1 Mayıs 2024 Çarşamba

ENGİN DENİZİN UFKU

Ezgi Budak

Nedensiz yere arayışa girdiğimiz engin denizler
Ufku bulmak için baktığımız ufuksuz evren
Sınırı yanlış yerde arıyorsunuz
Yaptığınız mısıra tuz dökmekten farksız
Birikimler var ama dibe çöküyor sonunda 
Tadını bile alamadan

Çünkü sınır güneşin değil düşüncelerin battığı yerdir
Doğrusunu bilmezseniz sonsuza aktığı denizdir
İçindeki tuzlar, birikimleriniz 
Çöküşü önlenebilir

Tek ufuk kendi denizinizin bittiği çizgidir
Deneyim güneşiniz yarın yeniden ışığını denizinize saldığında
Birkaç tuz serpme vakti gelmiş demektir

Vakti geleni geciktirenin denizi olmaz
Yalnız tuza bulanmış bulanık sulardır onların ufku
Ufuksuz insanların engin ufku

SİZ HİÇ YAĞLI BOYA YAPTINIZ MI?

Ezgi Budak

Kimsenin fark etmediği o detayı bulmak, o küçük ayrıntıyı. Olaya baktığı yerden mi dersiniz, yoksa baktığı pencere midir sebebi? Kimse mi görmedi onu? Düşünme şekli ne kadar da fark ediyor. Ayrıntıyı fark edene siyahların arasında beyaz mı desek acaba? Farklı olmak gerçekten bu mu? Herkesin aklından milyonlarca fikir geçiyor, milyonlarca düşünce. Zamanın akıp gittiğini düşünen binlerce insan, zamanın nereye ve neden aktığını düşünen yüzlerce insan. Zamanla nasıl bir top gibi rahatça oynayabileceğini düşünen onlarca insan. Ve zamanın ne olduğunu düşünen yalnız bir insan. 

Mavilerin, morların, yeşillerin arasında tek bir beyaz. Fark etmek bu işte, maviyi, moru, yeşili karıştırıp içine beyaz katabilmek. Hiçbir insan aynı değildir, aynı olan düşünme şekilleridir, düşünme şekli aynı olanlar ise beyazların sorduğu soruyu fark etmemektedir. Çünkü beyazlar genelde fark edilmez, diğerleri onların pek katkısı olmadığını söylese de onlar karışımlarıyla toplumu açık ve beyaz bir hale getirenlerdir. Diğerlerinin rengini açabilenler. 


BİTMEYEN BAHAR

 
Elvin Erva Koçyiğit

Bazen defterlerimin arasında
Bazen kalabalık bir parkta
Bazen sessiz bir bahçede
Bazen odamın penceresinde
Seni görmek ne güzel
Sana rastlamak ne güzel
Leylekler gelince sen de geliyorsun
Leylekler giderken 
Bizi terk ediyorsun
Yalnızca resmin kalıyor duvarlarda
Senden bir hatıra kalıyor 
Balkonlarda, saksılarda

Sen olmasan dünya 
Ne kadar renksiz olurdu
Ve ne kadar kokusuz
Sen çiçeksin 
Bitmeyen baharları da
Sen bize getireceksin

ÇEKMEYEN BİLEMEZ


Elif Masal Zontul

Büyük bir yüksün bana şimdilik
Küçücük hayatıma büyük sıkıntılarla girdin
Sabah uyandığımda sen
Akşam uyumadan önce sen
Okulda sen
Yolda sen
Yerken içerken 
Nasıl rahatsız ediyorsun bir bilsen
Her yerde sen
Bıktım senden

Diyorlar ki sonu güzel olacak
Tebessüm 
En çok sana yakışacak
Ve konuşacaksın güzel güzel
Biraz daha sabret biraz daha
Alışırsın diş tellerine 
Alışırsın zamanla 


30 Nisan 2024 Salı

DEĞİŞİK BİR FUTBOL MAÇI

 Eymen Arda Aydemir, Ezgi Budak

Nereden ve ne zaman şehre gelmişti yabancı, kimse bilmiyordu. Son zamanlarda herkesin dikkatini çeken tek kişi oydu. Kimseye selam vermeyen, kimseyle konuşmayan bu yabancı artık mahallenin konuşulan yegâne konusu hâline gelmişti. Sabahın erken saatlerinde evinden ayrılan yabancı, gecenin bir yarısı evine dönüyor, lambası sadece yarım saat açık kalıyor ve sonra ertesi sabah yine erkenden evinden ayrılıyordu. Ne iş yaptığını kimse bilmiyordu. Üstelik çarşıda, pazarda, başka mahallede gören kimse de olmuyordu bu yabancıyı. Birdenbire görünüyor ve birdenbire kayboluyordu. 

