5 Aralık 2023 Salı

YEŞİL

     Zeynep Karaman
    Sonbahar gelmişti. Kapalı havaları oldum olası sevmezdi. İçine derin bir hüzün çöker, hareket etmek, bir şeyler yapmak istemezdi çünkü küçücük yaşına rağmen sonbahar ona hep üzüntüyle gelmişti, kötü olaylar yaşamasına neden olmuştu. Mesela annesini üç yıl önce kaybettiğinde de sonbahardı. Annesini kaybettikten sonra babasıyla yaşamaya başlamıştı. Başkaca kardeşi yoktu. Babası ise işlerinin yoğunluğundan dolayı ancak gece yarısı eve geliyordu. Bazen görüyordu bazen sabahları ancak görebiliyordu. Babası sabahları da erken gitmek zorundaydı. 
    Yaşadıkları küçücük bir köydü. Zaten babasının işe erken gidip geç dönmesinin sebebi de köyde yaşıyor olmalarıydı. Şehre göçmeyi babası düşünmüyordu. Geçen yıla kadar ninesi kendisiyle kalıyordu ve annesini neredeyse aratmayacak kadar ev işlerine, yemeğe yardımcı oluyordu ancak ninesini de geçen sonbahar uğurlamışlardı sonsuzluğa, annesinin yanına…
    Akrabaları, amcası, dayısı da aynı köydeydi ve babası işe gittiğinde Hülya’nın en azından yakınında birilerinin olduğunu düşünerek rahat hareket ediyordu. Oysa rahmetli ninesinin arada söylediği bir söz vardı: Damdan dama ışık düşmez. Gerçekten de öyleydi. Etrafındaki akraba evlerinden kendilerine çok bir fayda yok gibiydi. Hülya’nın büyüdüğünü, ev işlerine artık yetişebileceğini düşünüyorlardı galiba oysa henüz dokuz yaşındaydı. 
    Hülya o sabah babasının yüzünü görmeden uyandı. Kahvaltısını tek başına yaptıktan sonra cumartesi günü olduğunu hatırladı ve haftalık Pazar alışverişini yapmak üzere köyün meydanına kurulan pazara doğru yürüdü. 
    Pazardaki insanlar Hülya’ya garip bakıyordu bu sefer. O, pazara girdiği anda büyük bir sessizlik başlamıştı pazarın içinde. Bağıran, satış yapan insanlar bile sessizdi. Birkaç tezgâhın önünde durdu. Peynir alırken peynir satan kişi Hülya’ya hüzünle bakarak:
    -Baban nasıl, epeydir göremiyorum, dedi. Hülya hiç beklemediği bu soruya biraz endişe ile cevap verdi:
    -Ben de arada görüyorum zaten. İşe gidip geliyor…
Adam devam etti:
    -Zor olmuyor mu her sabah şehre, fabrikaya gidip gelmek? Senin için de zor olmuyor mu tek başına yaşamak? 
    Hülya sadece yarım bir sesle:
    -Zor, dedi ve uzaklaştı. Biraz ilerledi, elma tezgâhının önünde de benzer sorularla karşılaşınca içini bir ürperti kapladı. Neden herkes benzer soruları soruyordu?
    Küçük bir rüzgâr ayaklarının dibine sarı yaprakları getirdi ve bıraktı. Ona bir şeyler demek ister gibiydi yapraklar. O anda yine sonbahar olduğunu hatırladı. Üşüdü… Yalnızlığı iliklerine kadar hissetti. Kötü bir şeyler olmasından korkuyordu. Elindeki elmaları da bırakarak evine koştu. 
    Akşam, olmak bilmiyordu. Kafasında hep kötü hikâyeler dolaşıyordu. Sonbahar neden gelmişti ki yine. Akrabalarına uğramayı düşündü vakit geçirmek için, sonra vazgeçti. Ödevlerine baktı, biraz kitap okumaya çalıştı. Başını kitaptan kaldırdığında saatin on ikiye yaklaştığını gördü ve tedirginliği daha da arttı. Neden herkes suskundu pazarda ve neden babasını soruyordu? Zaten onu görmeyeli birkaç gün olmuştu. Aklına babasının odasına gitmek geldi. Sabah terk edilmiş gibi değildi yatak. Yoksa birkaç gündür hiç eve gelmemiş miydi? Başı ağrımaya başladı. 
    O sırada kapıdan gelen tıkırtılarla heyecanlandı. Gelen babasıydı. Kapıya koştu. Babasının başında sargı vardı, elinde de kâğıtlar vardı. Hülya ağlamaya başladı onu bu halde görünce. 
Babası içeri girdi ve olanları anlattı. İki gün önce çalıştığı fabrikada büyük bir patlama olmuştu. Babası bu patlamadan kurtulan şanslı kişilerdendi. Fabrika sahibi yüklü bir tazminat karşılığı babasına süresiz izin de vermişti. Artık Hülya babasını her gün görebilecekti. Belki babasının çalışmaya ihtiyacı bile kalmayacaktı. 
    Ertesi gün uyandığında Hülya dışarıya baktı pencereden. Ağaçları seyretti uzun uzun. Bu sonbahar farklıydı çünkü hep sarı olan yapraklar arasında hâlâ yeşil kalmış olanlar da vardı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder