7 Aralık 2023 Perşembe

CANATAN'IN SERÜVENLERİ

Atıf Kaan Salar, Umut Bulut, Akın Eliş

    1. Esrarengiz Kutu

    Uzak ülkelerin birinde, bilinmeyen bir zamanda henüz devler ve ejderhalar dünyada yaşıyorken Canatan adında bir çocuk dev varmış. Canatan, emsallerinden küçük olduğu için çoğu zaman alay konusu olurmuş. On bir yaşındaymış ancak normal bir insandan birazcık uzunmuş. Hatta ilk zamanlar onu ailesi sıradan bir insan zannederek bir köyün yakınına bırakmayı düşünmüşler ancak annesi buna müsaade etmemiş. 
    Canatan, aslında güler yüzlü, iyi kalpli, sevecen ve söz dinleyen bir devmiş. Diğer devlere minareye bakar gibi bakarmış. Arkadaşları ona Junior Canatan derlermiş boyundan dolayı. Canatan’ın bir özelliği de kafiyeli konuşmayı sevmesiymiş. Kendisine sorulan sorulara ya tekerleme ya da mani gibi cevap verirmiş. Kendisiyle alay edenlere:
    Demeyin Junior bana
    Ahırda olur dana
    Beni küçük görüp de
    Atmayın siz yabana, dermiş. 
    Arkadaşlarıyla pek oynamadığı için dağda, bayırda gezer, mağaralarda resim çizer ve içine atladığı gölü taşırarak balık tutarmış. Bir gün balık tutmak için gittiği küçük gölün kenarında kumlar arasında eski bir kutu bulmuş. Kutunun sağlam bir kilidi varmış. Kilidi kurcalamış ama açılmamış. Kutuyu önüne almış ve başlamış yine söylenmeye:
    Kutusun tamam bildim
    Seni ben burda buldum
    Açacağım diyerek
    Saatlerce yoruldum, demiş. O sırada kutunun altında bir not görmüş. Notta şöyle yazıyormuş:
    Arıyorsan anahtar
    Onu bulmakta ne var
    Döndür başını bir bak
    Etrafında neler var.
Heceleye heceleye bu sözleri okuyan Canatan, etrafına bakmış, yanında birdenbire bir duvar belirmiş. Duvarın arkasına bakmak istemiş ama boyu yetişmemiş. Bu sözlerin şifreli olduğunu, kutuyu açmak için buralarda bir çözüm bulması gerektiğini düşünmüş. Bir süre duvara tırmanmaya çalışmış, sonra yerine oturup nota bir daha bakmış. Dizelerdeki harfleri saymaya başlamış. Önce sadece ünlü harfleri saymış. Tüm dizeler 7 ünlü harften oluşuyormuş. Sonra bunun bir anlamı olmadığını düşünerek tüm harfleri saymış. İlk üç dize on altışar harften son dize 17 harften oluşuyormuş. Dizeleri toplamış 65 sayısını bulmuş. Eline bir çubuk alarak kumlara 65 yazmış beklemiş. Canı sıkılmış. Hemen altına ünlü harflerin toplam sayısını yazmış: 28. Canı daha da sıkılmış. Bir süre beklemiş. 65’ten 28’i çıkarmaya çalışmış ama matematiği zaten iyi değilmiş. 65 taş toplayarak içinden 28 tanesini seçmiş, geriye kalanları sayınca 37 sayısını bulmuş. Bu sayıyı bulur bulmaz duvardan bir ses gelmiş ve bir kapı belirmiş. Kutuyu da alarak kapıya uzanmış. Kapıyı araladığında önce korkmuş sonra heyecandan kalbi duracak gibi çarpmaya başlamış. 
                                                        1. Bölümün Sonu


SAHANDA MUTLULUK

Metehan Ersoy

Yumurta olmasaydı dünyada
Yumurtalar olmasa
Anlamsız olurdu benim için
Sabahlar ve akşamlar
Çoğu zaman yetiyor mutlu olmama
Küçücük bir yumurta
Hele de sahanda

ACELE

İnsan ben yaşlarda ise
Büyümek istiyor çabucak
Kavuşmak istiyor hayallerine
Takılmadan derslere
Ve takvimlere

İnsan ben yaşlarda ise
İyi olsun istiyor her şey
İyiye gitsin dünya
İyiliklerle donansın yeryüzü
Çünkü mutluluk yakışıyor insanlara
Doğaya

İnsan ben yaşlarda ise
Hayal kuruyor boş zamanlarında 
Bir hayalden diğerine geçiyor dakikalar içinde
Huzur, güzellik, saadet var hepsinin içinde

İnsan ben yaşlarda ise
Büyümek istiyor çabucak
Çıkmak istiyor merdivenleri
Kaybetmeden içindeki
Umudu cevheri

ÖNEMSİZ BİR HABER

    Metehan Ersoy

    Sıcak bir yaz günüydü. Gökyüzünde tek bir bulut görünmüyordu. Akşama kadar güneşin ısı ve ışığından yapraklar bitkin düşmüştü. Solmuştu. Her zaman çığırtkanlık yapan kuşlar bile yuvalarından çıkmamıştı. Sokaklar da tenhaydı gün boyu. Güneş batmaya doğru uzaklaşınca önce kuşlar, sonra çocuklar sonra da insanlar evlerinden çıkmaya başladılar. Çıkan sadece onlar değildi, ay ve yıldızlar da çıkmaya başlamış, berrak gökyüzünü cılız ışıklarıyla aydınlatıyorlardı. 
    Gün boyu o da evde yatmış, internette haberlere bakmış, arada arkadaşlarıyla sohbet etmişti. Arkadaşlarıyla akşam buluşması için sözleşmişlerdi. Gece yarısına kadar gezecekler, gündüz dolaşamamanın acısını çıkaracaklardı. Canı istemese de bir şeyler atıştırdı. Önünde uzun bir gece ve bol muhabbet, yürüyüş vardı. Önce buluşup biraz gezecekler sonra bir çayevi bulup oturup sohbet edeceklerdi. Hava biraz olsun serinlemişti. Yürüyerek çarşıya inmeyi tercih etti. Gün boyu tembellik etmişti, açılırım diye düşündü. 
    Gündüz okuduğu haberlerden biri zihnini meşgul ediyordu. Haber şöyleydi:
Bu gece atmosfere girecek meteor, kısa süre içinde arkasında iz bırakarak Dünya’ya düşecek. Meteor çok büyük olmadığı için büyük kayıplara neden olmayacak.
Haber böyleydi ve yaşadığı ilden meteorun görülebileceği de belirtilmişti haberde. Gökyüzüne baktı, gözleri hareket eden ışıklı bir cisim aradı fakat yıldızlar ve Ay’dan başka bir şey yoktu gökyüzünde. Her gün onlarcasını kapattığı uydurma haberlerden biri olduğunu düşündü bunun. Bu düşüncelerle ilerlerken buluşma noktasına varmıştı bile. Arkadaşları da gün boyu kendisi gibi tembellik yapmışlardı. Yaz, yorucu ve ağır geçiyordu. Sonbaharı hatta kışı özlemişlerdi. Havadan, sudan, oradan, buradan dakikalarca konuştular. Bir ara küçük bir sessizlik oldu ve tam o esnada:
    -Bugün meteor düşecekmiş, haberiniz var mı, dedi. Arkadaşları sessizliği bozan bu cümleye kahkaha ile cevap verdi ve sataştılar:
    -Biz de sabah beri neyi düşündüğünü merak ediyorduk, demek derdin bu ha! Meteoru düşünüyorsun.     Biz de önemli bir derdin var zannettik…
    Diğer arkadaşı gülerek devam etti:
    -Öyle demeyin, belki de evine düşer meteor Hayrettin’in. 
Kahkahalar arttıkça Hayrettin’in önce canı sıkıldı ama baktı ki arkadaşlarının umurunda değil o da umursamadı. 
    Gece zaman çabuk geçti. Arkadaşlarıyla çarşıda son bir tur attıktan sonra herkes evine gidecekti. Yürümeye başladılar. Bir süre yürüdükten sonra Hayrettin gökyüzünde hareket eden bir cisim gördü. Önce umursamadı ama tekrar baktığında cisim büyüyor ve halen hareket ediyordu. Telaşlandı, arkadaşlarına parmağı ile gökyüzünü gösterdi. Arkadaşları oldukları yere çivilenmiş gibiydi. Diğer insanlar da durumdan haberdar olmuşlardı, herkes durmuş gökyüzüne bakıyordu. Çıplak gözle ilk kez meteor görüyordu insanlar. Büyük değildi ama sesi duyuluyordu ve hızlıydı üstelik yakındı. Hayrettin gözlerini kırpmadan meteoru takip etti, mahallesinin tam üzerindeydi ve küçük bir patlama sesinden sonra meteorun düştüğünü herkes anladı. Nereye düşmüştü? Hangi semte? Acaba boş araziye mi yoksa yerleşim alanı üzerine mi? Neticede düşmüştü artık, kafa yormanın anlamı yoktu. 
    Hayrettin artık bir hikâyenin, endişenin sonuna gelmişçesine arkadaşlarından ayrıldı ve evine doğru gitmek üzere metroya bindi. On dakika sonra kendi semtlerindeydi. Metrodan indi, dalgın dalgın evinin bahçesine doğru yürüdü. Bahçe kapısını açmaya çalıştı ama kapı sıcaktı, az kaldı eline yapışacaktı demir kapı. Alçak bahçe duvarından atlayarak içeri girdiğinde önünde hâlâ soğumamış bir taş vardı. Kitap büyüklüğündeydi ve tam kapının arkasında duruyordu. Zihninde o cümle birden canlandı:
    -Öyle demeyin, belki de evine düşer meteor Hayrettin’in.

