülüyor, Hacı’yı düşünen tebessüm ediyordu belli ki. 

GİZEMLİ SESLER


Gamze Sena Kuyucu
Okula başlamadan önce aslında hiç aklımda bu tarz şeyler yoktu. Sıradan bir okul olduğunu düşünüyordum kasabamızdaki okulun. Çocukluğumdan beri bahçesinde oynadığım, etrafında gezindiğim bu okulun içinde bir de Z-Kütüphane vardı. Orasını da çok severdim ve eğlenceli bulurdum. 
Nihayet ben de bu okulun öğrencisi olmuştum artık. Üç katlıydı okulumuz ve ben üçüncü kattaki sınıflardan birindeydim. Ayrıca okulumuzun bodrum katı spor ve konferans salonu olarak kullanılıyordu. Bu katın bir kısmı da yemekhaneydi. 
Halk oyunlarına çocukluktan beri ilgim vardı ve okulumuzda halk oyunları kursu açılmıştı. Halk oyunları çalışmasını okulumuzun zemin bodrum katında yapıyorduk. Eğlenceli birkaç çalışmadan sonra öğretmenimizin gelmediği bir gün garip şeyler olmaya başladı. Her şey buradan sonra başlıyordu aslında. 
Arkadaşlarımızla kendi kendimize çalışırken okulun arka kapısının bulunduğu yerden garip bir ses gelmişti. Önceleri umursamadık fakat sesler git gide sıklaşıyordu ve artıyordu. Bu sesi galiba sadece biz duyuyorduk çünkü başkaları da duysa mutlaka tepki verirdi. Üstelik herkes dersteydi. Bu ses nereden geliyordu, kim çıkarıyordu? Korkulacak bir durum değildi ya da öyle düşünüyorduk. Kocaman, kalabalık bir okuldu burası ve herkes derste, sınıfındaydı. 
Halk oyunları çalışmasını bırakarak sesin geldiği yöne doğru gitmeye karar verdik. Burası, öğretmenlerimizin bize yasakladığı alandı. Merakımıza yenilerek o tarafa doğru gitmeye karar verdik. Madem öğrencinin girmesi yasaktı buraya, o halde sesleri kim çıkarıyordu? Sorular, sorular, sorular… 
Zemin katın merdivenlerinden bir gölge gibi hızla ilerledik ve kameraların göremediği kör noktadan seslerin geldiği yöne doğru sessizce ilerledik. Kalbimiz ağzımıza gelmiş gibiydi. Yaptığımız belki iyi bir şey değildi fakat bizi kendisine çeken bir şeyler vardı. Her yere baktık fakat ses çıkarabilecek bir şeyler, kimseler yoktu. 
Üstelik okulumuzun arkasındaki yıkılmış, terk edilmiş evleri ilk kez bu kadar yakından görüyorduk. Hayalet bir kasaba gibiydi burası. Kimler yaşamıştı, neden terk etmişlerdi, sahipleri acaba neler yaşamıştı? Soruların ardı arkası gelmiyordu. Evler, hep birbirine benziyordu ve sıra halindeydi. Kafamızdaki soruların cevaplarını verebilecek kimse yoktu. Artık derslere, sınıfa dönüş vaktiydi. 
Akşam olduğunda yaşadıklarımızı aileme anlatıp anlatmamakta önce endişe duydum fakat anlatmam gerekiyordu. Yemekten sonra anneme konuşmamız gerektiğini söyledim. Annemin rengi değişmişti. Korkmuş görünüyordu ama meseleyi ona anlatınca yüzündeki gerginlik silindi. Tebessüm etmeye başladı ve şöyle dedi:
-Bu yaşadığınız şeyler senelerdir ara sıra anlatılır kasabada ama kimse önemsemez. Evlerin niçin terk edildiğine dair kimsenin bir fikri yok fakat okulun bulunduğu yerin daha önceden mezarlık olduğu söylenir. Bu söylenti de zaman zaman senin anlattığına benzer olayların yaşanmasıyla ilgili olabilir. 
Aslında korkunç bir şeydi bu fakat annem öyle doğal ve içten anlatmıştı ki tüm endişelerim silinmişti. Ben de tebessüm etmeye başladım. 
Ertesi gün arkadaşlarıma bu konuyu anlatmayı düşünüyordum fakat onlar da ailelerinden aynı hikâyeyi duymuşlardı. Şimdi halk oyunlarına devam etmek vaktiydi. 

