Semih Karataş
Sabahın ilk serinliği yavaş yavaş geride kalıyordu. Sokaklar hareketlenmeye başlamış, insanlar uykularından uyanmış, günlük telaşın peşine düşmüşlerdi. Hava yaz günlerine has bir hızla öğleye doğru ilerledikçe ısınıyordu. O, alışkındı erken uyanmaya ama yollar boş olduğu için dışarıya erken çıkmıyordu. Şimdi kahvaltısını yapmış, çıkmak için hazırlanıyordu. Senelerdir dizlerinin, gözlerinin, belinin ağrısı bitmeyen eşi ona eşlik edemezdi. Tek başına dışarıya çıkıyor, birkaç tur atıyor mahallede sonra öğlen namazını büyük bir camide kılmaya özen gösteriyor, akşam yemeği için ekmek alıyor ve dönüyordu. Üç çocuğu vardı ve üçü de çalışıyordu, üstelik çocuklarının eşleri de çalışıyordu. Torunları olmasa çoktan silmişti onları dünyasından. Torun başkaydı… O istiyordu ki torunları hep yanında olsun, en azından her hafta onları görebilsin, onlarla parka gitsin, onlara kendi gençliğini anlatsın… Oysa onlar ayda en fazla bir kez gelebiliyordu ziyarete. O da çabucak biten bir ziyaret.
Hayat nasıl da hızla geçmişti. Çocukluk, gençlik yıllarında bir gün yaşlanacağı ve evde yalnız kalacağı aklının ucundan bile geçmiyordu. Hele dede olacağını düşünmemişti hiç. Şimdi dedeydi ve onu hayata bağlayan tek şey torunlarıydı. Bu düşüncelerle ilerlerken başının ağrıdığını hissetti. Zaten arada yokluyordu bu ağrı. Birazdan geçer, diye düşündü ve yine geçmişin aydınlık sokaklarında hayali gezintiye devam etti. Birkaç adım daha attı ama ağrı azalmıyor, artıyordu. Nefes almakta da güçlük çekmeye başladı. Çaresiz bir yere oturmak zorundaydı. Birkaç adım ötede bir ağaç gölgesi gözüne kestirdi ve kendisini oraya zor attı. Nefesi iyice sıklaşmış, göğsü daralmaya başlamıştı. Baş ağrısı dayanılmaz hale gelmişti. Ağacın altına istemsizce oturdu ve uzandı. Yoldan geçenler ihtiyar adama sadece bakıyor, kimsecikler durup da yardımcı olmak gibi bir niyet taşımıyordu. Yoldan geçen gençlerden biri hızla yanına koştu ve sordu:
-Amcacığım iyi misin, neyin var? İhtiyarın gözleri kapalıydı ve derin nefes almaya çalışıyor ama alamıyordu. Genç sağa sola baktı, gelip geçenlerden yardım istedi:
-Lütfen bana yardım edin. Ambulans çağırın!
Birkaç dakika sonra ağacın etrafında küçük bir kalabalık oluştu. İnsanların elinde cep telefonu kimileri bir yerleri arıyor, kimileri video çekiyor, kimileri de kolonya, su gibi şeyler olup olmadığını soruyordu etraftakilere. Bir süre sonra çığlığı andıran sesiyle ambulans geldi. İhtiyara ilk müdahale yapıldı. Tansiyonu ve nabzı yüksekti. Kalp krizi riski taşıyordu. Sedye ile hastaneye götürülmesi gerekiyordu. Kalabalıktan ihtiyarı tanıyan birinin olup olmadığı soruldu. Kimse tanımıyordu. Ambulans ihtiyarı da alarak uzaklaştı.
İhtiyar uyandığında hastanedeydi. Vücuduna bağlı cihazların sesleri kulak tırmalıyordu. Ne olmuş, nasıl olmuş, buraya nasıl gelmişti? Eşi aklına geldi. Haberi var mıydı olanlardan? Panikledi. Onun uyandığını gören görevliler yaklaşarak:
-Ebubekir amca, geçmiş olsun. Kalp krizi atlattın ama şimdi iyisin, dediler.
İhtiyar, bir şeyler soracak, söyleyecek oldu, görevlilerden bir diğeri:
-Üzerindeki kimlikten adını ve yakınlarını tespit ettik. Endişe etme, her şey geçti ve şimdi gayet iyisin, dedi. Bilinci yerine geldiğinde kapının önünde bir kalabalık gördü. Eşi, çocukları ve torunlarının birkaçı da oradaydı. Tebessüm etti. Eşine doğru bakarak:
-Sen evden dışarıya çıkabiliyor muydun? Nasıl geldin buralara kadar, diye sordu. Eşi, Ebubekir amcanın sesini duyduğuna sevinmişti. Çok endişe ettiği hatta ağladığı yüzünden belliydi kadıncağızın. Sadece titrek bir sesle:
-Çocuklar getirdiler, dedi ve içeriye adım attı. Yandaki boş yatağa güç bela oturuverdi.
Onun ardından çocuklar ve torunlar da içeriye geldi. Çocuklarıyla göz göze gelmemek için direk torunlarına uzattı elini. Özellikle beş yaşındaki Selim’i çok severdi. Onu kolundaki kabloları kenara çekerek yakınına aldı. Semih:
-Dedeciğim, seni çok özledim. İyi misin şimdi, diye sordu. Yaşlı adam iyi görünüyordu.
-İyiyim yavrucuğum, sizleri gördüm hiçbir şeyim kalmadı, dedi. Ardından çocuklarına küskün bir bakış attı:
-Burada mı görüşecektik sizinle, torunlarımı burada mı görecektim, dedi. Çocuklar hatalarını anlamış olmanın utancıyla bakışlarını yere diktiler.