23 Mart 2024 Cumartesi

DEDEM


Alp Mete Akbaş
Benim canım dedeciğim
Sana her şeyimi veririm
En güvendiğim
İnsan sensin

Benim canım dedeciğim
Seni çok severim
Eğer seni üzdüysem
Özür dilerim

21 Mart 2024 Perşembe

MİÇO'NUN SERÜVENLERİ

      4. Bölüm

    Umut Bulut, Atıf Kaan Salar, Metehan Ersoy

    Günlerdir adada aynı şeyleri görmekten usanan Miço için bu kapının arkası başka bir dünya gibi gelmişti. Kapının ardında üç yol vardı. Hangisinden gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Yine düşünmeye başlamıştı ki Siyah Papağanın gölgesini hissetti tepede. Papağan süzülerek geldi ve:
    -Sağdan gidelim, durma, dedi.
    Miço hiç düşünmeden sağdan yürümeye başladı. Papağanı görmek onu rahatlatmıştı. Adaya dönebilecek miydi, bu yol nereye gidiyordu? Bunları düşünmeden yürüyordu. Burası adaya benzemiyordu. Deniz yoktu. Kumlar yoktu. Basket potası yoktu. Dümdüz bir kara parçasıydı, çok uzaklarda kayalıklar, dağlar görünüyordu. Üşümüyordu ama terlemiyordu da.
    Bir süre ilerledikten sonra Miço çayırların üzerinde beni buldu. Beni, yani bu hikâyenin yazarını. Belki de Robinson’u buldu. Ben konuşmaya başlayınca Miço sustu. Miço, gerçekten de kendisinin inandığı gibi biri değildi belki de ve bunu ben biliyordum. Bu yüzden Miço beni karşısında görür görmez sustu. Siyah Papağan da uzaktan beni görünce önce yolunu değişmek istedi fakat tuttum onu. Çünkü onu bu hikâyeye sokan da bendim. Kaçmak yok Bay Papağan. Papağanı aslında bir robot olarak kurgulamıştım ama kendini fazla kaptırdı hikâyeye ve böyle tuhaf bir yaratığa dönüştü. Onun üzerine biraz çalışmam lazım. Miço ve Papağan benimle karşılaştığından beri sahipsiz elbiseler gibi yığın halinde duruyorlar aynı yerde. Miço diyorum, konuş benimle. Ne yapmak istiyorsun, nereye gitmek istiyorsun, bu hikaye nasıl bitsin istiyorsun, kaç bölümden oluşsun, başka kimleri dahil edelim hikayeye?.. Miço öylece duruyor. Miço belki de pişmandı bana rastladığına. En iyisi ben kaybolayım yeniden, Miço devam etsin bakalım.
    Miço, birisinin kendisiyle konuştuğunu zannetti. Gözü uzaklara dalmış gibiydi. Birkaç saniye öncesini hatırlamıyordu. Yolun biteceği yoktu. En iyisi geriye dönüp ortadaki yoldan gitmekti ya da soldaki yoldan. Papağanı neden dinlemiş ve sağ tarafa yönelmişti ki? Kuş aklıyla hareket etmemeliydi. Geri döndüğünde aslında hiç ilerlememiş olduğunu fark etti. Yola çıktığı yerdeydi ve hemen gerisinde üç yol duruyordu. Yürüyecek takati de pek kalmamıştı. Acıkmıştı biraz. Buraya girdiği kapıdan geri çıktı.
    Diğer yolları bir sonraki gün kontrol etmek istiyordu. Dışarıya çıkar çıkmaz bir ürperti ile karşılaştı. Her yer, her şey karanlıktı. Üşüyordu. Kulübesine doğru hızla koştu. İçerdeki fenerini buldu, ocağını yaktı. Sanki mevsim değişmişti. Kulübesindeki her şeyin tozlandığını gördü. Çoğu eşyası da donmuştu. Papağanın dışarda üşüyeceğini düşünerek onu da içeriye çağırdı.
    Papağan konuşmuyordu. Miço konuşmuyordu. Şömine yanıyordu. Açlığını unutmuştu Miço. 

