100 yaşında artık cumhuriyet
Allah’ım
Daha yüzlerce
Yiğit İbrahim Karain, Umut Pekyiğit, Aysel Zümra Yuvacı, Elif Yüsra Yaralı, Zeynep Göktaş
1. Bölüm
Her zamanki gibi bir cumartesiydi. Havalar ısınmıştı. Bahçeler, yollar, piknik alanları artık doluydu. Herkesin gezdiği, piknik yaptığı bu günlerde onun Bilsem’e gelmesi gerekiyordu. Sabah erkenden uyandı, kahvaltısını yaptı ve Bilsem’e ulaştı. Dışarda havanın güzel olması, içerileri sıkıcı hale getiriyordu. Böyle havalarda koşmak, oynamak, çimenlerde yuvarlanmak, kelebekleri kovalamak istiyordu. İlk teneffüs Umut ve İbrahim yerde gördükleri böcekleri inceliyordu. Bu böcekleri daha önce hiç görmemişlerdi. Umut, böceklerden birinin gözlerini saydı, tam on iki tane gözü vardı. İbrahim’e bakarak:
-Ya senin de on iki gözün olsaydı, ne olurdu düşünsene, dedi.
Bu sırada Zeynep, Aysel ve Elif bir oyun bulmanın çabasındaydı. Böcekler onların ilgisini çekmiyordu. Onlar, daha sakin ve bildikleri oyunlarla vakit geçirmek istiyordu. Elif bir süre sonra:
-Evcilik oynayalım, dedi. Ben sizin anneniz olayım. Aysel, küçük bebeği olsun evin. Zeynep ise evin ablası olsun. Zaten Aysel ve Zeynep gerçek abla, kardeş gibi ara sıra geçinemezdi. Tam roller dağıtılmıştı. Aysel, bebek olduğu için ceketini çıkarması gerekiyordu. Elif, bir anne şefkati ile Aysel’in ceketini çıkardı. Üşüyorum, diyerek ağlayan Aysel’e Elif çubuk kraker vererek onun susmasını sağladı. Bu esnada zil çalmıştı. Öğretmen gelene kadar oyun devam ediyordu.
Umut ve İbrahim de sınıftaki yerlerini almışlardı fakat Zeynep, Elif ve Aysel, bahçedeki oyunlarını devam ettiriyorlardı. Bu sırada sınıfın kapısı gıcırtıyla açıldı. İçeriye daha önce görmedikleri biri girmişti. Öğretmen deseler, değildi… Öğrenci deseler, değildi çünkü bir öğrenciden büyüktü bu içeri giren kişi. İçeriye giren bu kişinin kıyafetleri farklıydı. Başka bir dünyadan, başka bir zamandan gelmiş gibiydi. Sessizce içerdeki çocukları izledi. Oturmak için kendine bir yer beğendi. Çocuklar susmuş, dikkatle bu davetsiz misafiri izliyordu. Kimdi bu adam? Sınıfa niye gelmişti? Ne anlatacaktı?
Bir süre bütün sınıf bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz bekledi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Umut, bu misafirin tarihî bir kahraman olmasını umut ediyordu. İbrahim ise keşke bu misafir bir robot olsaydı, diye aklından geçiriyordu. Elif, bu gelen kişinin Küçük Prens’in büyümüş hâli olmasını istiyordu. Aysel, olanlara anlam verememişti. Zeynep ise boş boş bakıyor, bu gelen kişi acaba tamirat için mi geldi sınıfımıza, diye düşünüyordu.
Sessizlik uzun sürmedi. Davetsiz misafir, teneke kazıntısını andıran bir sesle:
-Siz burada ne yapıyorsunuz bakalım? Anlatın bana, dedi.
Elif:
-Öğretmenimizi bekliyoruz, siz kimsiniz?
İbrahim:
-Burası sınıf, sınıfta ne yapılırsa onları yapıyoruz.
Umut:
-Bizi boş verin. Siz yoksa tarihî bir kahraman mısınız? Kıyafetlerinizi bu çağa ait değil. Hangi milletin kahramanısınız? Lütfen, sıradan bir kimseyim demeyin bize.
Zeynep:
-Siz gelinceye kadar güzel güzel oynuyorduk. Öğretmenimizi bekliyorduk. Şimdi tek merakımız var, o da sizin kim olduğunuz?
Aysel, hâlen olanların şokundaydı. Az önce küçük bir kaza yaşamıştı ve canı yanıyordu. Gelen kişinin yüzüne bile bakmadı. Küçük bir süre yine sessizlik oldu ve yabancı konuşmaya başladı:
-Belki bir film kahramanıyım, belki Küçük Prens’tim ve büyüdüm. Umut’a bakarak:
-Belki de Asya’dan gelmiş tarihî bir kahramanım, dedi.
Herkes sessizdi. Sorulacak soru kalmamıştı. Zeynep, kapıya baktı. Dışarıya gidip sınıfa bir yabancının geldiğini söylemek istiyordu fakat yabancı, onun niyetini anlamıştı:
-Otur yerine Zeynep, dedi.
Zeynep, yabancının kendine adıyla hitap etmesinden korktu.
Yabancı İbrahim’e bakarak:
-İbrahim, benim kim olduğumun önemi yok. Az önce söyledim kim olabileceğimi. Bugün buraya özel bir görev için geldim, dedi. İlave etti:
-İbrahim, ya senin de on iki gözün olsaydı.
Bu cümleyi duyan Umut da çekinmeye başlamıştı yabancıdan. Bu yabancı her şeyi biliyor gibiydi. Öğretmen gelse ve bir an önce bu şaka bitse, diye düşündü Aysel.
Umut’un aklına o sırada bu yabancıyı sınav yapmak geldi.
-Madem her şeyi biliyorsunuz, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihini bize söyler misiniz?
Yabancı:
-1299’da Söğüt’te kuruldu Osmanlı Devleti Umut’çuğum. Bana daha zor sorular sormalısın, dedi. Umut, bunun üzerine:
-İlk bilgisayarı yapan kişi kimdi ve hangi tarihte gerçekleşti bu olay, diye sordu.
Yabancı:
-Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. 1945’te ENIAC isimli ilk hem programlanabilir hem elektronik bilgisayar tamamlandı. 1946, John von Neumann kendi ismiyle anılan Neumann mimarisini yayınladı. 1947, Transistör icat edildi, dedi.
Zeynep, transistörün, mimarinin ne olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Bu esnada kapı yeniden açıldı ve öğretmen içeriye girdi. Tam öğrenciler yabancıyı gösterecek ve onun kim olduğunu soracaklardı ki yabancının yerinde olmadığını gördüler. Küçük sınıf sessizdi. Öğretmen, sınıfın bu durumunu anlamadı. Ne olduğunu, niçin sessiz durduklarını sordu fakat çocuklardan bir cevap gelmiyordu.
Kimdi bu yabancı? Yine gelecek miydi sınıfa ansızın? Bu bir rüya mıydı? Herkes birbirine bakıyordu. Rüya olsa herkes aynı rüyayı göremezdi. Öğretmen gelince neden kaybolmuştu yabancı? Sorular üst üste çoğalıyordu çocukların zihinlerinde.
2. Bölüm
Yiğit İbrahim Karain, Umut Pekyiğit, Ahmet Said Yurttaş, Zeynep Göktaş, Elif Erva Öztürk
Ahmet Said ve Elif Erva, sınıfa öğretmenden de geç geldikleri için olup bitenlerden haberleri yoktu. Bütün arkadaşları korkmuş gibi duruyordu. Öğretmen de durumdan habersizdi. Ahmet Said Umut’a bakarak:
-Ne oldu sana, elin yüzün bembeyaz olmuş. Biri seni mi korkuttu? Gidip hemen hesabını soralım, dedi.
Erva’nın da dikkatini Zeynep çekmişti. Her zaman sınıfın ortasında gezen Zeynep bu kez süt dökmüş kedi gibi sakin sakin duruyordu:
-Hasta mısın Zeynep, seni hiç böyle görmemiştim.
Zeynep, bir süre sustu. Sonra küçük bir kağıda şunları yazdı ve uzattı:
Erva, sana çok garip haberlerim var. Zil çalsın, teneffüste anlatacağım. Korkuyorum vallahi. Şu an konuşmam.
Gerçekten çok korkmuş duruyordu Zeynep.
İyice sessizlik sağlandıktan sonra öğretmen:
-Bir hikâye yazalım çocuklar, dedi. Hikayenin adı Yabancı olsun.
Sınıftan ses çıkmadı. Bir süre hikayenin konusunu düşündüler ancak herkes çok sessizdi. Zil çaldı. Zeynep, Erva’nın yanına; Ahmet Said’de İbrahim ve Umut’un yanına gitti. Tam Zeynep, İbrahim, Umut yaşadıklarını anlatacaklardı ki aynı yabancı yeniden sınıfta belirdi. Öğretmenin sandalyesinde oturuyordu. Yabancının kıyafeti değişmişti bir ders içinde. Said ve Erva’ya bakarak:
-Ooo, Ahmet ve Erva da gelmiş. Hoş gelmiş. Nerelerdeymiş bu çocuklar, dedi. Ahmet:
-Bay yabancı, bana Said demediğiniz için teşekkür ederim. Ben Ahmet ismimin kullanılmasını seviyorum, dedi.
Erva da:
-İyi ki bana Elif, demediniz. Yoksa Elif’ler karışacaktı, dedi.
Zeynep, Erva’ya:
-Tam da bundan bahsedecektim. Geçen teneffüs yine geldi bu adam, korkuyoruz ondan, dedi.
Bu kez biraz alışmışlardı. Üstelik Ahmet ve Erva’nın korkmaması onlara da cesaret vermişti. Umut atladı:
-Size soracaklarım bitmedi. Hemen kayboldunuz. Nereye gittiniz? Öğretmen gelince yine kaybolacak mısınız?
Yabancı Umut’a:
-Kaybolmadım ki, sadece siz göremediniz beni, dedi.
İbrahim bu cevap karşısında yine şaşkındı.
Umut:
-Söyler misiniz bana Büyük Hun İmparatorluğu kaç yılında kurulmuştu, dedi.
Yabancı Umut’a baktı.
-Umut’çuğum, sen tarih kitabı mı yiyorsun kahvaltıda? Sürekli bana tarihten soruyorsun. MÖ 209’da Metehan tarafından kuruldu. O zamanlar ben küçücük bir çocuktum. Metehan’ı iyi tanırım. İyi bir ağabeydi kendisi, dedi.
Zeynep, cesaretlendi ve:
-Bence sadece tarihle ilgili soruları cevaplıyorsunuz. Haydi benim soruma da cevap verin, dedi. Söyleyin bakalım 2023 yılının en çok izlenen filmi hangisiydi?
Yabancı Zeynep’e baktı:
- Avatar: Suyun Yolu, dedi. Hatta o filmde ben de oynamıştım.
Aldığı cevap Zeynep’i susturmaya yetmişti. Kafası karışmıştı Zeynep’in.
Ahmet:
-Ronaldo mu Messi mi?
Yabancı:
Arda Güler, dedi. Herkes güldü.
Dakikalar geçiyordu. İbrahim, bir an önce öğretmenin gelmesini ve bu anlamsız konuşmaların bitmesini bekliyordu. O sırada kapı açıldı. Öğretmen içeri girdi ve yabancıyı gördü. Yabancıyla tokalaştı, sarıldı:
-Nasıl gidiyor, sevdin mi bizim çocukları, diye sordu.
Öğrenciler şaşkındı.
Yabancı:
-Canavar gibiler, beni sınav ediyorlar kendilerince, dedi. O sırada Erva:
-İyi ama siz kimsiniz, dedi.
Yabancı:
-Belki bir zaman yolcusu, belki Küçük Prens’in büyümüş hâli… Belki kitaplardan çıkmış bir kahramanım. Nicola Tesla’yım belki. Harry Potter’daki Hermione Granger bile olabilirim, diye cevap verdi.
Sınıf sessizdi ama yabancı, öğretmenle konuşmaya devam ediyordu. Onunla konuşurken kırk yıllık arkadaş gibilerdi. Olup bitene sınıf bir anlam veremedi.
Aysel Zümra Yuvacı
Ramazan ayının gelmesine iki üç gün kalmıştı. Çok mutluydum. Şöyle bir sıkıntım vardı: Bu oruçların hepsini tutmam gerekiyordu fakat bunda sakınca gören tek çocuk bendim. Çok şaşırmıştım. Neden oruç tutmamız, aç kalmamız zorunluydu ki?
Anneme sormak istedim. Annemi ilkönce odalarda aradım. Sonra onu mutfakta gördüm. Annem beni karşısına aldı:
-Kızım çünkü fakir olup da aç kalan kişilerin halini anlamamız gerekiyor, dedi. Anneme güler yüzle baktım ve koşarak odama gittim. Odamda dersime çalıştım. Artık ödevim bitmişti. İki gün art arda yattım, yattım. Oruç zamanı gelmişti. Sahur vaktinde çok yemediğim için sabah çok aç uyandım. Acıktığım için unutup bir kase gevrek yedim ve oruçlu olduğumu hatırladım. Hemen annemin yanına mutfağa koştum. Anneme olanı biteni anlattım. Annem:
-Kızım bir şey olmaz. Eğer bilerek yediysen orucun bozulur, yoksa orucuna bir şey olmaz, dedi.
Aysel Zümra Yuvacı
Benim sevdiğim meyvesin
Başkaları seni sevmesin
Onlar ekşi desinler sana
Sıksınlar çaya salataya
Yakıştırsınlar seni keke, pastaya
Benim sevdiğim meyvesin sen
Sapsarı renginle
Küçük çekirdeklerinle
Limon
Gece büyük bir sarsıntıyla uyanmış, anne babasını ve ablasını bile göremeden büyük bir karanlığın içinde kendisini bulmuştu. Sarsıntılar, gürültüler, bağrışmalar duyuluyordu ancak karanlıktan dolayı ne olduğunu anlayamıyordu. Bir süre sonra yerinden doğrulup el yordamıyla etrafını yoklayarak ilerlemeye çalıştı ancak kırık duvarlar ve birbirine geçmiş eşyalarla her yer doluydu. Yürüyemedi. Yatağının yanında, masasında telefonu vardı, ona ulaşmaya çalıştı ama onu da beceremedi. Biraz kendisini toparladıktan sonra bağırmaya başladı:
-Anneee, babaaa, ablaaa!
Kimseden ses gelmiyor arada sarsıntı ve çatırtılar devam ediyordu. Yatağının kenarına uzandı ve beklemeye başladı. Zaman geçmek bilmiyordu ve karanlıktan korkuyordu. Annesi, babası ve ablasını merak etti. Acaba onlar ne haldeydi? Saatler öncesini düşündü. Hiç akıllarında böyle bir şey yoktu. Neşe ile akşam yemeğini yemişlerdi, film izlemişler, çay içmişlerdi ve ödevlerini tamamlamıştı. Huzur içinde uyumuştu ama uyumasının üzerinden birkaç saat geçtikten sonra neden olmuştu bunlar?
Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu. Arada cılız sesiyle:
-Annee, babaaa, ablaa diye sesleniyor ancak bir cevap alamıyordu.
Birkaç saat böyle geçti. Bazen düşünmekten yoruldu ve daldı. Uyuyor ama hemen yeniden uyanıyordu. Yine tam gözleri dalmak üzereydi ki bir ses duydu:
-Meeert, neredesin?
Hayal mi görüyorum, rüyada mıyım, diye düşündü. Ancak aynı sesi yine duydu:
-Meeert, kardeşiiim!
Ses ablasına aitti. Sevindi. Sanki birkaç saatliğine duran dünya yeniden dönmeye başladı. Var gücüyle bağırdı:
-Ablaaa, buradayım. Her yer karanlık ve bir şey görmüyorum, yerimden de çıkamıyorum. Sen neredesin?
-Çok yakınındayım, yanındaki odadaydım biliyorsun. Bekleyelim, sabaha doğru mutlaka bizi kurtaracaklar. Annem ve babamdan haberin var mı?
-Bağırdım ama cevap alamadım. Sana da seslenmiştim.
-Ben baygındım galiba yeni kendime geldim.
Bu küçük konuşma her ikisi için de bir umut ışığı olmuştu. Sanki karanlık biraz dağılır gibi olmuştu. Ablası Mert’e enerjisini tüketmemesini söyledi. Arada bir ses vermesini istedi sadece.
Bir süre böyle geçti. Anne babalarından halen ses yoktu. Vaktin sabaha yaklaşmasıyla birlikte Mert’in bulunduğu yerde küçük bir aydınlık oluştu. Ablasına bağırdı:
-Abla, burada küçük bir boşluk var ve içeriye ışık geliyor. Senin bulunduğun yerde ışık var mı?
-Hayır, burası karanlık.
Sabahın gelmesiyle sesler arttı. Mert yakınından bulduğu küçük bir parçayla duvara vuruyor, arada bağırıyordu:
-Kimse yok mu?
Birkaç saat de böyle geçti. Nihayet Mert’in sesini duyan birileri olmuştu. İçeriye ışık gelen yerden konuşmaya başladılar:
-Kaç yaşındasın, adın ne, evde kaç kişi var, gibi sorulara Mert cevap vermeye çalıştı ve ablasına da durumu bildirdi.
Birkaç saat süre çalışmadan sonra nihayet Mert’i kurtarmayı başarmışlardı. Mert dışarıya çıkar çıkmaz önce su istedi ve ardından ablasının da hayatta olduğunu söyledi. Kurtarma ekibi Mert’in gösterdiği noktada çalışarak ablasına da ulaştılar ancak anne babasından halen haber yoktu. Mert’in ablası anne ve babanın odasının bulunduğu yeri ekibe tarif ederek onları da aramalarını istedi. Kurtarma ekibi ve yardım eden insanlar o bölgede de çalışmaya başladı. Her yerde bağıran, ağlayan, yardım isteyen insanlar vardı. Bütün şehir savaştan çıkmış gibiydi, toz duman her yerdeydi.
Bir süre sonra anne babanın odasına da ulaşıldı. İkisi de baygındı ancak ilkyardım ekibi ikisinin de hayatta olduğunu söyledi ve ilk müdahaleyi yaptılar. Bir süre sonra ikisi de uyandı ve başuçlarında iki çocuklarını gördüler. Tebessüm ettiler birbirlerine, sarıldılar. Kendilerini kurtaranlara teşekkür ettiler. Tam o sırada enkazın altından çıkan beyaz muhabbet kuşu ürkek bir sıçrama hareketinden sonra Mert’in omzuna konmuştu.
Nihayet ailenin son bireyi de kurtulmuştu. Etraftaki insanlar kendileri kadar şanslı görünmüyordu. Her yer büyük bir felaketi yaşamış gibiydi. Mert’in aklına komşuları, arkadaşları, öğretmenleri, akrabaları geliyordu. Yalnızca Mert’in değil diğer aile bireylerinin de aklında olan aynı şeylerdi. Kurtuldukları için sevinçliler ancak başlarından geçen facia için üzgündüler. Artık onları yeni ve sıfırdan bir hayat bekliyordu.
Yiğit İbrahim Karain, Zeynep Göktaş, Ahmet Sait Yurttaş, Aysel Zümra Yuvacı, Umut Pekyiğit