BİTMEYEN SAVAŞ

 

Elif Serra Yıldırım

Dünya kuruldu ve başladı savaşlar
Hep vardı büyük kavgalar
Habil ve Kabil’den beri 

İnsanlar oturup düşünmek yerine barışı
Tercih ettiler savaşı
Düşünmediler kardeşçe yaşamayı
Unuttular güvercinlerin cıvıltısını
Çiçeklerin kokusunu
Unuttular kardeşliğin coşkusunu

Kin, nefret, gözyaşı
Yüzyıllarca sardı dünyayı
Bununla da kalmadılar 
Savaş aletleri icat ettiler 
Daha çok insan öldürmek için
Üzerine insan kardeşlerinin
Bombalar dökmek için

Oysa kimseye kalmayan bir yüzü var dünyanın
Kimseye kalmayan büyülü bir servet
Dünyaya sahip olmak isteği

Kardeşçe yaşamak varken bu dünyada
Bunca kin, öfke, gözyaşı
Düşünüyorum niye
Niye
Niye



SONSUZ AYDINLIK

Ekin Akçay

Ne tuhaf şey bu gözlük dedikleri. Gözlükleri sadece gözü bozuk olanlar mı takar? Bence hayır, güneş gözlüğü gözlük değil mi? Yüzücüler, keskin nişancılar gözlük takmıyor mu? Gözlük, çoğu zaman hayatı kolaylaştıran, sağlığı koruyan bir aksesuar olarak da günlük hayatımızda yer alıyor. 
Aslında gözlük, insanlar için bakış açısını değiştiren, insanın farklı dünyaları görmesini sağlayan bir aygıt. Mesela güneş gözlüğü… Güneş gözlüğünden baktığımızda etrafımız başka, gözlüksüz baktığımızda başkadır. Gözlük, beynimizin algısını değiştirmeye yeten bir pencere. Hayat boyu gözlük takmaya mahkûm olanlar da var. Gözlük takmayanlar belki gözlükle yaşamak zorunda kalanlara göre daha şanslı, bilemeyiz. Belki de memnun çoğu insan taktığı gözlükten, gözlük numaralarından. Zaten gözlüğünü beğenmeyen de lens takıyor günümüzde. Renkli lensler de var, göz rengini beğenmeyenler için ama konumuz bu değil. Konumuz sadece gözlük. 
Gözlük ilk kez hangi çağda kullanılmaya başlandı. İlk kez gözlük takan kimdi? Gözlük takmaya acaba süs olarak mı ihtiyaç duydu yoksa gerçekten gözlerinde sorun mu vardı? Gözlüğün tarihi galiba henüz yazılmadı fakat ihtiyaç var böyle bir çalışmaya. 
Büyük ihtimalle ilk gözlükten sonra gelişti sualtı gözlüğü, güneş gözlüğü ve diğerleri. Belki de ilk gözlük astronotlar tarafından kullanıldı. Bu soruların hepsinin cevabına ulaşmak mümkün asılında fakat ben gözlüğün bendeki yerinden, çağrışımlarından memnunum ve bunlardan bahsetmeye devam edeceğim. 
Gözlüklü bir arkadaş mesela ya da gözlüklü bir nine, dede… Bunlar hayatın güzel manzaraları. Düşünün bir kere, gözlük olmasa yaşlı insanlar hayatlarına nasıl devam edebilir. Bir nine nasıl örgü örebilir. Bir öğrenci nasıl tahtayı görebilir. 
Gözlüğü icat eden her kim ise tarihe adını büyük harflerle yazmak gerek. Tamam Edison ampulü bulmuş olabilir ama gözlüğü icat eden kişi da az insanın dünyasını aydınlatmadı ve aydınlatmaya devam ediyor. Üstelik yalnızca gecelerini değil insanların gündüzlerini de aydınlatıyor. 

BENİM HİKÂYEM

 

Elif Naz Özden

Yıl, bilinmez. Zaman, hiç belli değil çünkü böyle bir şey yok burada. Burası Plüton ve ben Elif Naz Uzce’de yani uzaylı dilinde adım Alziere. Yani ben uzaylıyım. Var olduğumda yanımda iki kişi vardı. Birisi benim için gönderilen bir abla diğeri de benim sonsuza dek arkadaşım olacak biri. Benim için gönderilen ablanın adı Uzrilan. Arkadaşımın adı ise Sumrate idi. Aslında herkes uzaylıların yeşil renkte ve gözlerinin ise koyu yeşil olduğunu düşünür ki bu düşünce tarzı çok yanlıştır. Rengimiz aslında mor tonlarında, gözlerimiz ise gridir. Burunlarımızın olmadığı düşünülür fakat aslında insanların burunlarından çok daha kusursuz burunlarımız vardır lakin burun bizde koku almaya yaramaz. Tam tersine biz burunlarımızla duyarız çünkü kulaklarımız yoktur. Kokuyu da ağzımızla alırız. Genelde boylarımız aynıdır ve büyümeyiz çünkü zamanın bizde olmadığını söylemiştim. Büyümek zamanla gerçekleşen bir şeydir. Sayılar bizim dünyamızda en fazla 7’ye kadardır. Burada yapacak çok fazla bir şey olmamasına rağmen sadece bize verilen görevli ve arkadaşımızla konuşabiliriz çünkü her birimiz için farklı bir konuşma tarzı vardır ancak dilimiz aynıdır. Biz yemekle beslenmeyiz. Beslenme ihtiyacımız yoktur. 
Benim yaşadığım yerde canlıların saçları yaşlarına uzar ve yukarıya doğru büyür. Saç tellerimiz örgü şişi kalınlığındadır. Kimse kimsenin saçını çekemez bu yüzden. Burada bulduğumuz her şeyi yiyebiliyoruz ve her şeyin tadı çok güzel. Yediklerimiz bizde kilo yapmaz. Yediklerimizin bizim büyümemize bir etkisi yoktur. Burada yemek ve içmek sadece bir eğlence, etkinliktir. Burada taşıma aracı bulunmaz çünkü ihtiyacımız yok. Zıplayarak ilerleriz. Ulaşmak istediğimiz yere göre ayaklarımızı ayarlar ve zıplarız. Kovalamaca bile oynayamayız çünkü bazıları çok çok uzaklara zıplar oynamaya kalkışınca. İşte böyle bir yer benim Plüton’um yani dünyam ve işte böyle biriyim ben. 
Yine bir gün arkadaşlarımla zıplamaç oynarken bir anda ablam geldi ve bana Plüton’un gezgenler listesinden çıkarıldığını söyledi ve bu gezegenden kaçmamız gerektiğini söyledi. Sonra yanımızda portallar açılacağını söyledi. Çok geçmeden yanımızda portallar açıldı ve ben ablamın yanına sığındım. Hangi portaldan geçeceğimi bilmiyordum. Portallar renkli renkliydi. Ben şaşkın şaşkın bakarken ablam kolumdan beni tutarak sarı renkteki portalın içine zıpladı. Sonra kendime geldiğimde dünyada gözlerimi açtım. Yepyeni bir dünyada formatlanmış bir bilinçle gözlerimi açmıştım. Uzun süre bir anlam veremedim fakat belleğimi kullandıkça geçmişi hatırlamaya başladım ve yukardaki olayları bir sıralama ile yeniden zihnimde yapılandırdım. Bu durum yaklaşık on senemi aldı bu dünyada. Şimdi biliyorum ki ben bu gezegenin yabancısıyım. Buraya ait değilim ama yine de rolümü iyi oynamaya çalışıyorum. Dünyayı seviyorum. Dünya sevilecek bir yer. Yeteneklerimin çoğunu kaybetmiş olsam da zamanla çalışarak bazılarını yeniden bulacağıma inanıyorum. Mesela zıplama yeteneğimi geliştirmek için her gün yüzlerce kez ip atlıyorum. Bir süre sonra yeniden zıplayarak yürüyebileceğimi düşünüyorum. İlkel ulaştırma araçlarına ihtiyacım kalmayacağına inanıyorum. 
Burası Plüton değil ve Alziere’yi kimse tanımıyor henüz. Herkes bana sadece Elif Naz diyor. Belki günün birinde tüm dünyalılara Uzce’yi yani uzaylı dilini öğretirim ve  adımın Alziere olduğunu bilirler o zaman. 


ZAMAN AĞACI


Beste KAYA
Bir yaz günüydü. Güneş yerini aya bırakmıştı. Mary ve ailesi yürüyüşe çıkmışlardı. Mary’nin dikkatini büfenin önündeki pamuk şekerler çekmişti. Mary hemen pamuk şekerlerin yanına gitti ve dikkatle incelemeye başladı. Beş dakika filan inceledikten sonra babasından istemek için arkasını dönünce hayrete düştü. Ailesi etrafta yoktu. Ailesi Mary’yi fark etmeden yürüyüşe devam etmişti. Mary hemen ailesini aramaya başladı. On beş dakika olmuştu. Mary hala ailesini arıyordu. Ailesini ararken bir ormana girdi Mary. Saat on bir olmuştu. Ormandaki baykuş sesleri ürkütmüştü onu. Birazcık uykusu gelmiş, bir ağacın altına geçip uyumuştu. Sabah olduğunda kendini başka bir yerde buldu. Etrafı incelemeye başladı. Burası da bir ormandı ama farklı bir ülkenin farklı bir ormanı. Mary ormanın çıkış yolunu bulup ormandan çıktı. İnsanlar çok farklı konuşuyordu Mary’e göre ama onların dili buydu. Mary, etrafındaki bayraklardan buranın Gürcistan olduğunu anladı. Cebinde sadece Çanakkale yazan bir anahtarlık vardı Etrafa bakmaya başlayınca rahatlamıştı. Karşıda Museum yazan bir yer vardı. Museum, müze demekti. Mary hemen müzeye girdi ve oradaki çalışana Çanakkale yazan anahtarlığını gösterdi. Müze görevlisi onun Türkiye’den geldiğini anladı. Gerekli kişilerle görüştükten sonra onu havaalanına götürdü. Uçağının kalkmasına yarım saat vardı ve ailesi telaşla orada birileriyle görüşüyordu. Birdenbire karşılarında Mary’i görünce sevinçten havalara uçtular. Annesi sevinç gözyaşlarıyla Mary’ye sarıldı. Uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. 
Mary, uçakta başından geçen küçük olayı anlattı. Ailesi de aslında kendilerinin kabahatli olduğunu söylüyordu. Böyle bir yerde insan çocuğuna sahip çıkmalıydı. Mary, Çanakkale’den aldıkları anahtarlığa baktı ve şöyle dedi:
-Bu Çanakkale hatırasını ölünceye kadar saklayacağım. O beni size kavuşturdu. 

11 Ekim 2024 Cuma

ANILAR VE PANTOLON

Ezgi Budak

Bir noktadan sonra gelen farkındalık hissi; kaosta ve düzende bize, bizi aramaya zorlar. Fakat karanlık bize hep hiçbir şey verir. Koca hiçliğin arasında bakındığımız heplik. İnsan hep kendini arar ve doğru olanın bu olduğunu savunur. Savunduğu şey insanda “v” aramaktan farksızdır. 
Hayat yolunda giderken aradığımız en büyük şey kendimizdir. Oysa hiç kaybetmemişizdir onu. Aramak için kaybetmek mi gerekir? Arayanlar bulamaz ama bulanlar hep arayanlardır… bir şeyi kafamıza ne kadar çok takarsak o kadar bela olur bize. Kendi kendimize bela oluyoruz, belalardan kaçmaya çalışırken. Bu kısır döngü bize görülecek hiçbir şey bırakmayıncaya kadar döndürüyor ve en sonunda elimize geçen ufak tefek anılar oluyor dönüşümüze dair. Bu döngüye bizi iten neydi, kaosun ve düzenin kapılarını kapatan? Beklenti ve inançtı; ümit ve umuttu, bizlere ait olmayan gelecekti. 
Her şeyi başlatan o farkındalık yine bizlere kendilerine ait olmayan bir gelecek için yürüyen insanlardı. Diğer insanlar tarafından kabataslak ölçülerle alınmış bize biçilen pantolonlar gibi. Dar ya da geniş olmak fark etmeksizin sırf rengi güzel diye biçilmiş pantolonlardı bizi engelleyen. O döngünün içinden çıkıp gitmemize mâni olanlar. Neden kendi ölçümüzü kendimiz alamıyorduk ki? Rengi de biz seçebilirdik. Kapalı kapıları açıp açık olanları kapatabilirdik. İyileşebilirdik. Üzerimize yük olan tüm bu beklentilerden kurtulup kaosa karışabilirdik, düzene katılabilirdik. Döngüden kurtulup yeni yollar açabilirdik. Anılarla kendimize yeni bir çizgi çizebilirdik. İyileşebilirdik…
Şu ana kadar hiçbir insan iyileşememiş. Ya hala o hiçlikte kendi için boş yerlere bakıyor ya da farkında fakat kendi ölçülerini alamıyor, renk seçemiyor. Kimsenin daha önce biçemediği beklentisiz geleceğe bakıyor. Zaten yazmak kolay olsaydı üzerine düşülmeye gerek kalmazdı. 
Beklenti baskıya dönüşür, baskı da beceriksizliğe. Bu yüzden insan hayatı boyunca her yerde ve her zaman kendisini arar. Arar çünkü hiçbir zaman ve hiçbir yerde aradığı kendisini bulamaz. Bulduğu zaman ise ne pantolona gerek kalmıştır ne de anılara. 

PİKNİK

Akın Eliş

Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Bende bir şeyler vardı, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm. Karanlık ve uğursuz bir gölge gibiydi bu adını koyamadığım şey. Evet, tam olarak “uğursuz”… Bende bir uğursuzluk olduğunu hissediyordum. Aslında bunu benden önce arkadaşlarım sezmiş olmalı ki beni dışlamaya başlamışlardı. Sıramda yalnız oturuyordum kaç zamandır. Teneffüslerde yalnız geziyordum. Oyunlara alınmıyordum. İstenmediğimin farkındaydım. 
O kadar büyüdü ki içimde bu tedirginlik, bir bahçeden geçsem sararacağını düşünmeye başladım. Bir çiçeğe dokunsam solacağını. Bir ağacın altında otursam yaprak dökeceğini. Güneşlenmeye çıksam yağmur yağacağını… Böyle bir hayatı yaşamak zorunda mıydım?
Her şey kırdığım bardakla başlamıştı. Annemin genç kızlık döneminden beri sakladığı bardağa çay koyarken bardak ortadan ikiye ayrılmıştı. Yıllardır kullanılan ve eskimeyen bardağın çöpe atılmasına sebep olmam çok hoş olmamıştı. Hatıralar vardı o bardakta, yılların yaşanmışlığı… Aldırma, olur böyle şeyler, demişlerdi ve aldırmamıştım ta ki ağabeyimin ilkokuldan beri kullandığı kaleminin elimde kırılmasına kadar. Oysa birkaç satır ya yazmıştım ya yazmamıştım. Aldırma, demişti ağabeyim. Zaten senelerce kullandım ben onu. Aldırmamıştım ta ki okulda arkadaşımın en sevdiği topun ilk kez ayağıma gelişinde patlayışına kadar. Aldırma, diyen olmamıştı zaten ve aldırmıştım. Çok derinden aldırmıştım. Bu son olayın etkisi uzun sürmüştü ve daha bundan kurtulamamıştım ki öğretmenimin en sevdiği pantolonuna kahve dökmesinde benim de payım olduğunu söylemişti herkes. Oysa sınıfta kahve içmemesi gerekiyordu, kimse bunu demedi. Öğretmenin pantolonuna kahve dökülmüştü benim yüzümden ve öğretmen bir hafta okula gelememişti. Bardağı taşıran son damla buydu. 
Anlamıştım, bende bir uğursuzluk vardı. Belki sakarlıktı bunun adı belki… Belki… Belki… Bunun adı neydi bilmiyorum fakat hayatımı zorlaştıran bir durumdu. Hep böyle mi devam edecekti hayatım? Hep bir korku, endişe mi olacaktı içimde? İlerleyen günlerde, yıllarda ne gibi olumsuzluklar vardı beni bekleyen?
Neyse ki okulların tatil olmasına az bir zaman kalmıştı. Zaten dersler bitmiş ve piknik sezonu başlamıştı. Pazartesi pikniğe gidecekti bütün sınıf. Artık son haftaydı ve bir uğursuzluk yaşansın istemiyordum. Aklıma bin türlü olay geliyordu. Pikniğe gittiğimiz aracın başına bir iş gelmesi, piknikte olumsuzluklar yaşamak, pikniğin iptal olması… Kötü düşünceleri kafamdan kovmalıydım. Belki de her şey benim kuruntumdan ibaretti ve olumsuz diye düşündüklerim hayatın doğal akışının bir parçasıydı. Bardak, kırılabilirdi. Kalem, bozulabilirdi. Top, patlayabilirdi. Kim bilir kaç öğretmenin üzerine kahve dökülmüştü şimdiye kadar? Benimle bir ilgisi yoktu bu yaşananların. Arkadaşlarım zalimdi, beni teselli etmek yerine, aldırma, demek yerine bir yarayı kanatmaya devam etmişlerdi. Belki bu hafta her şey düzelecekti ve “eski ben” olarak tatile girecektim. 
Nihayet pazartesi gelmişti ve tüm sınıf, üzerine kahve dökülen öğretmenimiz rehberliğinde piknik için yola çıkmaya hazırdı. Yolculuğun ilk dakikalarında bana atılan sert bakışları görmezden geldim. Fısıltıyla konuşan herkesin benden bahsettiğini düşünüyordum nedense. Ben, onların bu tavrına tebessümle karşılık verdim. Aklıma kötü şeyler getirmedim hiç. Kazasız ve belasız piknik yerine ulaştığımızda kendime güvenim daha çok gelmişti. Kahvaltı yapıldı, çay içildi, oyunlar oynandı. Cesaretim vardı oynamaya, topa vurmaya fakat kimse beni çağırmıyordu oyun için. Öğleye kadar herkes çok eğlendi. Çok güldü. Olması gerektiği gibi bir piknik yaşıyordu herkes fakat ben yalnızdım ve eğlenemiyordum. Daha fazla bu ortamda kalarak kendimi üzmemeliydim. Kendime bir eğlence, uğraş bulmam gerekiyordu. Kuş seslerine dikkat ettim önce. Şehrin kalabalığında duyulmayan kuş sesleri… Sonra çiçeklere, kelebeklere eğildim. Şehrin egzoz kokan sokaklarında hissedemediğim çiçek kokularına kaptırdım kendimi. Yürüdüm… Dakikalarca yürüdüm. Artık arkadaşlarımın şen kahkahaları duyulmuyordu. Kuş ve böcek sesleri birbirine karışıyordu. Mutluydum yürümekten. Yükseğe, daha yükseğe çıkmalıydım. Kayalıklardan aştım, tepelerden geçtim huzur bulmak için. Yükseldikçe huzurum, neşem arttı. Yorulmuştum. Bir ağaç gölgesi buldum kendime ve biraz oturduktan sonra uzandım. Gökyüzüne baktım. Masmaviydi. Hafif bir meltem esiyordu. Bulutlar sanki tebessüm ediyordu.  Kuşlar şarkı söylüyordu, böcekler ninni. Usul usul dünyadan uzaklaşıp sükunetin, huzurun kollarına kendimi bırakmaya başladım. Ayaklarım, ellerim, zihnim sanki yok gibiydi. Ruhum havalanıyordu daha yükseğe, daha yükseğe. 
Gürültücü bir karganın tepemde çıkardığı seslerle uyandım. Vakit geçmiş olmalıydı. Piknikte olduğumuzu hatırladım. Arkadaşlarımın yanına dönmeliydim. Güneş neredeydi batmaya yaklaşmıştı. Hızla koşmaya başladım. Zaten yokuş çıkmıştım, iniş kolaydı. Koştum, koştum, koştum. Hayatımda hiç koşmadığım kadar hızlı koştum. Piknik yerine yaklaştığımda en azından arkadaşlarımın seslerini duyarım diye düşünüyordum fakat ses gelmiyordu. Kalan son gücümle piknik yerine attım kendimi. Kimse yoktu. Sağa sola baktım, seslendim. Galiba uyanamamıştım ve rüyanın içindeyim, diye düşündüm. Fakat gerçekti bu. Sınıfım ve öğretmenim beni burada unutmuştu. Üzüldüm. Çok üzüldüm. Güneş batmıştı. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmıştım. Ağlamak üzereydim ki korna sesiyle piknik servisimizin bana doğru geldiğini gördüm. Bu bir rüya mı, hayal mi diye düşünüyordum. Arkadaşlarım neşeyle araçtan indiler ve bana doğru koştular. Öğretmenim de yanlarındaydı. Ne olduğunu ben sormadan onlar anlattı. Dönüş yolunda şehre girdikleri an servisin lastiği patlamış ve herkes bu uğursuzluğun sebebi olarak beni aramış. Kimse beni göremeyince piknik yerinde unuttuklarını hatırlamışlar. Aracın lastiğini onardıktan sonra beni almaya gelmişler. 
Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Her ne kadar arkadaşlarım unutmuş olsa da bazı şeyleri ve ailem baştan beri “aldırma” dese de bende bir şeyler var, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm.