25 Nisan 2024 Perşembe

ZAMAN HIRSIZI

Halil Yiğit Şenol, Akın Eliş

Sıradan bir gündü yine. Evin tek çocuğu olduğu için her sabah ekmek almaya gitmek onun vazifesiydi. Bu, kutsal bir görevdi. Az iş mi, kahvaltı sofrasında bekleyenlere taze ekmek götürmek? Bunun bilincindeydi. Bu yüzden sağda solda fazla oyalanmadan ekmeği alır almaz evin yolunu tutardı. 
Markete gitti her zamanki gibi ve ekmek büfesinin önünde durdu. Gözüne kestirdiği pişmiş, taze ekmeleri eldiven kullanarak poşetine koydu ve hızla evin yolunu tuttu. Gecikmemeliydi. Tam ne kadar acıktığın düşünüyordu ki birden sendeledi. Ayağı takılmıştı yerde olan bir cisme. Birkaç adım ötesine geçtikten sonra döndü ve baktı. Yerde bir çanta duruyordu. Beyaz, küçük bir el çantasıydı bu. Hemen yanındaki çöp kutusundan hareketle bu çantanın atılmış olduğunu düşündü. Çanta çok temiz duruyordu oysa. Yine de atılmış olduğuna şüphe yoktu. Uzandı ve yerden aldı çantayı. Etrafından insanlar geçiyordu ama kimse görmemişti o çantayı. Belki de onun gibi ayakları takılmamıştı. Yoksa görülmeden geçilecek bir çanta değildi. Heyecanla içine bakmaya karar verdi. Metal ve iri dişli fermuarı vardı çantanın. Aynı zamanda bir de kilidi vardı. Çantayı yol ortasında açmak imkansızdı ve kahvaltı sofrasına geç kalmamalıydı. Çantayı kolunun altına alarak hızla eve ulaştı. Yolda bulduğu küçük çantayı odasına bıraktıktan sonra mutfağa geçti. Kahvaltısını yaptı. Kahvaltı boyunca kimse konuşmamıştı. O da konuşmadı ve kahvaltı biter bitmez bir gölge gibi sessizce odasına çekildi. Biraz uğraştıktan sonra kilit açılmış ve içinden küçücük bir makine çıkmıştı. Daha önce hiç görmediği enteresan bir makineydi bu. Ne işe yaradığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Evirdi çevirdi, altından baktı, üstünden, yanından baktı. Bir işe yarayacak gibi durmuyordu ama düğmeleri vardı, çarkları vardı. Değişik, garip bir makinaydı. Makinanın ne işe yaradığını anlamak için fotoğrafını alarak internette bir arama yaptı ama hiçbir sonuç çıkmıyordu. Belki de makinanın enerjiye ihtiyacı var, diye düşündü fakat pil ya da elektrik girişi görünmüyordu. Üzerindeki düğmelerle daha fazla uğraşması gerektiğini düşündü. O gün akşama kadar odasından çıkmadı ve bu makine ile uğraştı durdu. Üstelik gece bile arada bir makineyi eline alıyor, düğmelerine rast gele basıyordu. 

Sabah olduğunda daha sistematik düşünmesi gerektiğine karar verdi. Düğmeler, renkliydi ve belli aralıklarla belli düğmelere basmaya başladı. Son kez bir düğmeye dokunduğunda makineden garip bir ses geldi ve bu ses onu heyecanlandırdı ancak nasıl bir sıralama ile düğmelere bastığını hatırlamıyordu. Makine, sesten sonra kendi kendine küçük değişimler yaşamıştı. Düğmelerin şekli ve rengi değişmişti. Bu değişim, yeni bir aşamaya geçtiğinin belirtisi gibiydi. Demek ki nasıl olmuşsa olmuş ve ilk seviyeyi geride bırakmıştı. Gün boyu uğraştı, didindi, odasından arada bir çıkıp yeniden odasına girdi. Kutsal görevi için dışarıya çıktığında bile makine hep aklındaydı. 

Üç gün uğraştı makine ile. Artık parmaklarının ağrıdığını hissediyordu fakat bitmek bilmeyen bir heyecanı vardı. Bu kez düğmelere basmadan önce notlar alıyor, her bir algoritmayı kaydediyor, vakit kazanmaya çalışıyordu fakat bu şekilde daha yavaş ilerlediğini hissetti. Üç gün boyunca makineden yeni bir ses duymadı. 

Dördüncü gün ekmek aldı. Ekmek almak hâlen önemli bir görevdi. İhmale gelmezdi. Artık dönüş yolunda mutlaka çantayı bulduğu çöpün kenarına bakıyordu. Belki yeni bir çanta ve bu çantada makinenin ilave parçaları olur, kullanma kılavuzu olur umudundaydı. Yoktu. 
Bir şekilde bu aşamayı da geçmeliydi. Kahvaltıdan sonra yazarak denemeyi bıraktı ve yine rast gele düğmelere basmaya başladı. İlk denemesinde makineden yine bir ses geldi. Önceki sesten biraz daha yüksekti. Makine birden hareketlenmişti ve önce iki yana doğru açıldı ardından üzerinde daha fazla düğme belirdi. Üstelik düğmelerin üzerinde rakamlar da vardı bu kez. Rakamları görünce sevinmişti. İşinin daha kolay olacağını, rakamlarla daha düzenli algoritmalar kuracağını zannediyordu fakat sadece bir zandı bu. Bir hafta boyu geceli gündüzlü uğraştı. Artık tüm dünyası bu makine olmuştu. Kutsal görevini bile ihmal etmeye başlamıştı. Ailesi, bu durumdan biraz tedirgin oluyordu. 
Yeni bir aşamaya geçme çabasıyla saatlerce, günlerce, haftalarca uğraştı. Yine algoritmasız, rastgele tuşlara bastığı bir vakitte makineden ses geldi. Makine bir kez daha açılmıştı ve hayli büyüktü artık. Üzerindeki düğmeleri, rakamları çok fazlaydı. Makinenin tam ortasında saate benzeyen bir şekil vardı ancak akrep ve yelkovan yoktu burada. Onca çabaya rağmen yine bir bilinmezliğin ortasındaydı. Bunca zaman ne için uğraşmıştı? Neyi başarmıştı? Eline ne geçecekti? 

Makineyi bir ara pencereden atmak istedi ama birilerinin başına düşer diye endişe etti. Beyaz çantayı buldu, makine artık içine sığmayacak kadar büyüktü. Çantayı kurcaladı. Kenarlarındaki fermuarları da açınca çanta büyümüştü ve makinenin sığacağı hale gelmişti. Tam o sırada bir kâğıt gözüne ilişti. Belki de günlerdir aradığım kullanma kılavuzu budur, düşüncesiyle kâğıdı aldı ve okudu: 

Zaman Hırsızı bu makinenin adı
Bilemiyorum senin elinde ne kadar kaldı
Kaç gün, kaç hafta, kaç ay
Bu makine senden çaldı

Geldinse şayet bu aşamaya
Bakmalısın bu hırsızdan kurtulmaya
Tüm ömrünü çalacak yoksa 
Aldığın gibi götür ve bırak oraya

Notu yerine koymak istedi ama farklı bir cep daha vardı çantada. Notu oraya koydu, makineyi çantaya. Hipnoz olmuş gibiydi. Makineden korkuyordu. Telaşla dışarıya çıktı ve çantayı bulduğu çöpün yanına bıraktı. 

Eve dönerken kutsal görevini kaç zamandır ihmal ettiğini hatırladı ve evin kapısından girmeden annesine, kaç ekmek lazım olduğunu sordu. 

BİR DAKİKA

Meryem Er

Ağabeyi ondan sadece bir dakika büyüktü. Bir dakika dünyaya geç gelmiş olmak insan hayatı için bu kadar sorun olmamalıydı ama oluyordu. Bu bir dakika başkalarının on yaş büyük ağabeyinden daha büyük bir ayrıcalık vermişti ağabeyine. Sofraya oturduklarında:

-Ben senden büyüğüm, diyerek önce o başlıyordu yemeye. 

Bilgisayarda kısa bir işi olsa bile öncelik her zaman ağabeyinindi. Ağabey demek istemiyordu bu bir dakika için ama ağabeyi hep kendini büyük, yukarda bir ağabey olarak görüyordu. Yapacak bir şey yoktu. 

Aynı okuldaydı ağabeyi ile ama neyse ki aynı sınıfta değildi. Bilsem’i seviyordu çünkü onun için Bilsem, ilahi adaletin yansıdığı bir yerdi. Ağabeyi ile girdikleri Bilsem sınavında, o Bilsem’i kazanmış ağabeyi ise çok anlamlı bir puanla Bilsem’e girememişti. Bir puan daha alsaydı ağabeyi, burada da başına bela olacaktı ama neyse ki bir puanla kaybetmişti bu sınavı. 

Çok merak ediyordu ilerleyen yıllarda bu “bir dakika”nın ağabeyinin ya da kendisinin hayatında ne gibi farklıklara yol açacağını. 

Aslında annesi ve babası onların ikiz olduğunu söylüyor, büyük küçük ayrımı yapmıyordu fakat ağabeyinin tek sığınağıydı bu bir dakika. Her fırsatta söylüyordu:

-Ben senden büyüğüm. Bir dakika olsa bile büyüğüm. 


VEZN-İ AHAR

Metehan Ersoy

Akşam olur / güneş batar / çocuklara / gün doğar
Güneş batar / yıldız çıkar / neşe verir / herkese
Çocuklara / neşe verir / geceleri / yıldızlar
Gün doğar / herkese / yıldızlar / batar söner

VEZN-İ AHAR

Halil Yiğit Şenol

Bu günlerde/ yalnızlık zor/ nasıl olsa / bitecek 
Yalnızlık zor / bulmak gerek / birini / bu hayatta
Nasıl olsa / birini / kaybedince başlar / yalnızlık
Bitecek / bu hayatta / yalnızlık / birini bulunca

KAÇAK

 Halil Yiğit Şenol

Öğlenin kavurucu sıcağı yerini hafif bir serinliğe bırakmaya hazırlanıyordu. Gün batmak üzereydi. Yuvalarına dönme telaşındaki kuşların seslerine böcekler eşlik ediyordu. Rüzgâr esmiyordu. Gökyüzünde ara ara bulutlar kümeleniyor sonra yeniden dağılıyordu. Dağların ardından aceleci bir ay yüzünü göstermişti bile. 

Şehrin huzursuzluk veren gürültüsünden sonra bu manzara ona ilaç gibi gelmişti. Gün boyu temiz havayı teneffüs etmiş; ağaçlara, dağlara, bulutlara bakmıştı uzun uzun. Biraz yürümüştü de. Öğlen yaktığı ateş hâlen sönmemişti. Eline bir çubuk aldı ve ateşin közünü karıştırmaya başladı. Daha önce hiç burada gecelememişti. Bu kez de normalde gecelemeyi düşünmüyordu fakat şehre dönmek de içinden gelmiyordu. Bir süre neyi düşündüğünü hatırlamadan ateşle oynadı. Sonra ani bir karar vererek ateşi beslemek üzere yerinden kalktı. Yakınlarda bol miktarda kuru ağaç dalı ve çalı vardı. Bunlardan toplayacak, ateşi besleyecek ve geceyi burada geçirecekti. Fazla yorulmadan ateşin sabaha kadar yanmasını sağlayacak ağaç parçalarıyla geri döndü. Bu sırada güneş tamamen batmış hava da kararmaya başlamıştı. Böceklerin telaşı devam etse de kuşlar, artık sessizdi. Tabiatın tam ortasında, gittikçe kararan bir ormanda yalnızca onun yaktığı ateş parlıyordu. Ateşin alevleri dalgalandıkça etrafta zaman zaman ağaçların gölgeleri hareket ediyor gibiydi. Korkan biri değildi fakat öfkesini kontrolde zaman zaman yetersiz kalabiliyordu. İlk kez bir ürperti hissetti bulunduğu yerde. Ormanın karanlıklarından bazen çığlığa benzeyen hayvan sesleri, homurtular geliyordu kulağına. Sessizliğin içinde bu sesler yankılanıyor, içinde ürpertiler oluşturuyordu. Geceyi burada geçirmek, belki de iyi bir fikir değildi ama artık dönüş de imkansızdı. Sabahı beklemek zorundaydı. 

Vakit ilerledikçe artık korktuğunu kabul etmeye başladı. Her ses ve çıtırtı onu yerinden kaldırmaya, etrafı kolaçan etmeye yetiyordu. Böyle durumlarda ateşi biraz daha büyütüyordu. Gökyüzüne baktı, gökyüzü de ürperticiydi. Bulutlar çoğalmış, yıldızlar görünmüyordu. Umarım yağmur yağmaz, diye geçirdi içinden. Uyumak ve uyandığında aydınlığı görmek istiyordu. Uyumaya çalıştı ateşin yanında. Uyku tutmuyordu. Üstelik uzandığı yerde ateşten kaçan böcekler de görmüştü. Belki de zehirli böcekler. Burada olduğunu kimseye haber de vermemişti. Kendine ulaşamayanlar, evinde bulamayanlar belki telaşa kapılır aramaya çıkardı fakat burası onun kafa dinleme yeriydi ve kimseye söylememişti burada geçirdiği vakitleri. Uyumalıydı. Her şeyi zihninden atıp uyumalıydı. Biraz olsun kafa dinlemek için geldiği bu yerde kafası daha da yorulmuş bir biçimde dönecekti şehre. Burada gecelemek iyi bir fikir değildi. Düşünceler, pişmanlıklar peş peşe karanlıkta zihnine üşüşüyordu. Tam o sırada ağaçların arasından bir çift ışık gördü. Kendine doğru yaklaşıyordu. Yanan bir odun parçasını alarak o tarafa doğru tuttu. Bir çift ışık değil bir çift gözdü bu karanlıkta parlayan. İnsan gözü olmadığı belliydi. Kalbinin sesini duyuyordu. Hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Gelen, nasıl bir canlıydı halen bir fikri yoktu. Ateşi iyice büyüttü ve ateşin ardında beklemeye başladı. Ağaçların arasındaki canlı da nihayet iyice yaklaşmıştı. Ne yapacağını bilmeden öylece beklemeye başladı. 

Ne kadar zaman geçmişti gördüğü bir çift gözden sonra, neler yaşamıştı, bilmiyordu. Uyandığında hava aydınlanmış, ateş ise geçmek üzereydi. Ateşin uzağında kalan ayakları kaskatı kesilmişti. Usulca doğrulmak istedi fakat hemen yanı başındaki ağırlık ve sıcaklık buna hafif mâni oldu. Kocaman bir ev kedisi yanı başından halen mışıl mışıl uyuyordu. Onun doğrulduğunu görünce kedi de uyandı ve uykulu gözlerle baktı. Boynundaki tasmadan bunun bir ev kedisi olduğu ve hayli korktuğu belliydi. Elini kediye uzattığında kedi uysal bir şekilde başını ona doğru uzattı. Evinden kaçmış bir kediydi bu. Şehre dönüş yolunda arkadaşsız kalmadığı için mutluydu. Kedinin adını Kaçak, koydu. 


24 Nisan 2024 Çarşamba

AY PEŞİNDE

 Elif Erva Candan

Sessiz ve durgun dalgaların hafif şırıltısı, kulağına ninni söylüyordu gecenin zifiri karanlığında. Penceresinden içeri sızan ay ışığı ise bu gecenin karanlığını bıçak gibi kesiyordu. Bu manzarayı görünce ay’ı görmek için dışarıya bakmaya karar verdi. Pencereyi açtı, başını dışarı uzattı. Serin bir rüzgâr, soğuk elleriyle yüzünü avuçlarına almış gibi üşüttü fakat bu serinlik onu rahatsız etmediği gibi ona huzur bile verdi. Her şey bu gece ne kadar da huzur verici, diye düşündü. Tek sorun hâlen uykusunun gelmemiş olmasıydı. Zaten uyumak da istemiyordu. Kararlıydı, bu huzur dolu gecede uyumayacaktı. Yaşadığı mekânın ruhuna tersti belki de uyumak. Burada kendinden önce yaşayan insanlar da ihtimal geceleri uyumamıştı pek. Bu düşüncelerle odayı andıran mekanın içinde birkaç daire çizdi.

Yeniden pencerenin önüne gitmeye karar verdi. Doğa, bu gece “beni oku” diyen bir kitap gibiydi. Ay, gecenin bağrında bir şiir gibi parlıyordu. Uzaktan gelen dalgaların sesi bazen ninni bazen şarkı gibiydi. 

Hava daha da karanlıktı sanki.  Aya baktı, yerinde yoktu ay. Ayın diğer tarafta kaldığı düşüncesiyle dışarı çıkmaya karar verdi. Ay, yerinde sabit duran bir şey değildi neticede. O da doğuyor, batıyordu. Askıdaki hırkasın aldı ve dönemeçli merdivenlerden indi. Dışarı çıktığında yine ay’ı aradı gözleri fakat ay yoktu. Deniz fenerinin çevresinde birkaç tur atıp etrafa iyice baktıktan sonra yorulup önündeki tabureye oturdu. Ay nereye gitmişti? Hem de böyle güzel bir gecede nereye saklanmıştı? Üstelik bulut da yoktu ardına saklanacağı. Yıldızlar yerindeydi fakat ay yoktu. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Belki de bulunduğu yerden görünmüyordu ay, yoksa nasıl olurdu ki yıldızlı ama aysız gece? 

Ani bir kararla ay’ı aramaya çıktı. Deniz fenerinin hemen önündeki küçük rıhtımda bağlı duran sandala doğru ilerledi. Dalgaların sesi daha da yakındı artık. Nihayet dalgaların damlacıkları yüzüne, eline çarpmaya başlamıştı. Dalgalar hayli büyüktü ama korkmuyordu denizin bu halinden. Ay’ın yerinde olmaması tüm huzurunu kaçırmış büyük bir endişe oluşturmuştu içinde. Dalgalarla kendince mücadele eden küçük sandala indi. Biraz uğraştıktan sonra sandalın halatını çözdü ve küreklere asılmaya başladı. Dalgalar yardımcı olduğu için aslında kürek çekmesine gerek kalmadığını fark etti. Kocaman denizde küçücük sandal bir ceviz kabuğu gibi bir o yana, bir bu yana sallanıyor, karanlığın içinde nereye gittiğini bilmeden ilerliyordu. Gözü hep gökyüzündeydi. Ay, hâlen görünmüyordu. İşlevini yitirmiş deniz feneri epey geride kalmıştı. Daha önceden burada yaşayanlar aysız gecelerde acaba ne yapardı? Onlar da ay’ı aramaya çıkarlar mıydı?

Dalgalar küçülmeye başladı. Deniz, sanki onu üzmemek için sakinleşmişti. Artık sandalı da hızlı ilerlemiyordu. Deniz fenerini göremez olmuştu. Tam bu esnada geriye dönüp bakmak geldi içinden. Geriye döndüğü anda karanlık birden azaldı. Deniz yüzeyi aydınlanmış gibiydi. Yakamoz, derlerdi bu ışıltıya. Ay yeniden görünmeye başlamıştı ve gecenin karanlığını bıçak gibi kesiyordu. Ne tarafa kürek çekeceğini bilmiyordu. Sandalı denizin tam ortasında, gecenin tam orta yerinde öylece kalmıştı. 


Sonsuz Gece

Kürşad Keçeli

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Sokaklar boşalmış, karanlık iyice kendini hissettirir olmuştu. Zaten öyle demezler miydi: Gecenin en çok karardığı vakit, sabaha en yakın olan vakittir. Karanlık koyuydu fakat sabah yakın görünmüyordu. Çıldırtan bir sessizlik git gide büyüyordu. Günlerdir böyleydi gece vakitleri. İnsanlar uykudayken o, uykudan kaçıyor, sokağa çıkıyor, hava aydınlanıncaya kadar yürüyor sonunda takati bitiyor ve evine dönüp uyuyordu. Uyumak değildi onunki yorgunluktan sızıp kalmaktı. Uyuyan insan rüya görür çoğunlukla. O, hiç rüya görmezdi. 

İşte, yine gece onu çağırıyordu dışarıya. Üzerine bir şeyler dahi giymeden, kapısını kilitleme ihtiyacı hissetmeden çıktı karanlığa doğru. Dışarıya çıkar çıkmaz önce gökyüzüne baktı. Hava kapalıydı. Ne yıldızlar görünüyordu ne de ay. Hafif bir sis kaplamıştı karanlığın üstünü. Her günkü gibi yürümeye başladı usul adımlarla. Sağa sola hiç bakmadan ve aklından hiçbir şey geçirmeden yürüyordu. Aslında yürüyen o değildi, ayakları onu götürüyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Niçin gittiğini de bilmiyordu. Bildiği tek şey vardı: kendini çağıran karanlık. Karanlığı seviyordu. Öyle dememiş miydi şair:

Gündüzler size kalsın verin karanlıkları.

Bir süre ilerledikten sonra sis, kendini daha çok hissettirmeye başladı. Birkaç adımdan sonrası görünmüyordu artık. Sessizlik, yer yer köpek sesleriyle kesiliyordu. Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. İlk kez bir ürperti duydu gecenin bilinmezliğinde. İlk kez geriye dönüp bakma ihtiyacı hissetti. İlk kez sağa sola da bakma ihtiyacı hissetti. Durdu ve geriye baktı: yalnızca sis. Sonra sağa sola baktı: Yalnızca sis… Önü zaten görünmüyordu. Bilinmezliğe doğru yürümeye devam etti. Sokak lambaları çoktan geride kalmıştı. Artık karanlığın kalbindeydi. İlk kez daha fazla yürümek istemedi. Bulunduğu yere oturup dinlenmek istedi. Normalde geri dönerdi yorulunca fakat bu kez geri dönecek gücü kalmamıştı. Zaten nerede olduğunu da bilmiyordu. Yer, gök, sağ, sol, geri ve ileri… Her yer yabancıydı. Arada bir duyduğu köpek sesleri olmasa başka bir dünyaya ulaştığını düşünecekti. Bir süre oturdu, bekledi. Belki de sabah yakındır, diye geçirdi içinden. Bir saate kadar güneş doğar, ortalık aydınlanır, sisler dağılır… O zaman ben de evin yolunu tutarım. 

Zaman geçmek bilmiyordu. Aslında sadece birkaç dakika olmuştu bulunduğu yere oturalı fakat o birkaç saat gibi hissetmişti. Bitmeyen gece var mıydı? Her gecenin bir sabahı var, diyenler yalan mı söylüyordu? Karanlık bitmeliydi. Daha önceden hiç hissetmediği şekilde bir ürperti hissetti bedeninde. Üşüme değildi bu. İçten gelen bir ürpertiydi. Belki korkuydu. Evet, korkmaya başlamıştı sanki. Neyden korkuyordu, kimden, niçin?.. Korkulacak bir şey yoktu ama etrafı kolaçan etme gereği duydu. Oturduğu yerden doğruldu. Sağa doğru yürüdü. Endişe verici bir şey yoktu. Geriye, sola… derken yön duygusunu kaybetti. Yorgunluk ve güçsüzlük hislerini de kaybederek telaşa düştü. Önce yavaş adımlarla yürüdü. Sonra adımlarını hızlandırdı ve en sonunda koşmaya başladı. Karanlığın ve sisin içinde koşuyor, koşuyor bazen sendeliyor tekrar koşmaya devam ediyordu. Nereye koştuğunu bilmiyordu. Bir ara karanlığın ortasında annesinin yüzünü görür gibi oldu. Uzanıp ona ulaşmaya çalıştı ama karşısındaki görüntü o koştukça geriye doğru gidiyordu. 

O sırada kapının açıldığını duydu. Annesiydi gelen. Elindeki kitabı usulca yan tarafa bıraktı. Annesi kitabı eline alarak kitabın adına baktı: Sonsuz Gece, yazıyordu. Biraz da sitemle:

-Yarın sınavının olduğunu hatırlatmak isterim, çalıştın mı peki, diye sordu. 

Bu soru hayli moralini bozmuştu ama sınavlarla ilgili bir sorunu zaten hiç olmamıştı. Saate baktı, vakit gece yarısını çoktan geçmişti.


20 Nisan 2024 Cumartesi

BOŞ KÂĞIT

Hazal Göksu


Boş bir kâğıt

Boş bir kâğıt değildir çoğu zaman

Bir öğretmenin masasında

Ya da bir öğrencinin çantasında

Bekler sessizce yazılmayı


Kâğıtlar da düş görür belki

İnsanlar gibi

Düşünürler boş olduklarında

Başlarına gelecek şeyleri


Boş bir kâğıt gibi bazı insanlar

Otururlar sıralarda

Doldururlar dolmuşları, otobüsleri

Akıllarından bile geçmez

Kelimeler, cümleler

Bomboş beklerler



11 DÖNGÜSÜ

 Davut Eymen Gökbulut, Ahmet Necip Günaydın, Abdullah Emir Sandık, Adem Efe Ballı, Eymen Akif Şahin, Hanzade Eligüzel, Ertan Abdülkadir Erdoğan, Emir Celal Çat, Elvin Su Topçu, Livanur Ekici, Alp Mete Akbaş

Günlerden cumartesiydi. Hava oldukça sıcaktı. Her cumartesi olduğu gibi erkenden kalktı ve yola çıktı. Kahvaltı yapmamıştı çünkü sabahları çok aç hissetmiyordu kendini. Öğleye doğru acıkıyor ve öğlen yemeği ile kahvaltıyı birleştiriyordu. Sabah evden çıkarken kapının üzerindeki numara dikkatini çekti: 11. 

Gün boyu yapacağı şeyleri düşünüyordu ki bugün ayın 11’i olduğunu hatırladı. Aklına fena şeyler gelmeye başlamıştı. Bu 11 sayısı zihnini meşgul etmeye başlamıştı iyice. Sağdan soldan geçen araçlara bakıyordu. Nihayet 11 plakalı bir araç gördü. Okuluna yaklaşmıştı, dersi yoktu ama kütüphanede çalışacaktı bir süre. Aradığı kitaplar vardı, yapılması gereken ödevler vardı. Kütüphanede kendine bir masa buldu, çantasını yerleştirdi ve kaynak kitapları araştırmaya başladı. Nihayet aradığı kitaplardan birini bulmuştu ve kafasından 11 sayısı da uzaklaşmıştı ki kitabı aldığı rafın numarası gözüne çarptı: 11. 

Neler oluyor, diye düşündü. Diğer raflara baktı, oturduğu masanın numarasına baktı. Sıradan bir rastlandıydı bu. Fazla derin düşünmemek gerekliydi. Yapılacak onca iş vardı. Bir an önce ödevlerini bitirmeli, akşam olmadan kütüphaneden ayrılmalıydı. Yoğun bir tempo ile çalışmaya başladı. Aradığı kitapların tümünü buldu ve ödevlerini hazırlamaya başladı. Sabah beri karşısına çıkan bu sayıdan nihayet kurtulmuştu. Böyle şeyler düşünmek insanın elini kolunu bağlıyor, hayattan uzaklaştırıyordu. Her yerde görülebilecek sayılardı bunlar. Mesela 11 değil de 22’yi arasa gözleri ondan da bulabilirdi her yerde. Belki evinin kapısının numarası değildi bu ama 22 plakalı araç görebilirdi, 22 numaralı kitaplıkta işi olabilirdi. Yaşı 22’ydi mesela. Tam bunları düşünürken 22’ye takılmaktan korktu. 11, 22’nin yarısıydı. Gözleri artık boşluğa bakıyordu. Neyse ki ödevi bitmişti. Masayı toplayıp dışarıya çıkmaya hazırlandı. Ödevini yazdığı kağıtlara baktı, epey fazla kağıt vardı masada. Kağıtlara sayfa numarası vererek dosyasına yerleştirecek ve yerinden kalkacaktı. Kağıtlara numara vermeye başladı: 1,2,3… Son sayfaya geldiğinde kalem elinden düştü çünkü 11 sayfa ödev yapmıştı. Yere düşen kalemi aldı ve bu sayının lanetinden kurtulmak için ödevine bir sayfa daha eklemeye karar verdi. Ödevin son sayfasına bir de kaynaklar sayfası ilave etti. Böylelikle sayfa sayısı 12’ye çıkmıştı. 

Akşam, çok önemli bir maç vardı ve futbol seyretmek en büyük keyfiydi. Kütüphaneden çıktı. Hayli acıkmıştı. Bir şeyler yemeliydi ve maç izleyecek bir yerler bulmalıydı kendine. En yakın lokantaya gitti, yemeğini yedi ve çayını içti. Yemek, iyi gelmişti. Biraz dolaştıktan sonra artık rahat bir kafa ile maç izleyebilecekti. Zihnindeki tüm karmaşa dağılmıştı. Daha çok meşgul olacak şeyler bulmalı ve saçma sapan düşünceleri kafasından uzaklaştırmalıydı. Birkaç saat önceki hallerine güldü. Neler düşünmüşüm, diye içinden geçirdi. Stadyumun yolunu tuttu. Heyecanlıydı. Günlerdir beklediği maç nihayet gelip çatmıştı. Zaraspor ve Suşehri Belediye Spor karşı karşıyaydı. Ezelden beri Zarasporluydu. Stadyuma girdi ve ön sıralardaki yerine oturdu. Maç başladı, insanlar bağırıyor, çağırıyor, tezahüratta bulunuyorlardı. Bir ara yerinden kalktı ve o da tezahüratlara katıldı. 

Maçın henüz başlarındaydı ve hayli çekişmeli geçiyordu maç. Birdenbire tüm tribün ayaklandı. Zaraspor, gol atacak gibiydi. Tezahüratlar, bağırışlar ve ıslıklar arasında maçın ilk golü atıldı. İstemsizce skor tabelasına takıldı gözü: Zaraspor: 1, Suşehri Belediye Spor: 0 11. Dakika… 

Eski bir yara gibi 11 sayısı içini sızlattı. Tabelaya bakmamak için sahaya çevirdi gözlerini. Her takımın 11 oyuncusu olduğunu gördü. Başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Maç, orada bitmişti onun için. Kimsenin sesini duymuyordu artık. Stadyumdan çıktı. Yürüyecek gücü kalmamıştı. Stadyumun tam çıkış noktasında bulunduğu yere önce oturdu. Sonra uzandı ve gözlerini kapattı. 

Uyandığında sabah olmuştu. Gözlerini sildi, sağa sola baktı. Saatine baktı, koşup pencereden dışarıya baktı. Daha az uyumalıyım, diye düşündü. Üstelik daha kütüphaneye gidecek ve ders çalışacaktı. Günlerden cumartesiydi. 


16 Nisan 2024 Salı

GİZEMLİ ÇOCUK

 Elvin Erva Koçyiğit, Elif Masal Zontul

1. Bölüm: Gölge

Adını “Gölge” koymuştu tanıyanlar. Gerçek adını yalnızca sınıf arkadaşları biliyordu ama onlar da unutmuştu neredeyse. Öğretmenleri bile ondan bahsederken “Gölge” diyordu. Bir gölge kadar sessizdi. Varla yok arasıydı. Bazen bahçede görünüyordu bazen koridorun en sonunda. Bazen kütüphanede rastlayanlar vardı ona bazen sınıfın en arka sırasında eski püskü kalın defterine bir şeyler yazarken görenler. Bazı öğrenciler onun aynı anda birkaç farklı yerde göründüğüne inanıyorlardı ama bu doğru muydu? Kimsenin bir fikri yoktu. Onun göründüğü mekânda her şey birden buza kesiyordu. Korku muydu? Belki… Gizem miydi? Evet. Gizemli biriydi Gölge. Üstelik her gün değişen bir yüzü vardı. Tanıyanlar onun ruh haline göre yüzünün renginin değiştiğini söylüyorlardı. Neşeli olduğu gün daha sarı, üzgün olduğu gün esmer…

Herkesten önce okula gelmiş oluyordu. Bunun nasıl olduğunu bilen yoktu. Öğretmenlerden bile önce okuldaydı. Bu yüzden de bir dedikodu dolaşıyordu: Gölge, geceyi okulda geçiriyor. 

Bu okula geleli henüz birkaç ay olmuştu. Ailesine, geçmiş yaşantısına dair kimse bir şeyler bilmiyordu. Elindeki eski bez çantayı hiç yanından ayırmıyordu, bu çantanın içinde kalın, eski bir defter ve bir de ağaç kalemden başka bir şey yoktu. Defterin içinde neler yazılı olduğu da en az Gölge kadar merak konusuydu. Sınıf arkadaşları birkaç kez deftere bakmaya çalışmış ancak terslenmişlerdi. 

Gölge, sanki bütün okulun üzerine düşmüş bir gölgeydi ve en çok da ben merak ediyordum onun hayatına dair detayları. Aslında diğer arkadaşlarım kadar bir gizem görmüyordum onun hayatına dair. Hatta onun için üzülüyordum fakat arkadaşlarımla onun hakkında konuşunca ben de diğerleri gibi düşünmeye başlıyordum yeniden. Bir şekilde onu daha yakından tanımalıydım. Keşke aynı sınıfta olsaydık işim biraz daha kolay olurdu fakat aynı katta bile değildi sınıflarımız. En iyisi kütüphanede yanına gidip bir şeyler sormalı, iletişime geçmeliydim. 

Ertesi gün için planım hazırdı. Öğle arasında mutlaka Gölge kütüphaneye uğrardı. Ben de kütüphanede olacaktım ve ona yakın oturacaktım. Bir şekilde konuşmayı deneyecektim. 

Ertesi gün geldi çattı ve kütüphanedeki yerimi aldım. Gölge’yi bekliyordum. Bir yandan kitap okuyormuş gibi yapıyordum ama dakikalardır aynı sayfa önümde açıktı. Düzyazı ve şiirlerden oluşan bir kitaptı bu. Önümdeki sayfada Hayatın Hayali ve Kendini Yazan Şiir adlı iki şiir vardı. Kitabın kapağına baktım: O Kapının Ardında Akşamüstü Yazılanlar. Kitabın adı güzeldi. Kapıyı merak ettim, neden akşamüstü yazılmış bunlar, diye düşündüm. Bir gözüm sürekli kütüphanenin kapısındaydı. Gölge’nin gelmeyeceği tutmuştu. Daha fazla oturmak anlamsızdı. Kitabı kütüphanedeki en güzel yere bıraktım çünkü okunmayı hak eden bir kitaptı bu. Toparlandım ve tam kapıdan çıkarken Gölge ile göz göze geldik. İlk kez bu kadar yakınındaydım. Savuşup gidecek, diye bekledim fakat o da bana bakıyordu. Gözlerinin ardında kocaman bir karanlık var gibiydi. Kısa bakışmadan sonra Gölge, içeri girdi ve benim bıraktığım kitaba uzandı. O esnada Gölge’ye karşı içimde bir sevgi oluştu ve gizem, merak gibi şeyler uzaklaştı ona dair. İstemsizce ona doğru gittim ve kütüphane boş olmasına rağmen yanına oturdum. Hangi sayfayı okuduğuna bakarken birdenbire Gölge’nin kütüphanede olmadığını fark ettim. Az önceki hislerim yeniden değişti ona karşı. Yine allak bullak olmuştu zihnim. Hangi sayfayı okuduğunu anlamak için kitabı elime aldım. Okuduğu hikayenin adı Gölge’ydi. 

2. Bölüm: Harita

Gün boyu bu şaşkınlıkla dolaştım. Birdenbire nasıl da kaybolmuştu ortadan Gölge ve bunu nasıl yapmıştı? Acaba peşinde olduğumu anlamış mıydı? Artık ikna olmuştum, o bir gölgeydi. 

Şaşkınlığım, dersler bitinceye kadar devam etti fakat ders zili ile yeni bir plan yapmam gerektiğini fark ettim. Takip edecektim onu. Servise binmeyecektim. Merak duygusu içimi kemiriyordu. Bu yüzden her şeyi göze alabilirdim. Yeter ki Gölge’nin sırrını çözeyim, yeter ki artık zihnimde ona dair olan sorular bir cevap bulsun. 

Zil çaldı ve öğretmenin bile sınıftan çıkmasına fırsat vermeden çantamı kaptığım gibi Gölge’nin sınıfının önüne gittim. Gölge, sınıftan hatta okuldan en son çıkan kişiydi genelde. Sınıfın kenarında kendimce oylanmaya, panolara bakmaya başladım. Bir yandan da Gölge’yi arıyordu gözlerim sezdirmeden. Sınıfta kimse kalmadığını görünce uzaktan baktım. Gölge’nin önünde eski defteri vardı ve bir şeyler yazıyordu. Sabırla bekledim. Nöbetçi öğretmenler de gitmişti. Sınıfı temizlemek için gelen görevlileri görünce Gölge defterini topladı ve sınıftan ayrılmak üzere harekete geçti. O anda sırtımı döndüm ve öğretmenler odasına gidiyormuş gibi yaptım. Gölge, yanımdan geçer geçmez düştüm peşine. Çok hızlı yürüyordu. Onu takip etme uğruna nefes nefese kalmıştım. Nasıl bu kadar hızlı yürüyebiliyordu? Defteri elindeydi. O defteri elime geçirebilsem çok şey öğrenecektim onun hayatına dair, emindim. Bu düşüncelerle Gölge’nin peşinden koşuştururken birdenbire defterin arasından bir sayfa rüzgârın etkisiyle havalandı. O sayfayı mutlaka yakalamalıydım. Rüzgâr bir anlığına durdu, sayfa yere düştü. Gölge, bunun farkında değildi. Yerdeki sayfayı aldım. Heyecanla baktım fakat yazı yoktu bu sayfada. Değişik çizimler ve şekiller vardı. Bunun bir harita olduğunu anladığımda Gölge kaybolmuştu gözden. Hangi sokakta olduğumu, nereye gideceğimi bilemeden öylece birkaç dakika kaldım kaldırım ortasında. Eve ne kadar uzaklıktaydım, yürüyerek dönebilir miydim? Aileme haber de vermemiştim. Telefonumu çıkardım ve önce annemi aramaya karar verdim. Annem, benden önce davranmış ve beni yedi kez aramıştı. Bahane bularak aramalıydım annemi. Kütüphane, iyi bir bahaneydi. Annemi aradım ve:

-Anneciğim, telefon sessizdeydi duymamışım. Benim kütüphaneye uğramam gerek, o yüzden servisle dönemedim. Biraz gecikeceğim, dedim. 

Annem beni dinledikten sonra:

-Yeni mi aklına geldi kütüphane? Dün akşam söylemedin bari sabah okula giderken söyle. Haydi o zaman da söylemedin, öğlen arasında işinin adı neydi? Tamam, öğlen arasında telefonun elinde yoktu diyelim, bir öğretmeninden rica edebilirdin bize haber vermesini. Bizim burada kırk türlü senaryo geldi aklımıza, yüreğimize mi indirmek istiyorsun, diyerek telefonu kapattı. Bir anlığına da olsa Gölge’yi unutmuştum fakat telefon kapanır kapanmaz yeniden aklıma geldi. Telefondan nerede olduğuma bakmak istedim. Konumuma baktığım harita, elimde tuttuğum kâğıda ne kadar benziyordu? Kardeşler Mahallesi’ne gelmişim meğer. Annemi daha fazla üzmemek için eve dönmek zorundaydım. Elimdeki kâğıt bir haritaydı ve işaretli bir yer vardı haritada. Burasının Gölge’nin evi olduğundan emindim.