27 Eylül 2023 Çarşamba

GİT ARTIK YAVAŞ YAVAŞ

 

Aydın Çınar

 

Senin yüzünden aksıyor işlerim
Başım ağrıyor ve gözlerim
Üstelik uzaklaşıyor arkadaşlarım benden
Giderek artıyor yalnızlığım
 
Kaç kez gideceğim daha
Ruhsuz ve kalabalık hastaneye
Tek çarem dinlenmek galiba
Yoksa katlanmak zorundayım kaç iğneye
 
Hastalık, lütfen artık uzaklaş
Git artık yavaş yavaş
Hiç kalmadı senin yüzünden
Yanımda bir tane arkadaş

SAKURA YAPRAĞI

            Meva Vural, Elif Erva Candan, Elif Reyyan Küçüktepe

Gezegenler arası ilk yolculuğuydu ve çok heyecanlıydı. esMea evreni çok merak ediyor, her köşesine gitmek istiyordu. Dünyaya dair çok şey duymuştu ama hiç görmemişti. Çok kalabalık olduğu ve insanların yaşadığı söyleniyordu. Hiç insan görmemişti ama kendileriyle benzer yanlarının olduğunu duymuştu. Güneş sistemine yaklaştıkça heyecanı daha da artıyordu. Göktaşlarının arasından geçtikçe kendisini rüyada gibi hissediyordu. Sahi insanlar da rüya görür müydü? Sorular veri bankasında sıralanıyor, heyecanı artıyordu. Nihayet dünya görünmüştü. O sırada aniden önünden geçen göktaşı aracında büyük bir hasar oluşturdu ve savrulmaya başladı. Aracı kontrolden çıkmış, Dünya’ya doğru savrulmaya başlamıştı. Korkuyordu, ya uzayda kaybolursa… Savruluşu uzun sürmedi ve atmosfere büyük bir hızla girdi. Aracı ısınıyor sanki bir ateş topuna dönüşüyordu. Birdenbire sert bir zemine düştüğünü hissetti ve sesler duymaya başladı. Bu sesi ilk kez duyuyordu. Şırıl şırıl bir sesti bu. Bir süre veri bankasını taradı. Gezegenindeki bilgenin anlattığı su sesiydi bu. Nihayet aracı soğudu ve kapağını açarak dışarıya çıkmak istedi ki tüm vücudu ilk kez gördüğü bir sıvıyla kaplandı: su…

Dünyada havadan önce suyla temas etmişti. Sudan kurtulmak için yukarıya doğru hareket etti nihayet suyun yüzünde durdu. Yine ilk kez oksijeni hissetti. Eliyle havayı tutmaya çalıştı, tutamadı. Yukarıya baktığında gördüğü beyaz kümelerin ne olduğunu anlamaya çalıştı. esMea Dünya’ya düştüğü için mutluydu ancak aracının sular altında kalması onu korkutuyordu. Ya hep dünyada kalırsa?

Bu sırada Japonya’da sabah olmaya başlamış, insanlar büyük gürültünün ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Her zamanki göktaşlarından biri olduğunu düşünerek çok da merak etmediler.

esMea, suyun bulunduğu yerden ayrılarak karaya ayak basmıştı. Burnuna düşen hafif pembe renkli yaprağın nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Her yerde kocaman pembe ağaçlar vardı ve yaprağın onlardan düştüğünü fark etti. Yaprağı parmaklarının arasında inceledi. Bunun enerjiye çevrilip çevrilemeyeceğini düşündü ancak çok hoşuna gitmişti, kıyamadı.

İlerledikçe değişik şekilde yapılar görüyordu. Güneş’in ısısını ve ışığını da ilk kez hissediyordu. Ayaklarının altında bazen toprak bazen yeşil bitkiler hışırdıyordu.

Burası Tokyo’ya yakın bir köydü. Yıl, 2050’nin ilkbahar aylarıydı. Çok az insan yaşıyordu ve yaşayanlardan sadece biri çocuktu.

Küçük Emu’nun büyüklerin yanında hep canı sıkılıyor, oynayacak, vakit geçirecek birilerini arıyordu. Çok yalnızdı. Sayısı iyice azalan hayvanlarla Emu’nun oynamasına izin verilmiyordu.

Büyükler gündelik işlerine başlamıştı Emu sıkılmış bir şekilde camdan bakarken ilk kez farklı bir şey gördü. İnsana benzeyen bir şey evlerine doğru yaklaşıyordu. Yaklaşan şeyi yakından gördükçe Emu korkmaya başlamıştı. Emu esMea’dan ne kadar korkuyorsa onu pencere önünde gören esMea’da ondan korkmaya başladı. esMea’nın elinde halen pembe sakura yaprağı vardı. Pencereye doğru onu uzattı, Emu tebessüm etti. O andan itibaren ikisinden de korkular bir kuş olup uzaklaştı. Emu evdekilere bir şey söylemeden dışarı çıktı ve bir süre esMea ile bakıştılar. Emu, esMea’yı süzdü. İnsana çok benziyordu ancak metalik bir yapısı vardı. Kaşları, kirpikleri yoktu ama saçları vardı. Hareketleri de çok hızlıydı. esMea da kendi gezegeninde yaşayanlara benzetmişti Emu’yu ama Emu daha güzeldi.

Emu sevimli bir üslupla:

- Ben Emu, sen kimsin? Dedi. esMea, Emu’dan gelen sesleri anlamadı. Veri bankasını taradıktan sonra bunun bir iletişim dili olduğunu anlayarak ona cevap verdi:

-   Ben esMea. Jb550 adlı gezegenden geliyorum.

Bu cümlelerle başlayan dostluk uzadı. Artık Emu’nun da bir arkadaşı vardı. Emu, esMea’yı ailesiyle de tanıştırdı. Tüm köylülerin gönlünü fetheden esMea, bir süre sonra gezegenini özlemeye başladı. Geceleri gökyüzüne bakıyor, Jb550’den ne kadar uzakta olduğunu hesaplamaya çalışıyordu.

Günler, haftalar böyle geçti. Bir sabah Emu uyandığında esMea’yı göremedi. Tüm köyü aradı ama nafile… Köydeki en büyük sakura ağacının yanına yorgun argın oturduğunda ağacın kenarında bazı izler gördü. Bu izler esMea’nın ayak izlerine benziyordu. Ağacın dalına asılı bir gri bir metal parçası farketti, esMea bu metal parçası üzerine küçük bir mektup yazmıştı:

Ailem beni aramaya çıkmış ve beni burada buldular. Seni unutmayacağım Emu. Bir yolun Jb550’ye düşerse mutlaka beni bul. Allah’a emanet olasın.

UNUTULAN MAÇ


       Aydın Çınar, Semih Karataş

        Yağmur yüklü gri bulutlar iyice şehre yaklaşmıştı ama bir gün önceden kararlaştırdıkları maç için okuldan çıkmış Semihlerin mahalleye doğru ilerliyordu. Kafasında binbir düşünce vardı. Okul son günlerde çok tatsız bir hâl almıştı. Arkadaşları tarafından dışlandığını hissediyordu. Hiç kimse geçen sene okuldan ayrıldığı gibi değildi. Yaz boyu gezmişler, yeni arkadaşlar bulmuşlar üstelik büyümüşlerdi. Neyse ki semih vardı. Aydın bir yandan yürüyor bir yandan bunları düşünüyordu. Birdenbire burnuna düşen yağmur damlası ile irkildi yağmur, geliyorum, diyordu. Başını kaldırdı ve uzaklara baktı, uzaklarda bir gökkuşağı oluşmuştu bile. Hafif bir rüzgar esiyordu ama soğuk değildi. Bu sırada tek katlı ahşap eski püskü evlerden birinin duvarının dibinde titreyerek miyavlayan yavru bir kedi dikkatini çekti. Kediye yaklaştı. Kedi Aydın’ı görünce korkuya kapılarak kaçmak istedi ancak bedenine gücü yetmiyordu. Cılız sesiyle miyavlamaya devam ediyordu. İşin kötü yanı Aydın kedilerden hoşlanmaz, kedisi olan arkadaşlarından bile uzak dururdu. Kediyi o halde bırakmak da istemiyordu. Kedinin yaralı olup olmadığını anlamak için ona yaklaştı. Sol ön patisi ağır bir şekilde yaralanmıştı kedinin. Sokaktan geçen birilerinden yardım istemeyi düşündü ancak kimsecikler yoktu ortalıkta. Kedi miyavlıyor, Aydın düşünüyor, yağmur yaklaşıyor, Semih ve arkadaşları Aydın’ı beklemeye devam ediyordu. Aydın hipnotize olmuş gibi kediyi izlerken birden yanında kocaman bir başka kedi belirdi. Yaralı kedinin annesiydi bu. Aydın’ın zarar vermeyeceğini anlayınca onun ayaklarına sürünmeye ve o da miyavlamaya başlamıştı. Aydın irkildi. İlk kez bir kedi kendisine dokunuyordu. Vücudu buza kesmişti.

Semih ve arkadaşları Aydın’ı merak ettiler ve Semih onun geleceği yolu bildiği için arkadaşına doğru yola çıktı. Bu esnada yağmur başlamıştı. Aydın, saçak altına durmak istiyor ancak anne kediden dolayı hareket edemiyordu. Yağmur kendisini ıslatmaya başlamış zaten maç için hayli ince giyinmişti. Üşümeye de başlamıştı. O sırada Semih uzaktan Aydın’ı gördü ve ona doğru koşmaya, seslenmeye başladı. Aydın, suskundu. Anne kedi kaçmıştı ama yavru kedi halen oradaydı. Semih, gelince durumu anladı ve Aydın’ı sarstı:

-Aydın, sana ne oldu? Boş gözlerle bakan Aydın kekeleyerek:

-Bi.. bii.. bilmiyorum.

Kısa süre sonra Aydın kendisini toparladı ve yağmurdan kaçınmak için duvarın dibine sığındı. Semih yerde kıvranan kediyi görünce durumu daha iyi anladı. Kedinin sol ön bacağının kırık olduğunu eliyle yoklayarak fark etti. Yağmur azalmıştı.

Beklemekten usanan diğer arkadaşları evlerine dağılmıştı ama semih ve aydın’ı da merak ediyorlardı.

             Semih, Aydın’a maçı hatırlatmaya çalıştı, Aydın:

-Aaa… Ben maçı da unuttum, sizleri de… dedi. Kediyi burda bırakamayız, diye ilave etti.

O sırada ahşap evin kapısı korkunç bir gıcırtıyla açıldı. Semih ve Aydın o yöne baktılar. Kapının hemen ardında kalın kaşlı, kirli sakallı, beyaz önlüklü, saçları dağınık, burnu patates büyüklüğünde, iri kulaklı yaşlı bir adam belirdi. Semih ve Aydın’a ters ters baktıktan sonra yavru kediyi alarak hiçbir şey söylemeden kapıyı kapattı ve içeri girdi. Kedi, yalvarır gibi miyavlayarak Aydın ve Semih’e son kez baktığında kapı kapanmıştı…

26 Eylül 2023 Salı

YARIM HİKAYE

             Muhammet Miraç Gün

  Ağaçtaki son yaprak da rüzgâra kendini teslim etmişti. Yaprak geldi ve Hasan’ın omzuna konduktan sonra yere düştü. Hasan yaprağı bir süre izledi, annesinin sesiyle irklidi:

-Hasan artık oyunu bırak, yemek hazır, acele et. Hasan kırgındı. Yaz boyu oynadığı arkadaşları ilk kez yanına gelmemiş, üstelik arayıp sormamışlardı da. Şimdi annesi birden bağırınca telaşlandı ve eve doğru koşar adım ilerlemeye başladı. İnşallah bamya vardır, diye adımlarını hızlandırırken birdenbire kendisini yerde buldu. Önce doğrulmak istedi ancak başını kaldıramadı ve o anda büyük bir stadın ortasında uyandı. Maç vardı ve düşer düşmez onu yedek oyuncu olarak maça almışlardı. Akşama kadar beklediği ama oyuna gelmeyen arkadaşları, rakip takımdaydı. Niye gelmediklerini anlamıştı ama artık rakip de olsalar aynı oyundalardı.         

                                                               

 

KELİMELERİ YORMAMAK İÇİN

            Mehmet Çınar Köksal

Sonbahar mevsimlerin en hüzünlüsüdür. Aslında bunun geçerli bir nedeni yok ancak kişiye bağlıdır bu durum ve bakış açısına. Sararmış ağaçlar, ıslak yollar, yağmur ve rüzgar, sıcaklıkların azalması insanı ister istemez.

Eğer öğretmenseniz ya da öğrenciyseniz bu hüznün başka bir nedeni daha vardır: Okulların açılması. Okulların açılması sonbahardan daha hüzünlüdür diyebiliriz. Çünkü okul demek, ödev demektir. Okul demek, sınav demektir. Okul demek, sabahtan akşama kadar bitmeyen ve birbirine benzemeyen dersler, öğretmenler demektir. Biz yine sonbahara dönelim.

Hatta dönmeyelim. Sonbahar hüzündür işte. Kelimeleri yormayalım. Onlar bize çok lazım olacak.

RENKLER

Aziz Toptaş

Herkesin sevdiği bir renk var
Ben arada kalıyorum
Biri bana sorsun sevdiğin renk ne
Hangisini diyeceğimi bilmiyorum
 
Bulutlar mavi, ağaçlar yeşil
Çiçekler beyaz, kırmızı, mor
Cevabım hiç biri değil
Birini seçmek zor
 
Biri bana sorsun sevdiğin renk ne
Hangisini diyeceğimi bilmiyorum

KEDİ AİLESİ

            Zehra Fırat

    Bir varmış bir yokmuş, kedileri sevenler çokmuş. Bizim Seda bir gün gezmeye çıkmış. Bir anda gözü pizzacının önündeki kediye takılmış. Onu tanıdığı bir kediye benzetmiş. Seda demiş ki:
  -Aaa, onun burada ne işi var?
    Onu oradan kucağına almış ve evlerine götürmüş. Ona biraz süt verip karnını doyurduktan sonra anlamış ki kendisinin tanıdığını zannettiği kedi değilmiş. Ama kedileri çok sevdiği için ve kedi de çok uysal olduğu için onu sahiplenmiş. Adını ise Şila koymuş. Seda Şila’yı, Şila da Seda’yı çok sevmiş.
    Gel zaman git zaman Seda Şila’nın yavrularının olacağını anlamış. Bunu ise komşusunun kızı Çiçek’e anlatmış. Çiçek ise Seda ve kedileri çok sevdiği için hemen Şila ile tanışmak istemiş. Seda ise Çiçek’i Şila’nın yanına götürmüş. Çiçek de Şila’yı çok sevmiş ve demiş ki:
    -Bu ne tatlı, ne yumuşak bir kedi…
Şila sevildiğini anlayıp hemen Çiçek’e şirinlik yaparak sürtünmüş. Çiçek de onu sevmiş, okşamış. Aradan birkaç ay geçmiş. Şila artık Seda’nın yanına hiç gelmiyormuş. Seda biraz meraklanmış. Şila’yı yanına geldiği bir gün takip etmiş. Sonra birden Şila kaybolmuş. Onu aramış aramış en sonunda evlerinin altındaki bodrumdan çıkarken görmüş ve demiş ki:
    -Yoksa yavruları mı var ve burada mı yaşıyorlar?
    Şila ise hiçbir şey olmamış gibi bodrumdan çıkmış, Seda ise Şila’nın karının küçüldüğünü görmüş. Onun yavrularının doğduğunu anlamış ve bodrumun camından içeriye baktığında bir yavru kedi görmüş ama bodrumun anahtarı Çiçeklerde imiş. Seda hemen Çiçek’in annesi Mine teyzeye gitmiş ve bodrumda Şila’nın yavrularının olduğunu söylemiş. Mine teyze, anahtarı alıp Çiçek’le birlikte bodrumun kapısını açmaya gitmiş. Bodrumu açtıklarında dört yavru kedi kendilerini karşılamış. Çiçek bağırmış:
    -Çooook tatlılar! Seda da demiş ki:
    -Gerçekten çok tatlılar… ama yavru kedileri insanlara alışık olmadığı için kaçıyorlarmış. Mine teyze ise:
    -Ben onlara şimdi süt getireyim, demiş.  Mine teyze evlerine giderek süt getirmiş. Yavrular, saklanmaya devam etmiş. Onlar dışarı çıkıp kapıyı aralıklı bırakmışlar. Yavru kedilerin gelerek sütü içtiklerini kapının aralığından sessizce izlemişler. Süt bittiğinde kapıyı açmışlar ama yavrular anneleri yanında olduğundan bu kez kaçmamışlar. Her gün bu şekilde yavruları beslemişler. Sedalar ise babasının işi nedeniyle başka bir şehre taşınmışlar ve Seda giderken Çiçek’e demiş ki:
    -Şila ve yavruları size emanet…
    Günler geçmiş ve yavrular büyümüş. Artık bodrumdan dışarıya çıkmaları gerekiyormuş. Çiçek’in babası Ahmet amca, bodrumun penceresini açık bırakmış. Kedilerin pencereye tırmanabilecekleri bir de minik merdiven yapmış. Artık Şila ve yavruları oradan bodruma girip çıkabiliyorlarmış. Yavrular dışarıya iyice alışmışlar. Çiçek ve annesi de yavruları kendilerine alıştırıp onları sahiplenmişler.
Mutlu bir şekilde hayatlarına devam etmişler.



MEHMET AMCA VE KÖSTEBEK

           Tayfun Tabuk

Bir gün Mehmet amca bahçesindeki turpları topluyormuş. Karnı acıkmış ve daha önce hazırladığı sandviçini yemeye başlamış. Sandviçini yedikten sonra turp topladığı çantasını aramış ama bulamamış. Acaba çantayı kim almıştı? Daha sonra bahçede minik ayak izleri görmüş ve onları takip etmiş. Fakat bu ayak izleri köpeği Karabaş’a aitmiş ve yanında çanta yokmuş. Sonra toprakta bir delik fark etmiş. Delikte çantasının ucunu görmüş, kenarında da bir köstebek… O zaman anlamış ki köstebek turpların kokusunu almış ve çantayı götürmüş. En sonunda Mehmet amca köstebeğe biraz turp verip çantasını almış ve turp toplamaya devam etmiş. Bu gizemli ve eğlenceli olayı torunları ziyaretine gelince onlara da anlatmış. 

MİNİK KARINCA KASİ

           Ecrin Kılıç

Şehre bakıp duruyor üstüne üstlük ikide bir söyleniyordu, şehre doğru yürüyüp bir türlü şehre ulaşamıyordu. Oysa o kadar küçüktü ki günler aylar geçmiş ama minik karınca şehre ulaşma hayalinden bir türlü vaz geçmemişti. Adı Kasi olan bu minik karınca geceleri uzaktan gördüğü şehrin ışıklarını merak ediyordu. Hatta Kasi onların adının ne olduğunu bilmiyordu ve onları kocaman ateş böceklerine benzetiyordu. Onları yakından görmek istiyordu o yüzden şehre gitmek istiyordu. Epeyce yürüdükten sonra sesler duymaya başladı. Sonunda şehre varmıştı. Küçük Kasi sonunda hayaline ulaşmıştı. Mutluluktan uçmak üzereydi. Akşam olmasını beklerken uzun, kocaman demirden şeyler görmüştü. Bir iki saat sonunda kocaman, uzun ve hareket eden şeyler görmüştü. Bunlar galiba insanlardı. Onlardan kaçarken kocaman ateş böceklerinin uyandığını zannetti ve durup izlemeye başladı. O esnada kocaman bir bina gördü. Bacalarından duman çıkıyordu. Binaya doğru yürüdü, bu bina bir boya fabrikasıydı. Kapıdan ilerlerken renkli bir sıvı birikintisi gördü. Esen rüzgar ayağını kaydırdı ve kendisini renkli sıvının içinde buldu. Az kaldı boğuluyordu ama kenara çıkabilmişti. Artık mavi bir karıncaydı o. Arkadaşları görse kesinlikle tanımazdı. Ateş böcekleri de yanmıştı ama hareket etmiyorlardı.

Şehir hiç umduğu gibi güzel ve eğlenceli değildi. Sırtındaki boyalar kurur kurumaz tekrar eskiden yaşadığı yere dönecekti. Boyalar da kurumak bilmiyordu, rüzgar esiyordu.




PENCERELER

 

Merve Sena Öztürk

 
Benim iki gözüm var
Ama evlerin çok fazla
Sokağa çıkınca ben onlara bakıyorum
Onlar bana bakıyorlar
 
Perdeleri var pencerelerin
Sanki gözkapakları gibi
Gündüz uyanıyorlar
Akşam kapanıyorlar
 
Uyanınca her sabah
Dünyayı izliyorlar
Pencereler ah pencereler
Ne çok şey gizliyorlar