Mahalledekiler, önceleri bu yabancının kötü biri olduğunu düşünmüştü. Yasal olmayan işler yapıyor, diye kendi aralarında konuşmuşlardı fakat herhangi bir olumsuzluk görmeyince merakları iyice artmıştı. Yabancıya dair bildikleri tek şey, gördüklerine dayanıyordu; o da her gün başka bir kıyafet giymesi. Pazartesi günleri takım elbise giyiyordu, salı günleri ise eşofmanla evden ayrılıyordu. Çarşamba günleri başında bir kasket ve elinde mutlaka şemsiye oluyordu. Perşembe günleri, elinde bir evrak çantası oluyordu, ayağında rugan ayakkabılar ve yakasında bir de rozet oluyordu. Cuma günleri, üniformaya benzeyen bir kıyafet giyiyordu ama hangi kurumun üniforması olduğu belli değildi. Cumartesi günleri hava nasıl olursa olsun güneş gözlüğü kullanıyor ve mavi bir elbise giyiyordu. Pazar günü insan evinde oturmaz, dinlenmez mi? Dinlenmiyordu. Pazar günleri yine elinde bir çanta oluyor, kalın çerçeveli bir gözlük takıyor, çantasından test kitapları görünüyordu. 

Belki de birden fazla işi vardı adamın. Nihayet yabancıya dair efsaneler o kadar çoğalmıştı ki mahallenin muhtarı duruma el koymuştu. Birkaç gün, yabancıyı o da gözlemledi. Art niyetli biri olmadığını fark etti. Birkaç kez gizlice takip etmeye kalkıştı fakat her seferinde birkaç yüz metre sonra kaybetti yabancıyı. Sonunda yabancının eve geliş saatinde ona misafir olmaya karar verdi. 

Günlerden cumartesiydi ve muhtar akşam misafirliği için eşine kek yaptırmıştı. Yabancının gelmesini bekliyordu. Yabancı, evine girecek ve lambasını söndürmeden muhtar da onun misafiri olacaktı. Kim olduğunu, ne işle uğraştığını öğrenecek ve bütün mahalleli rahat bir nefes alacaktı. 

Sonunda akşam oldu. Yabancının oturduğu evin yakınındaki markette bekleyen muhtar, yabancıyı görür görmez elindeki kekle onun peşine düştü ve birkaç adım geriden aynı merdivenleri çıktı. Yabancı, hiç yorgun görünmüyordu. Hava kararmıştı ama güneş gözlüğünü hâlen çıkarmamıştı. Yabancı evine girdi ve kapıyı kapadı ardından muhtar zile bastı. Kaç haftadır kapısı çalınmayan yabancı şaşkın bir yüz ifadesi ile kapıyı açtı:

-Buyurun, kime bakmıştınız. 

Muhtar heyecanla karışık bir ses tonuyla:

-Ben mahallenin muhtarıyım. Size, mahallemize hoş geldiniz, demeye geldim. Kek de getirdim. Süt varsa sütle yoksa çayla kekimizi yiyelim. İkisi de yoksa musluk suyu ile kekimizi yiyelim ama lütfen yiyelim, dedi.

Yabancı bu daveti geri çevirmedi. 

Mutfakta iki bardağa musluk suyu doldurdu ve getirdi. Muhtar da keki açmış, masaya koymuştu. Derin bir sohbet başladı. Muhtar, konuştukça yabancıya ısınıyor, onun iyi bir insan olduğunu düşünüyordu. Yabancı, ona pilot olduğunu ve bu yüzden erkenden evden çıktığını söylemişti. Bunları duyan muhtar daha da sevindi. Kaç muhtarın mahallesinde pilot oturur ki?

O gece, yabancının lambası tam doksan dakika yandı. Mahalleli, görüntüsüz ve sessiz bir futbol maçı heyecanı yaşadı doksan dakika boyunca. Oyuncu iki kişiydi oysa: Muhtar ve yabancı. 

Sonunda muhtar evden ayrıldı. Ayrılırken de yine geleceğini söyledi. Sohbetini sevmişti yabancının. Hatta hem mahalleliden hem de kendinden utanmıştı. Dışarda bekleyen mahalleli muhtarın anlatacaklarını dört gözle bekliyordu. Muhtar:

-Komşunuz bir pilot beyler. Çok da iyi bir insan. Bunca zaman boşu boşuna olumsuz şeyler düşünmüşüz. Yazıklar olsun bize, dedi ve herkese iyi geceler dileyerek tribünlerden ayrıldı. 

Ertesi gün pazardı. Mahalle halkı rahat bir nefes almış ve gece boyu uyumuştu ancak sabahın erken saatlerinde bu kez elinde çanta testlerle yabancıyı görenlerin aklına bir soru geldi: Hani pilottu? Gün boyu yabancının muhtarı iyi kandırdığını düşündüler, konuştular ve tekrar muhtara giderek bu detayı anlattılar. Yabancının her gün farklı bir kıyafetle evden ayrıldığını söylediler. Muhtar, kendini kandırılmış hissediyordu. Peki ama o kadar tatlı dilli bir yabancı niçin yalan söyleme ihtiyacı hissetmişti? Bu kez eşine kurabiye yaptırdı. Yabancının evinde musluk suyu içmemek için bir termos da çay aldı yanına ve akşam yeniden yabancının evine daldı. Kaç haftadır kapısı çalınmadığını düşünen yabancı şaşkın bir yüz ifadesi ile kapıyı açtı:

-Buyurun, kime bakmıştınız. 

Muhtar, bu karşılamadan rahatsız oldu:

-Benim, beeen. Muhtar. Dün musluk suyuyla kek yemiştik, ne çabuk unuttun?

Yabancı umursamadı fazla. Yine tatlı bir muhabbet başladı ve yabancı, bir özel kurumda öğretmen olduğunu söyledi. Özel kurumların sabahtan akşama kadar personel çalıştırdığını, çok ezildiğini anlattı. Muhtar şaşkındı.

Tam doksan dakika yabancının lambası yandı. Mahalleli, görüntüsüz ve sessiz bir futbol maçı heyecanı yaşadı doksan dakika boyunca. Geriye kalan yirmi kişi meçhuldü. Belki onlar da içerdeydi ama mahalleli bilmiyordu. Oyuncu iki kişiydi oysa: Muhtar ve yabancı. 

Muhtar, kan ter içinde dışarı çıktı. Kurabiyeler bitmişti. Çay da bitmişti. Mahalleli suskundu. Herkes sessizdi. 

Sessizliği daha önce hiç görmedikleri araçların sirenleri bozdu. Araçlardan farklı üniforma giymiş insanlar iniyordu. Bir tanesi beyaz gömlek giymişti araçtan inenlerin. Kalabalığa doğru yaklaşan beyaz gömlekli adam:

-Bu mahalleye son zamanlarda taşınan bir yabancı oldu mu, diye sordu. 


27 Nisan 2024 Cumartesi

TABLO

 Hazal Göksu

Her gün görüyorum seni
Bakmasam da her zaman sana
Her gün süslüyorsun bulunduğun yeri
Karşımda duran o soluk duvarda

Olmasan yerinde 
Arar mıyım seni bilmiyorum
Ama ne zaman baksam yüzüne
Küçük bir huzurla doluyorum
Cansız, kokusuz olsan da
Benim için önemlisin galiba
Duvardaki tablo


MİNARE

 Emir Aras İmirhan

Bakınca şehirdeki yapılara uzun uzun

En çok minareler çekiyor dikkatimi

Tarlalarda uzamış renkli bitkiler gibi


Diyorum ki çıksam bir minareye

Ve seyretsem şehri

Bulutları

Kuşları

Her şey bambaşkadır diye düşünüyorum

Oradan bakınca

Her şey bambaşka


SAKSI

 Yusuf Çağrı Ekici

Bir saksı, bir saksıdır bizler için 

Bakınca uzaktan

Oysa bir saksı

Evi bir çiçeğin

Belki sayısız böceğin


İYİ MİSİN SEN?

Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu


Her şeye karşı çıkıyordu. Günün 24 saat olduğunu söyleyen birine:

-Ama zaman; kişiye göre değişir, bazen bir saat bir yıl gibi geçebilir, diyordu.  

En yüksek notu aldığı için sevinen arkadaşına:

-100’den büyük sayılar da var, farkında mısın? Bunun en yüksek not olduğuna inanmıyorum, diyordu.

Sık sık arkadaşları tarafından yalnızlığa itilse de ailesi tarafından çok sevildiğini hissediyordu çünkü ailesi sık sık onu gezmeye gönderiyor, eve geç kaldığında “neredesin” diye sormuyor hatta erken geldiğinde üzülüyorlardı. 

Bakkala, markete, maça, konsere, sinemaya… istediği her yere, saat ve gün sınırı olmaksızın gidebilirdi. Okulda bile yatabilirdi. Ailesi ona işte bu kadar güveniyordu. Arkadaşları gibi değildi onlar. Onun değerini anlıyorlardı. 

Hayatı hep böyle cins düşünerek, cins şeyler yaparak, cinslikle mi geçecekti? Aslında cins kelimesi bazen yetmiyordu, “gıcık” kelimesi daha uygun oluyordu onu tarif etmek için. Çoğu arkadaşı ona “gıcıksın” diyordu ve çok mutlu oluyordu bu kelimeyi duymaktan. 

-Bir daha söyler misin, diyordu kendine “gıcık” diyene. Üstelik bir de teşekkür ediyordu çünkü sıradan olmak istemiyordu. Farklı olmak hoşuna gidiyordu. Gıcık olmak da bir farklılıktı. 

Gün boyu tuhaflıklar yapmış -aslında tuhaflık demeyelim, sıra dışı şeyler diyelim- yorulmuştu. Son günlerde kendini normalleşmiş hissediyordu. Eskisi kadar farklı karşılanmadığı için daha çok “cinslik” yapması gerekiyordu. Yoksa sıradan bir çocuk olacaktı. Sıradan çocuk olmak onun için pazarda çürük domates olmak gibi bir şeydi. Gerçi çürük domatesten de bir şeyler yapmak mümkündü. Mesela, salça. Salçalı ekmeği çok severdi fakat market ekmeği olmayacak. Annesinin yaptığı ekmeklerden olacak ve salçayı bu ekmeğin üzerine sürecek, sokağa çıkacak ve bu ekmeği yiyerek okulun basket sahasına kadar ulaşacaktı. Okul bahçesi ona hep İstiklal Marşı’nı ve okul müdürünün değerli konuşmasını hatırlatırdı. Okul müdürünün konuşmasını ne öğrenciler beğenir ne öğretmenler beğenirdi. Hatta çoğuna göre “boş” konuşurdu. Hava çok sıcaksa genelde okul müdürü konuşmayı iki kat daha uzatırdı. Öğrenciler ve öğretmenler bundan çok şikâyet ederdi ama aslında okul müdürünün çabası, sıcaktan mayışmış öğretmen ve öğrencilerin zihinsel potansiyelini artırmak içindi. Neden sadece bunu o anlıyordu? Bunu, yani müdürün yaptığı bu hizmeti, faydalı işi… İşte bunu anlamıyordu.

Anlamadığı başka şeyler de vardı. Maç izlemeye gittiği bir gün dayak yemekten son anda kurtulmuştu. Galatasaray-Fenerbahçe maçına güçlükle bilet bulmuş, keyifle maçı izlerken tuhaf bir olay yaşamıştı. Koyu Fenerbahçeliydi. Maçta bir ara Galatasaray, Fenerbahçe’ye gol atmak üzereyken herkes tepki gösterip yuhalamaya başlamıştı. O ise bu esnada üzerindeki Fenerbahçe tişörtünü çıkarmış ve altındaki Galatasaray forması ile bağırmaya başlamıştı:

-Galatasaraaaaay, Galatasaraaay!  

Bu duruma tepki gösteren diğer seyircilerden güç bela kaçabilmişti. Oysa futboldu bu. İyi oynayan takımı tebrik etmek ve ona tezahüratta bulunmak gerekliydi. Koyu Fenerbahçeliydi ama aynı zamanda yerine göre koyu Beşiktaşlı, koyu Galatasaraylı, Ümraniye Sporlu da olabilirdi. Hatta Koyu Zeytinburnu Sporlu bile olabilirdi. İnsanların bir futbol takımını ölesiye sevmesini anlayamıyordu. Başka insanlar bunu “gıcıklık” olarak düşünse de. 

Kafasından bunlar geçerken eve ulaşmıştı bile. Yoksa sıradanlaşmış mıydı? Hiçbir tepki almamıştı arkadaşlarından. Galiba normalleşiyordu. Bu durum üzücüydü. Kapıyı açtı, içeriye girdi. Ailesi, onu bu saatlerde evde görmeye alışık değildi. Üstelik üzgün görmeye hiç alışık değildi. Sessizce odasına geçti. Yemek saatine kadar bekledi. Yemek saati geldiğinde sofraya geçti. Normalde evde çok az yemek yerdi. Sofraya oturdu ve önce tatlıdan yemeye başladı. Sonra pilavı bitirdi. Üzerine de çorbayı içti. Çorbayı içtikten sonra besmele çekerek odasına döndü. Ailesi onu tanıdığı için tepki vermemişti bu beslenme sıralamasına. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Kimsenin tepki vermemesi sorun haline gelmişti. Ertesi günü “gıcıklık günü” olarak planladı. Şimdiye kadar yapmadığı gıcıklıkları yapacaktı. 

Sabah bu düşünceyle okula gitti. Arkadaşları sıra halinde bekliyordu. Sıraya girmedi ve bayrak direğinin yanına geçti. Kimse onu sıraya geçmesi için ikaz etmedi. Okul formasını giymemişti. Kimse ona okul formasının nerede olduğunu sormadı. İlk dersleri Türkçeydi. Derste matematik kitabını çıkardı ama öğretmeni hiçbir şey demedi. Son derse kadar bütün gıcıklıkları yaptı fakat kimsenin sesi çıkmıyordu. Son ders geldiğinde sırasının yönünü duvara çevirdi ve öyle bekledi öğretmeni. Öğretmen ders boyu hiçbir şey söylemediği gibi gıcıklık olsun diye söz hakkı istediğinde konuşması için söz hakkı bile verdi. Bu kadarına da pes, dedi içinden ve alakasız şeyler konuştu fakat öğretmen:

-Aferin sana, dedi. Bugün derste çok iyiydin. Keşke hep böyle olsan. 

Dersler bitmişti. Çok yorulmuştu, evine gidip dinlenmek istiyordu. Yolda aklına başka bir şey daha geldi. Ters yürümeye başladı. Sırtını evin yönüne verdi ve geri adımlarla ilerledi. Bazen düşecek gibi oluyor, insanlar ona yardım ediyordu. Kimse bir şey demiyordu.

Bu şekilde eve kadar geldi. Evleri zaten giriş kattaydı. Pencereyi açık gördü ve şimdiye kadar kapıyı kullanmakla ne büyük hata yaptığını anladı. Eve girmek için bu kadar kısa bir yol varmış ve ben hep kapıyı kullanmışım, diye içinden geçirdi. Pencereden içeri girdi. Mutfağa girmişti. Bir bardağa su doldurdu sonra sürahideki suyu içti. O sırada mutfağa giren annesi kızgın bir sesle:

-Oğlum, niye böylesin? Neden bunu yapıyorsun, dedi. Kendisini en çok tanıyan kişilerin ailesi olduğunu düşünmüştü hep. Demek ki onlar halen tanımamıştı ve eve giriş tarzı ile günün tek gıcıklığını yapmıştı. En azından öyle düşünüyordu ki annesi devam etti:

-Sürahiden su içmek de ne? Burada kocaman damacana var. Niye kendini zora sokuyorsun? Damacanayı buraya boşuna mı koyduk, dedi. 

Yaşadıkları bir rüya olmalıydı. Bu kadarı olamazdı. 

İnsanlara bir şeyler olmuştu. Belki de insanlara değil kendine bir şeyler olmuştu. Odasına gitti. Artık kendini hiçbir özelliği olmayan bir çocuk olarak görüyordu. Çırpınmak anlamsızdı. Belki de baştan beri yanlış yapmıştı. Arkadaşları gibi olmalıydı. Onlar gibi her şeye uyum sağlamalı, itiraz etmemeliydi. Yeni hayat onun için biraz zor olacaktı ama eskisine göre belki de bu daha kolaydı. 

Uyandı; gıcıklık ve cinslik kelimeleri hafızasından silinmişti. Yüzünü yıkadı, su içti ama bardaktan. Kahvaltısını yaptı. Çantasını düzenledi ve okulun yolunu tuttu. İlk kez okula gidiyor gibiydi. Sakindi. Hava açıktı. Okula yanaştığında bazı arkadaşlarının oyunda olduğunu gördü. Sıraya geçti. Herkes şaşkındı. Konuşmadı, kimseyi eleştirmedi. Nöbetçi öğretmenler ve okul müdürü öğrencilerin önünde durmuştu. Müdür konuşmaya başladı. Arkadaşları, müdür konuştukça dikkatlice onu dinliyor hatta bazıları arada alkışlıyordu. Bu sıkıcı konuşmayı niye alkışladıklarını anlamadı. Çok canı sıkılmıştı. Sınıfa girdiğinde tüm sıraların duvara dönük olduğunu gördü. Kendi sırası kürsüye bakıyordu. Öğretmen sınıfa girdi ve sordu:

-İyi misin sen?


YABANCI

Yiğit İbrahim Karain, Umut Pekyiğit, Aysel Zümra Yuvacı, Elif Yüsra Yaralı, Zeynep Göktaş

1. Bölüm

Her zamanki gibi bir cumartesiydi. Havalar ısınmıştı. Bahçeler, yollar, piknik alanları artık doluydu. Herkesin gezdiği, piknik yaptığı bu günlerde onun Bilsem’e gelmesi gerekiyordu. Sabah erkenden uyandı, kahvaltısını yaptı ve Bilsem’e ulaştı. Dışarda havanın güzel olması, içerileri sıkıcı hale getiriyordu. Böyle havalarda koşmak, oynamak, çimenlerde yuvarlanmak, kelebekleri kovalamak istiyordu. İlk teneffüs Umut ve İbrahim yerde gördükleri böcekleri inceliyordu. Bu böcekleri daha önce hiç görmemişlerdi. Umut, böceklerden birinin gözlerini saydı, tam on iki tane gözü vardı. İbrahim’e bakarak:

-Ya senin de on iki gözün olsaydı, ne olurdu düşünsene, dedi. 

Bu sırada Zeynep, Aysel ve Elif bir oyun bulmanın çabasındaydı. Böcekler onların ilgisini çekmiyordu. Onlar, daha sakin ve bildikleri oyunlarla vakit geçirmek istiyordu. Elif bir süre sonra:

-Evcilik oynayalım, dedi. Ben sizin anneniz olayım. Aysel, küçük bebeği olsun evin. Zeynep ise evin ablası olsun. Zaten Aysel ve Zeynep gerçek abla, kardeş gibi ara sıra geçinemezdi. Tam roller dağıtılmıştı. Aysel, bebek olduğu için ceketini çıkarması gerekiyordu. Elif, bir anne şefkati ile Aysel’in ceketini çıkardı. Üşüyorum, diyerek ağlayan Aysel’e Elif çubuk kraker vererek onun susmasını sağladı. Bu esnada zil çalmıştı. Öğretmen gelene kadar oyun devam ediyordu. 

Umut ve İbrahim de sınıftaki yerlerini almışlardı fakat Zeynep, Elif ve Aysel, bahçedeki oyunlarını devam ettiriyorlardı. Bu sırada sınıfın kapısı gıcırtıyla açıldı. İçeriye daha önce görmedikleri biri girmişti. Öğretmen deseler, değildi… Öğrenci deseler, değildi çünkü bir öğrenciden büyüktü bu içeri giren kişi. İçeriye giren bu kişinin kıyafetleri farklıydı. Başka bir dünyadan, başka bir zamandan gelmiş gibiydi. Sessizce içerdeki çocukları izledi. Oturmak için kendine bir yer beğendi. Çocuklar susmuş, dikkatle bu davetsiz misafiri izliyordu. Kimdi bu adam? Sınıfa niye gelmişti? Ne anlatacaktı?

Bir süre bütün sınıf bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz bekledi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Umut, bu misafirin tarihî bir kahraman olmasını umut ediyordu. İbrahim ise keşke bu misafir bir robot olsaydı, diye aklından geçiriyordu. Elif, bu gelen kişinin Küçük Prens’in büyümüş hâli olmasını istiyordu. Aysel, olanlara anlam verememişti. Zeynep ise boş boş bakıyor, bu gelen kişi acaba tamirat için mi geldi sınıfımıza, diye düşünüyordu. 

Sessizlik uzun sürmedi. Davetsiz misafir, teneke kazıntısını andıran bir sesle:

-Siz burada ne yapıyorsunuz bakalım? Anlatın bana, dedi. 

Elif:

-Öğretmenimizi bekliyoruz, siz kimsiniz?

İbrahim:

-Burası sınıf, sınıfta ne yapılırsa onları yapıyoruz.

Umut:

-Bizi boş verin. Siz yoksa tarihî bir kahraman mısınız? Kıyafetlerinizi bu çağa ait değil. Hangi milletin kahramanısınız? Lütfen, sıradan bir kimseyim demeyin bize. 

Zeynep:

-Siz gelinceye kadar güzel güzel oynuyorduk. Öğretmenimizi bekliyorduk. Şimdi tek merakımız var, o da sizin kim olduğunuz?

Aysel, hâlen olanların şokundaydı. Az önce küçük bir kaza yaşamıştı ve canı yanıyordu. Gelen kişinin yüzüne bile bakmadı. Küçük bir süre yine sessizlik oldu ve yabancı konuşmaya başladı:

-Belki bir film kahramanıyım, belki Küçük Prens’tim ve büyüdüm. Umut’a bakarak:

-Belki de Asya’dan gelmiş tarihî bir kahramanım, dedi. 

Herkes sessizdi. Sorulacak soru kalmamıştı. Zeynep, kapıya baktı. Dışarıya gidip sınıfa bir yabancının geldiğini söylemek istiyordu fakat yabancı, onun niyetini anlamıştı:

-Otur yerine Zeynep, dedi. 

Zeynep, yabancının kendine adıyla hitap etmesinden korktu. 

Yabancı İbrahim’e bakarak:

-İbrahim, benim kim olduğumun önemi yok. Az önce söyledim kim olabileceğimi. Bugün buraya özel bir görev için geldim, dedi. İlave etti:

-İbrahim, ya senin de on iki gözün olsaydı. 

Bu cümleyi duyan Umut da çekinmeye başlamıştı yabancıdan. Bu yabancı her şeyi biliyor gibiydi. Öğretmen gelse ve bir an önce bu şaka bitse, diye düşündü Aysel. 

Umut’un aklına o sırada bu yabancıyı sınav yapmak geldi. 

-Madem her şeyi biliyorsunuz, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihini bize söyler misiniz?

Yabancı:

-1299’da Söğüt’te kuruldu Osmanlı Devleti Umut’çuğum. Bana daha zor sorular sormalısın, dedi. Umut, bunun üzerine:

-İlk bilgisayarı yapan kişi kimdi ve hangi tarihte gerçekleşti bu olay, diye sordu. 

Yabancı:

-Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. 1945’te ENIAC isimli ilk hem programlanabilir hem elektronik bilgisayar tamamlandı. 1946, John von Neumann kendi ismiyle anılan Neumann mimarisini yayınladı. 1947, Transistör icat edildi, dedi.

Zeynep, transistörün, mimarinin ne olduğunu düşünmeye başlamıştı. 

Bu esnada kapı yeniden açıldı ve öğretmen içeriye girdi. Tam öğrenciler yabancıyı gösterecek ve onun kim olduğunu soracaklardı ki yabancının yerinde olmadığını gördüler. Küçük sınıf sessizdi. Öğretmen, sınıfın bu durumunu anlamadı. Ne olduğunu, niçin sessiz durduklarını sordu fakat çocuklardan bir cevap gelmiyordu. 

Kimdi bu yabancı? Yine gelecek miydi sınıfa ansızın? Bu bir rüya mıydı? Herkes birbirine bakıyordu. Rüya olsa herkes aynı rüyayı göremezdi. Öğretmen gelince neden kaybolmuştu yabancı? Sorular üst üste çoğalıyordu çocukların zihinlerinde. 

2. Bölüm

Yiğit İbrahim Karain, Umut Pekyiğit, Ahmet Said Yurttaş, Zeynep Göktaş, Elif Erva Öztürk

Ahmet Said ve Elif Erva, sınıfa öğretmenden de geç geldikleri için olup bitenlerden haberleri yoktu. Bütün arkadaşları korkmuş gibi duruyordu. Öğretmen de durumdan habersizdi. Ahmet Said Umut’a bakarak:

-Ne oldu sana, elin yüzün bembeyaz olmuş. Biri seni mi korkuttu? Gidip hemen hesabını soralım, dedi. 

Erva’nın da dikkatini Zeynep çekmişti. Her zaman sınıfın ortasında gezen Zeynep bu kez süt dökmüş kedi gibi sakin sakin duruyordu:

-Hasta mısın Zeynep, seni hiç böyle görmemiştim. 

Zeynep, bir süre sustu. Sonra küçük bir kağıda şunları yazdı ve uzattı:

Erva, sana çok garip haberlerim var. Zil çalsın, teneffüste anlatacağım. Korkuyorum vallahi. Şu an konuşmam. 

Gerçekten çok korkmuş duruyordu Zeynep. 

İyice sessizlik sağlandıktan sonra öğretmen:

-Bir hikâye yazalım çocuklar, dedi. Hikayenin adı Yabancı olsun. 

Sınıftan ses çıkmadı. Bir süre hikayenin konusunu düşündüler ancak herkes çok sessizdi. Zil çaldı. Zeynep, Erva’nın yanına; Ahmet Said’de İbrahim ve Umut’un yanına gitti. Tam Zeynep, İbrahim, Umut yaşadıklarını anlatacaklardı ki aynı yabancı yeniden sınıfta belirdi. Öğretmenin sandalyesinde oturuyordu. Yabancının kıyafeti değişmişti bir ders içinde. Said ve Erva’ya bakarak:

-Ooo, Ahmet ve Erva da gelmiş. Hoş gelmiş. Nerelerdeymiş bu çocuklar, dedi. Ahmet:

-Bay yabancı, bana Said demediğiniz için teşekkür ederim. Ben Ahmet ismimin kullanılmasını seviyorum, dedi. 

Erva da:

-İyi ki bana Elif, demediniz. Yoksa Elif’ler karışacaktı, dedi. 

Zeynep, Erva’ya:

-Tam da bundan bahsedecektim. Geçen teneffüs yine geldi bu adam, korkuyoruz ondan, dedi. 

Bu kez biraz alışmışlardı. Üstelik Ahmet ve Erva’nın korkmaması onlara da cesaret vermişti. Umut atladı:

-Size soracaklarım bitmedi. Hemen kayboldunuz. Nereye gittiniz? Öğretmen gelince yine kaybolacak mısınız?

Yabancı Umut’a:

-Kaybolmadım ki, sadece siz göremediniz beni, dedi. 

İbrahim bu cevap karşısında yine şaşkındı. 

Umut:

-Söyler misiniz bana Büyük Hun İmparatorluğu kaç yılında kurulmuştu, dedi.

Yabancı Umut’a baktı. 

-Umut’çuğum, sen tarih kitabı mı yiyorsun kahvaltıda? Sürekli bana tarihten soruyorsun. MÖ 209’da Metehan tarafından kuruldu. O zamanlar ben küçücük bir çocuktum. Metehan’ı iyi tanırım. İyi bir ağabeydi kendisi, dedi. 

Zeynep, cesaretlendi ve:

-Bence sadece tarihle ilgili soruları cevaplıyorsunuz. Haydi benim soruma da cevap verin, dedi. Söyleyin bakalım 2023 yılının en çok izlenen filmi hangisiydi?

Yabancı Zeynep’e baktı:

- Avatar: Suyun Yolu, dedi. Hatta o filmde ben de oynamıştım. 

Aldığı cevap Zeynep’i susturmaya yetmişti. Kafası karışmıştı Zeynep’in.

Ahmet:

-Ronaldo mu Messi mi?

Yabancı:

Arda Güler, dedi. Herkes güldü. 

Dakikalar geçiyordu. İbrahim, bir an önce öğretmenin gelmesini ve bu anlamsız konuşmaların bitmesini bekliyordu. O sırada kapı açıldı. Öğretmen içeri girdi ve yabancıyı gördü. Yabancıyla tokalaştı, sarıldı:

-Nasıl gidiyor, sevdin mi bizim çocukları, diye sordu. 

Öğrenciler şaşkındı.

Yabancı:

-Canavar gibiler, beni sınav ediyorlar kendilerince, dedi. O sırada Erva:

-İyi ama siz kimsiniz, dedi. 

Yabancı:

-Belki bir zaman yolcusu, belki Küçük Prens’in büyümüş hâli… Belki kitaplardan çıkmış bir kahramanım. Nicola Tesla’yım belki. Harry Potter’daki Hermione Granger bile olabilirim, diye cevap verdi.

Sınıf sessizdi ama yabancı, öğretmenle konuşmaya devam ediyordu. Onunla konuşurken kırk yıllık arkadaş gibilerdi. Olup bitene sınıf bir anlam veremedi.