6 Aralık 2023 Çarşamba

GÖK GÜRÜLTÜSÜ

Meva Vural

Çoğu insan ürker senin sesini duymaktan
Özellikle geceyse
Yalnızsa
Sessiz bir yerdeyse
Bir de yağmur bulutları yaklaşmışsa
Yeryüzüne
Senin sesini duymak
Korkutucu bir şeyler fısıldar insanlara

Oysa sen
Rahmetin habercisi
Bereketin müjdecisi
Oysa sen
Az sonra başlayacak temizliğin
Temsilcisi
Gök gürültüsü
Kimseler sevmese de seni
Benim sevgim sana yetmez mi



BULUŞMA

   Semih Karataş

    Sabahın ilk serinliği yavaş yavaş geride kalıyordu. Sokaklar hareketlenmeye başlamış, insanlar uykularından uyanmış, günlük telaşın peşine düşmüşlerdi. Hava yaz günlerine has bir hızla öğleye doğru ilerledikçe ısınıyordu. O, alışkındı erken uyanmaya ama yollar boş olduğu için dışarıya erken çıkmıyordu. Şimdi kahvaltısını yapmış, çıkmak için hazırlanıyordu. Senelerdir dizlerinin, gözlerinin, belinin ağrısı bitmeyen eşi ona eşlik edemezdi. Tek başına dışarıya çıkıyor, birkaç tur atıyor mahallede sonra öğlen namazını büyük bir camide kılmaya özen gösteriyor, akşam yemeği için ekmek alıyor ve dönüyordu. Üç çocuğu vardı ve üçü de çalışıyordu, üstelik çocuklarının eşleri de çalışıyordu. Torunları olmasa çoktan silmişti onları dünyasından. Torun başkaydı… O istiyordu ki torunları hep yanında olsun, en azından her hafta onları görebilsin, onlarla parka gitsin, onlara kendi gençliğini anlatsın… Oysa onlar ayda en fazla bir kez gelebiliyordu ziyarete. O da çabucak biten bir ziyaret. 
    Hayat nasıl da hızla geçmişti. Çocukluk, gençlik yıllarında bir gün yaşlanacağı ve evde yalnız kalacağı aklının ucundan bile geçmiyordu. Hele dede olacağını düşünmemişti hiç. Şimdi dedeydi ve onu hayata bağlayan tek şey torunlarıydı. Bu düşüncelerle ilerlerken başının ağrıdığını hissetti. Zaten arada yokluyordu bu ağrı. Birazdan geçer, diye düşündü ve yine geçmişin aydınlık sokaklarında hayali gezintiye devam etti. Birkaç adım daha attı ama ağrı azalmıyor, artıyordu. Nefes almakta da güçlük çekmeye başladı. Çaresiz bir yere oturmak zorundaydı. Birkaç adım ötede bir ağaç gölgesi gözüne kestirdi ve kendisini oraya zor attı. Nefesi iyice sıklaşmış, göğsü daralmaya başlamıştı. Baş ağrısı dayanılmaz hale gelmişti. Ağacın altına istemsizce oturdu ve uzandı. Yoldan geçenler ihtiyar adama sadece bakıyor, kimsecikler durup da yardımcı olmak gibi bir niyet taşımıyordu. Yoldan geçen gençlerden biri hızla yanına koştu ve sordu:
    -Amcacığım iyi misin, neyin var? İhtiyarın gözleri kapalıydı ve derin nefes almaya çalışıyor ama alamıyordu. Genç sağa sola baktı, gelip geçenlerden yardım istedi:
    -Lütfen bana yardım edin. Ambulans çağırın! 
    Birkaç dakika sonra ağacın etrafında küçük bir kalabalık oluştu. İnsanların elinde cep telefonu kimileri bir yerleri arıyor, kimileri video çekiyor, kimileri de kolonya, su gibi şeyler olup olmadığını soruyordu etraftakilere. Bir süre sonra çığlığı andıran sesiyle ambulans geldi. İhtiyara ilk müdahale yapıldı. Tansiyonu ve nabzı yüksekti. Kalp krizi riski taşıyordu. Sedye ile hastaneye götürülmesi gerekiyordu. Kalabalıktan ihtiyarı tanıyan birinin olup olmadığı soruldu. Kimse tanımıyordu. Ambulans ihtiyarı da alarak uzaklaştı. 
    İhtiyar uyandığında hastanedeydi. Vücuduna bağlı cihazların sesleri kulak tırmalıyordu. Ne olmuş, nasıl olmuş, buraya nasıl gelmişti? Eşi aklına geldi. Haberi var mıydı olanlardan? Panikledi. Onun uyandığını gören görevliler yaklaşarak:
    -Ebubekir amca, geçmiş olsun. Kalp krizi atlattın ama şimdi iyisin, dediler. 
İhtiyar, bir şeyler soracak, söyleyecek oldu, görevlilerden bir diğeri:
    -Üzerindeki kimlikten adını ve yakınlarını tespit ettik. Endişe etme, her şey geçti ve şimdi gayet iyisin, dedi. Bilinci yerine geldiğinde kapının önünde bir kalabalık gördü. Eşi, çocukları ve torunlarının birkaçı da oradaydı. Tebessüm etti. Eşine doğru bakarak:
    -Sen evden dışarıya çıkabiliyor muydun? Nasıl geldin buralara kadar, diye sordu. Eşi, Ebubekir amcanın sesini duyduğuna sevinmişti. Çok endişe ettiği hatta ağladığı yüzünden belliydi kadıncağızın. Sadece titrek bir sesle:
    -Çocuklar getirdiler, dedi ve içeriye adım attı. Yandaki boş yatağa güç bela oturuverdi. 
    Onun ardından çocuklar ve torunlar da içeriye geldi. Çocuklarıyla göz göze gelmemek için direk torunlarına uzattı elini. Özellikle beş yaşındaki Selim’i çok severdi. Onu kolundaki kabloları kenara çekerek yakınına aldı. Semih:
    -Dedeciğim, seni çok özledim. İyi misin şimdi, diye sordu. Yaşlı adam iyi görünüyordu. 
    -İyiyim yavrucuğum, sizleri gördüm hiçbir şeyim kalmadı, dedi. Ardından çocuklarına küskün bir bakış attı:
    -Burada mı görüşecektik sizinle, torunlarımı burada mı görecektim, dedi. Çocuklar hatalarını anlamış olmanın utancıyla bakışlarını yere diktiler. 

5 Aralık 2023 Salı

YEŞİL

     Zeynep Karaman
    Sonbahar gelmişti. Kapalı havaları oldum olası sevmezdi. İçine derin bir hüzün çöker, hareket etmek, bir şeyler yapmak istemezdi çünkü küçücük yaşına rağmen sonbahar ona hep üzüntüyle gelmişti, kötü olaylar yaşamasına neden olmuştu. Mesela annesini üç yıl önce kaybettiğinde de sonbahardı. Annesini kaybettikten sonra babasıyla yaşamaya başlamıştı. Başkaca kardeşi yoktu. Babası ise işlerinin yoğunluğundan dolayı ancak gece yarısı eve geliyordu. Bazen görüyordu bazen sabahları ancak görebiliyordu. Babası sabahları da erken gitmek zorundaydı. 
    Yaşadıkları küçücük bir köydü. Zaten babasının işe erken gidip geç dönmesinin sebebi de köyde yaşıyor olmalarıydı. Şehre göçmeyi babası düşünmüyordu. Geçen yıla kadar ninesi kendisiyle kalıyordu ve annesini neredeyse aratmayacak kadar ev işlerine, yemeğe yardımcı oluyordu ancak ninesini de geçen sonbahar uğurlamışlardı sonsuzluğa, annesinin yanına…
    Akrabaları, amcası, dayısı da aynı köydeydi ve babası işe gittiğinde Hülya’nın en azından yakınında birilerinin olduğunu düşünerek rahat hareket ediyordu. Oysa rahmetli ninesinin arada söylediği bir söz vardı: Damdan dama ışık düşmez. Gerçekten de öyleydi. Etrafındaki akraba evlerinden kendilerine çok bir fayda yok gibiydi. Hülya’nın büyüdüğünü, ev işlerine artık yetişebileceğini düşünüyorlardı galiba oysa henüz dokuz yaşındaydı. 
    Hülya o sabah babasının yüzünü görmeden uyandı. Kahvaltısını tek başına yaptıktan sonra cumartesi günü olduğunu hatırladı ve haftalık Pazar alışverişini yapmak üzere köyün meydanına kurulan pazara doğru yürüdü. 
    Pazardaki insanlar Hülya’ya garip bakıyordu bu sefer. O, pazara girdiği anda büyük bir sessizlik başlamıştı pazarın içinde. Bağıran, satış yapan insanlar bile sessizdi. Birkaç tezgâhın önünde durdu. Peynir alırken peynir satan kişi Hülya’ya hüzünle bakarak:
    -Baban nasıl, epeydir göremiyorum, dedi. Hülya hiç beklemediği bu soruya biraz endişe ile cevap verdi:
    -Ben de arada görüyorum zaten. İşe gidip geliyor…
Adam devam etti:
    -Zor olmuyor mu her sabah şehre, fabrikaya gidip gelmek? Senin için de zor olmuyor mu tek başına yaşamak? 
    Hülya sadece yarım bir sesle:
    -Zor, dedi ve uzaklaştı. Biraz ilerledi, elma tezgâhının önünde de benzer sorularla karşılaşınca içini bir ürperti kapladı. Neden herkes benzer soruları soruyordu?
    Küçük bir rüzgâr ayaklarının dibine sarı yaprakları getirdi ve bıraktı. Ona bir şeyler demek ister gibiydi yapraklar. O anda yine sonbahar olduğunu hatırladı. Üşüdü… Yalnızlığı iliklerine kadar hissetti. Kötü bir şeyler olmasından korkuyordu. Elindeki elmaları da bırakarak evine koştu. 
    Akşam, olmak bilmiyordu. Kafasında hep kötü hikâyeler dolaşıyordu. Sonbahar neden gelmişti ki yine. Akrabalarına uğramayı düşündü vakit geçirmek için, sonra vazgeçti. Ödevlerine baktı, biraz kitap okumaya çalıştı. Başını kitaptan kaldırdığında saatin on ikiye yaklaştığını gördü ve tedirginliği daha da arttı. Neden herkes suskundu pazarda ve neden babasını soruyordu? Zaten onu görmeyeli birkaç gün olmuştu. Aklına babasının odasına gitmek geldi. Sabah terk edilmiş gibi değildi yatak. Yoksa birkaç gündür hiç eve gelmemiş miydi? Başı ağrımaya başladı. 
    O sırada kapıdan gelen tıkırtılarla heyecanlandı. Gelen babasıydı. Kapıya koştu. Babasının başında sargı vardı, elinde de kâğıtlar vardı. Hülya ağlamaya başladı onu bu halde görünce. 
Babası içeri girdi ve olanları anlattı. İki gün önce çalıştığı fabrikada büyük bir patlama olmuştu. Babası bu patlamadan kurtulan şanslı kişilerdendi. Fabrika sahibi yüklü bir tazminat karşılığı babasına süresiz izin de vermişti. Artık Hülya babasını her gün görebilecekti. Belki babasının çalışmaya ihtiyacı bile kalmayacaktı. 
    Ertesi gün uyandığında Hülya dışarıya baktı pencereden. Ağaçları seyretti uzun uzun. Bu sonbahar farklıydı çünkü hep sarı olan yapraklar arasında hâlâ yeşil kalmış olanlar da vardı. 

HİÇBİR ŞEY

Emir Baran İpek

Hiç olmadığım kadar iyiyim
Çünkü hiç
        İyi olmadım

Hiç olmadığım kadar rahatım
Çünkü hiç
        Rahatı tatmadım

Var, demek hiç olmadı
Hiçlik hep çoğaldı
        Düzen
Parça parça ayrıldı
        Hiçliğin
            Ortasında 

Olmak hem de olmamaktır
İşte her mesele bu
Bundan çıkaracağın şu
        Hiç
            Bir 
                Şey 





3 Aralık 2023 Pazar

YOLSUZ

 Yusuf Kerem Köse

 

ben ve boşluk
odamda bir başımıza
yolumuz yokuşluk
bakmadılar gözyaşımıza

sadece bir sözcük
yetiyor terk edilmek için
duydum yokuşta bir ses
gidin gidin 
diyor gibiydi herkes

artık yeni günler
başlıyor benim için
dökülürdü tüm sözler
eskiden dediğimde niçin

değişiyordu sözcükler
derlerdi bana sorumsuz
yukarda tüm gözler
benim adımdır yolsuz


GÖZLÜK

Hanzade Eligüzel

Gözlük ne garip bir şey
Kimi renkli kimi şeffaf
Kiminde hoş duruyor
Kiminde tuhaf

Camlar pencerede de var
Ama onlardan bakan düzgün göremiyor
Gözlükler sanki küçük pencereler
İçinde gerçeği gizliyor

Gözler de aslında garip
Kimi mavi kimi yeşil
Kimi kahverengi
Sanırsınız zeytin