                                                                                                                    Robinson Crouse

                                               BİTTİ  /  SON

19 Mart 2024 Salı

RESSAM

Zeynep Elif Kargı

Başkaları için başka başka insanlar önemli
Bir keşifte bulunan insan mutlaka önemli
Aya ayak basan birisi mutlaka önemli
Futbolcular da önemli olabilir
Şarkıcılar da
Ama sorarsanız bana
Dünyanın en önemli insanları kimdir diye
Düşünmem fazla
Ressamlar derim
Nedenini sormayın

KARDEŞ

 Zeynep Elif Kargı

Bir kardeşiniz varsa
Biraz şanslısınız
Çünkü yalnız kalmıyor insan evde
Yolda
Okulda
Yanınızda oluyor kardeşiniz mutlaka
Bu iyi olan tarafı

Bir kardeşiniz varsa
Biraz da şanssızsınız aslında
Kardeş değildir yalnızca
Eğer biraz yaramazsa
Beladır aynı zamanda

GEMİ KELEBEK


Zeynep Elif Kargı

Kâğıttan bir gemi yaptım
İçine hayallerimi yükledim
Umutlarımı
Geleceğimi
Neşemi

Kâğıttan bir gemi yaptım
İçine sığdırdım her şeyi

Sonra kâğıttan bir kelebek yaptım
Bir günlük değil ömrü
Uçamıyor
Çiçekten çiçeğe
Üstelik renkli sayılmaz kanatları
Yine de güzel bu haliyle

Belki kelebek gemiye uçmayı öğretir

Belki de gemi yüzmeyi kelebeğe

BEN

Zeynep Elif Kargı

Aslında neşeli biriyim ben
Etrafımda sevdiğim arkadaşlarım varken

Bir de bazı insanlar var etrafımda
Onlar çoğu zaman
Olsa da olur olmasa da

Yalnızlık zor evet
Ama daha zor değil katlanmaktan
Bazı insanlara
Anlamayan anlaşılmayan

İYİ Kİ VARSIN

Zeynef Elif Kargı


Hiç düşünemiyorum senin yokluğunu
Sensiz bir dünya düşünemiyorum
Can yoldaşım
İyi ki varsın
Canım kitaplığım
Olmasan ben
Ne yaparım ben

ÜÇ

Eymen Arda Aydemir

 Kadir Çağan Aydın 

Ahmet Kerem Şahin
    

 Buraya geleli henüz üç ay olmuştu fakat şimdiden alışmıştı buranın insanlarına, yaşamına. İlk defa yaşadığı şehirden uzaklaşmış, daha önceden hiç tanımadığı insanlarla yaşamaya başlamıştı. Bulunduğu yerden ayrılmanın, uzaklaşmanın zor olacağını, üzüntü vereceğini söylemişlerdi hep, oysa öyle olmamıştı. Yaşadığı yerden tam ayrılacakken biraz üzüntü duyar gibi olmuş fakat birkaç saat sonra içine bir huzur dolmuştu. Yol uzadıkça hafiflemişti ve sonunda buraya gelmişti.
Buraya ulaşmasının normalde daha uzun bir süre alması gerekiyordu fakat üç saatte ulaşmıştı buraya. İnanamamıştı bu kadar çabuk ulaştığına. Saatinin durmuş olacağını bile düşünmüştü. Bu şehri seveceğine olan inancı ta o zamanlar başlamıştı yani ulaştığı ilk gün. Peki, ama o kadar uzun yol nasıl üç saate inmişti? Bunu bir türlü anlayamamıştı. Eskiden olsa bunu saatlerce, günlerce düşünürdü fakat bu şehirde düşünmeye gerek yoktu böyle şeyleri.
    Üç çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuydu. Evin bütün işleri onun üzerindeydi buraya gelmeden önce. Marketten ekmek almak bile onun işiydi. Faturaları ödemek onun işiydi. Annesine yardımcı olmak için çamaşır serdiği, ütü yaptığı da oluyordu. Ramazan aylarında iftar sofrasını hazırlamak onun işiydi.  Etli pide yaptırmak, kasaptan köfte almak, pazara gitmek, bahçedeki çiçekleri sulamak, kediye mama vermek, kışın kapının önündeki karları küremek, yazın ördeklerin yüzmesi için minik havuzu doldurmak onun işiydi. Kardeşlerinin yüzmesi için büyük havuzu doldurmak da onun göreviydi. Düşündükçe ne çok görevinin olduğu aklına geliyordu. Sadece bunlar değildi ki işi gücü: Dünyayı uzaylıların saldırılarına karşı kollayıp gözetmek, tarihin karanlıklarından günümüze gelmeye çalışan kahramanları yerinde tutmak ve daha da neler neler…
    Üç Mart’ta doğmuştu ve şimdiye kadar yalnızca üç kez doğum günün kutlamıştı. Belki bu şehirde doğum gününü de kutlayacak dostları, arkadaşları olurdu. Hatta kendisi hatırlatmaz doğum gününü, ona sürpriz hazırlarlardı. Hediye bile alırlardı belki. Hiç hediye almamıştı. Düşündü bunu da… Tam üzülecekti ki zaten kimseye hediye vermediğini de hatırladı. Öyleyse üzülmeyi gerektirecek bir durum değildi bu. Bunları düşünürken gözü saate takıldı. Saat gecenin üçüydü.

16 Mart 2024 Cumartesi

ŞİMDİLİK SOĞUK BİR HİKAYE


 Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu


1.BÖLÜM
Soğuk bir kış günüydü.  Hava kararmaya başladıkça soğuk daha da artmış, soğuktan kaçan insanlar yüzünden caddeler, sokaklar bomboş kalmıştı. Sokak hayvanları bile kendilerine saklanacak, ısınacak bir yerler bulmuş olmalıydılar ki ortada ne bir kedi vardı ne bir köpek.
Her zaman olduğu gibi iş yerinde yalnızca o kalmıştı ama çıkmalıydı ve evine gitmeliydi artık. Dışarda soğuğun bu kadar artmış olacağını düşünmüyordu bile. Kabanını, atkısını, şapkasını, eldivenini giyerek iş yerinden dışarıya çıktı. Soğuk yüzüne jilet gibi çarpmıştı. Yollarda kimsecikler yoktu üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Evi hayli uzaktı. Daha yolun başındaydı ve soğuk onu şimdiden etkilemişti. Kulağının, burnunun fırtınada kopup gideceğinden korkuyor arada bir yokluyordu. Fırtına üzerine kar da yağmaya başlamıştı. Gözünü açamıyor, hangi sokakta olduğunu göremiyor, evine ne kadar yaklaştığını tahmin edemiyordu. Bir süre böyle devam ettikten sonra güç bela etrafına baktı. Evler vardı ama hiçbirinin ışığı yanmıyordu. O kadar üşümüştü ki artık evine ulaşabileceğinden endişe duyuyordu. Bir an önce herhangi bir kapıyı çalmalıydı. Evlere bakıyor, kapıları çalıyordu ama hiçbir kapı açılmıyordu. Zaten içerde birilerinin yaşadığı da hatta bu sokaklarda evlerde birilerinin yaşadığı belli değildi. Başka bir şehre düşmüş gibiydi. Bu sokakları daha önce hiç görmemişti. Evleri hiç görmemişti. Kaldırımları hiç görmemişti. Sendeleyerek yürüyor, arada kapılara vuruyor ancak hiçbiri açılmıyordu. Siyah beyaz bir fotoğrafın ya da filmin içine düşmüş bir yabancıydı. Zaman donmuştu fakat kar yağıyor, fırtına devam ediyordu. Büyük bir uğultu duyunca önce önüne sonra ardına bakma ihtiyacı hissetti. Uğultu git gide büyüyordu. Adım atacak gücü kalmamıştı. Olduğu yere yığıldı ve gözlerini kapadı. 


-2 BÖLÜM

 

-


Gözlerini tekrar açtı. Müzik sesleri geliyordu uzaklardan. İnsanlar etrafından dolaşarak geçiyor, kahkahalar atıyorlardı. Hava çok aydınlıktı ve gözlerini tam olarak açamıyordu. Üstelik çok da sıcaktı. Yanından gelip geçen insanlar onu görmüyor gibiydi. Toparlandı, gözlerini kısarak etrafı yokladı, süzdü. Bu sokağı tanımıyordu, bu insanları tanımıyordu, bu müziği hiç duymamıştı daha önceden. Yürümek istedi. Yürüyebiliyordu. Hızlandı, hızlandı. Sanki ayakları kendisinden bağımsız gibi, havada gibiydi. Koşmaya başladı. Hızlandıkça hızlanıyordu fakat ne terliyordu ne de yoruluyordu.
Yolun sonuna ulaşmış gibiydi. Burada da insanlar eğlence içindeydi. Birilerine yaklaşarak sordu:
-Buralarda kelle paça içebileceğim, katmer, çörek alabileceğim bir yerler var mı?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı. Belki de soruyu değiştirmeliydi. Başka bir adamın yanına yaklaşarak:
-Af edersiniz bayım, stadyum buralara yakın mı? Nasıl gidebilirim?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı.
Son kez birine daha yaklaştı ve sordu:
-Adınız Aras mı? Daktilo ile yazmaya ne zaman ara vereceksiniz?
İlk kez soru sorduğu biri dönüp yüzüne bakmıştı. Tebessüm ederek:
-Evet, adım Aras. Nerden bildiniz?
Tam bu garip ortamdan kurtulacağını ya da buraya dair bir şeyler anlayacağını düşünürken ismi Aras olan kişinin aslında başka biriyle konuştuğunu ve ona cevap verdiğini anladı. Tüm bu yaşadıkları başını döndürmüştü. Bulunduğu yere oturmak, bir şeyler içmek, dinlenmek istedi. İnsanlardan uzakta bir yer bulmalıydı kendine. Sol tarafında uzanan çölü fark etti. Orası tenha görünüyordu. Çöle, insanların olmadığı yerlere gitmeli ve kendine bir gölge bulmalıydı. Dinlenmeliydi. Belki de bir rüyaydı yaşadıkları. Kum fırtınası başlamıştı. Gözlerini kapadı.

DEVAM EDECEK

GİZEMLİ DAKTİLO

 Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım

 
1- Usuşrut Kılatalas


    Her şey bir daktiloya heves etmesiyle başlamıştı. Epey uzun araştırmadan sonra nihayet bir daktilo bulmuştu. Filmlerde gördüğü gibi değildi daktiloyla yazmak. Üstelik klavyesi farklıydı. Günlerce bir şeyler yazmak için uğraştı. Geceler boyu uykusuz kaldı. Bir türlü olmuyordu.
    Bir şiir yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir hikâye yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir masal yazmak istiyordu ama daktilonun başına oturamıyordu bile.
    Belki de yazarlık kendine göre değildi. En iyi bildiği işe, turşu satışına geri dönmeliydi. Aslında turşuculuk da bir şiir gibiydi yerine göre ya da her turşunun bir hikâyesi yok muydu? Vardı…
    Yalnız yaşadığı evindeki tek canlı, Salatalık Turşusu adını verdiği kuşuydu. Bu yazarlık, şairlik sevdasından vazgeçmeliydi. Vazgeçti de. Hayatında ilk kez bir şeylere heveslenmişti onun da sonu hüsranla bitmişti.
    Daktilosunu komodinin üzerine koydu. Birkaç gün sonra çantasına koyar, kaldırırım, belki de satarım, diye düşündü. Günlerdir üzerine tek cümle yazamadığı kâğıt halen daktiloda takılıydı.
Ramazan gelmişti ve turşu işine yeniden dönmenin tam zamanıydı. İnsanlar ramazan ayında özellikle turşu, baklava, hurma, pide gibi yiyeceklere fazla düşüyorlardı. Ertesi sabah erkenden kalktı, turşu sattığı Pazar yerine vardı ve önlüğünü takarak bağırmaya başladı:
    -Turşuuu, turşuların en güzeli… Hikâyesi olan turşular. Şiir gibi turşulaaaar….
İnsanlar anlamıyordu turşunun hikâyesi, şiiri nasıl oluyor? Yine de alıyorlardı onun turşusundan. Pazarda ilk günü hayli yorucu geçmişti. Eve gelir gelmez uyudu. İftara henüz iki saat vardı. Gözlerini açamıyordu ama daktilo sesi geliyordu bir yerlerden.
İftar ezanıyla beraber uyandı. Orucunu açtı. Salatalık Turşusu’na da ramazanlarda oruç tutturuyordu. –Turşuuu, koş bir tanem, rızık zamanı, diye bağırdı. Kuş, kafesten sofraya kondu, yemini yedikten sonra daktilonun üzerine kondu. Tüylerini, ayaklarını bir yerlere kıstıracak diye endişe eden sahibi, daktilonun başına geldiğinde büyük bir korku oluştu gözlerinde. Elleri titriyordu. Daktilonun üzerine uzandığında bir sayfalık hikaye metnini gördü. Elleri titreyerek kağıdı çıkardı. “Usuşrut Kılatalas” hikayenin adı böyleydi. Ne anlama geldiğini fazla düşünmedi. Rumca, Ermenice, Zazaca gibiydi. Neyse ki hikayenin adı garip olsa da kendisi anlaşılabiliyordu. Hikayeyi okudu, beğendi. Daha önce bir yerlerde okumuş gibiydi. Fakat bu nasıl olmuştu?
    Bu hikayeyi bu daktilo ile kim yazmıştı? Kuşunu daktilo üzerinde gezerken görmüştü fakat tuşlara basamayacak kadar güçsüzdü o. Kim?.. Kim?.. Kim yazmıştı bu hikayeyi? Zaten uyurken kulağına da daktilo sesleri gelmişti fakat o, rüya sanmıştı bunu. Acaba komşularından biri mi ona sürpriz yapmak istemişti? O kadar samimi bir komşusu yoktu, ayrıca kapısı kilitliydi her zaman…
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu fakat mantıklı bir açıklaması yoktu bu yaşadıklarının. Belki de hepsi rüya, hayal, hikayeydi.
    Daktilo, artık onun için hem heyecanlı hem korkulu bir eşyaya dönüşmüştü. Usuşrut Kılatalas, adlı tek sayfalık hikayeyi aldıktan sonra daktiloya yeni bir kağıt taktı ve uyumak üzere yatağına geçti. Aslında uykusu filan yoktu. Uyumuş gibi yaparak, daktilodan yeni bir hikâye yazmasını bekliyordu. Ya da her kim, kimler gelip yazıyorsa yeni bir hikâye yazsınlar diye kendince kurgu yapmıştı. Dakikalarca bekledi, bekledi. Uyuyakalmıştı. Sabah uyanır uyanmaz gözleri daktiloya ilişti. Yeni bir hikâye duruyordu karşısında. 

    İyi ama nasıl oluyordu bu?


 Meryem Katırcı, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım, Emir Baran İpek

2- Tığâk Şob

Heyecanla yeni hikâyeyi okudu. Okumakla kalmadı beğendi fakat korkmaya başladı. Evin kapısını yokladı, kapı halen kilitliydi. Pencerelere baktı, kapalıydı. Salatalık Turşusu’na baktı, kafesinde uyuyordu. 

İyi ama nasıl oluyordu bu?

Daktiloyu evirdi çevirdi. Altına, üstüne baktı. Besmele çekti, Felak ve Nas surelerini okudu. Daktilo sihirli olamayacağına göre acaba metafizik varlıklar mı yazıyordu bu hikâyeyi? On iki yıldır bu evde oturuyordu ve hiç cin, peri olayı duymamıştı. Belki de bu yaşadıkları gerçek değildi, oruçlu olmanın, ramazan ayında bulunmanın değişik halleriydi. Kötü düşünmemeliydi. Belki de son yıllardaki iyiliğinden, iyimserliğinden ötürü Allah ona yardım etmesi için iyi varlıkları gönderiyordu. Yakında belki de evliya mertebesine ulaşacaktı. Gerçi oruç dışında bir ibadeti yoktu ama kalbi temizdi. 

Bunları düşünürken hikâyeyi cebine aldı, daktiloya yeni bir kağıt taktı ve turşu satmak için yine dışarıya çıktı. Bir süre gezecek, akşama doğru turşu satacak ve iftara yakın eve gelecekti. Bugün ikinci hikâye keyfini yerine getirmişti. Evden çıkmadan Salatalık Turşusu’nun önüne yem koymayı ihmal etmedi. Yaşının küçük olduğunu hatırladı kuşunun. Oruç tutmasa da olurdu. 

Okuyacağı yeni hikâyenin hevesi ile dolaştı gün boyu, satış yaptı ve malzemelerini erkenden bitirdiği için çabucak eve döndü. Artık evde ilk baktığı yer daktilo idi. Daktiloya hevesle koştu fakat yazılmış bir şeyler yoktu. Kâğıt, sabah taktığı gibi bomboştu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Belki de önceki hikayeler de yazılmamıştı. Belki önceki kağıtlar da boştu ve o dolu görüyordu. Belki yavaş yavaş hastalanıyordu, dengesini kaybediyordu.

Bir süre daktiloya bakası gelmedi. İftar hazırlıklarına başladı. Uzun bir hazırlık değildi bu. Bir bardak su, birkaç hurma, ramazan pidesi ve salatalık turşusu. Tam turşuyu masaya koyarken kuşu geldi aklına. Salatalık Turşusu’na baktı, yerindeydi. Önündeki yemi yememişti. Hâlâ uyuyordu. Hiç bu kadar uzun süre uyuduğuna şahit olmamıştı bu kuşun. Kafesin yanına gitti. Kuş hareket ediyordu ama uykudan başka bir haldi içinde olduğu. Elini uzattı, kafesten Salatalık Turşusu’nu dışarı çıkardı. Kanatlarını oynatamıyor, gözlerini açamıyor, sadece ayaklarını titretebiliyordu kuş. Acaba kaç gündür daktiloyu kullanan kim ise Salatalık Turşusu’nu bu hale getiren de o muydu? Durup dururken bu kuş neden bu hale gelmişti? Çok sinirliydi. Daktiloya baktı yeniden, boş kâğıdı çıkardı. Her şey, bu daktilo ile başlamıştı, bir an önce ondan kurtulmalıydı. 


    (Devam edecek.)