Üner Taha Aydemir
Kışın ayak seslerini duyurmaya başladığı bir sonbahar akşamıydı. Ağaçlar yapraklarının tamamıyla değilse de dökmüşler, kışa hazırlardı. Günler iyiden iyiye kısalmış, karanlık artık erken çökmeye başlamıştı. Telaşlı karıncalar gibi insanlar evlerine koşuyorlardı. Öğrencilerin okul yorgunlukları, çalışanların iş bezginlikleri yüzlerinden okunuyordu. Herkesin yüzünde aynı mutsuzluk, umutsuzluk vardı. Evlerine gidince dinlenecekler miydi? Bütün yorgunlukları bitecek miydi? Yüzlerine mutluluk maskesi takacaklar mıydı? Bunları düşünüyor, bir yandan da aynı kalabalığın içinde sürükleniyor, evine ulaşmaya çalışıyordu. Evi uzaktı ama ulaşım araçları güzergâhında olmadığı için her akşam bu insan selinin içine karışmak zorundaydı. Artık ezberlemişti yolları, gözlerini kapatsa bile ayakları kendiliğinden gidiyordu. Mesela iki yüz metre sonra kaldırım ortasında koca bir çukur vardı aylardır onarılmayı bekleyen, onun hemen sağından geçmeliydi. Tam buradan geçerken yanından üç tane lise öğrencisi sırtlarında çantalarıyla yürüyor olacaktı. Konuşurlarken zaman zaman birbirlerinin isimlerini de söylüyorlardı, o kadar aşina olmuştu bunlara. Onları geçtikten sonra sarı ışıklarıyla günün son ekmeklerini satmak telaşındaki fırın olacaktı sırada. Özellikle çok acıktığı zamanlarda bu fırının önünden geçmek başka bir şeydi. Neyse ki bugün çok aç değildi.
Düşünmeye devam etti, her gün yaptığı şey buydu. Neden mutsuz insanlar, neden kendisine selam veren birileri yok etrafta? Neden her gün bir film setinde gibi aynı yolları arşınlamak gerek? Bozuk kaldırımı geride bıraktı. Fırına doğru ilerlerken ilk kez farklı bir şey gördü. Az ilerde, fırının hemen önünde mutlu bir genç vardı. Ay beyazı dişleri, tebessüm eden yüzünde parlıyordu. Mutlu görünüyordu. Elinde yarım bir pide vardı ve koparıp koparıp yemeye devam ediyordu. Kimdi? Nereden gelmişti? Neden bu kadar mutluydu? Yaklaştı, yaklaştı nihayet genç de kendisini fark etmişti. Göz göze geldiler. Hayatında ilk kez bu kadar neşe dolu bir çift gözün kendisine baktığını hissediyordu. Tam önündeyken bir sesle irkildi:
-Ekmek ister misin, ben doymak üzereyim.
Bu teklif karşısında akşamın, sonbaharın, kalabalığın her zamanki sıradanlığı dağıldı. Artık dünyada yalnızca ikisi var gibiydi. İşin kötüsü canı ekmek de çekmişti o an. Kararsız kaldı fakat eli uzanmıştı bile istemsizce. Gencin kıyafetine, ellerine baktı. Temiz giyimliydi, elleri de temizdi ve hala tebessüm ediyordu. Yürüyen, gelip geçen insanların aksine tebessüm ediyordu. Mutluydu. Ekmeğinden bir parça kopardı ve uzattı. Almalı mıydı bu ekmeği yoksa suratını asıp yoluna devam mı etmeliydi? Eli uzanmıştı bir kere, almalıydı. Bir el büyüklüğünde kendisine uzanan pideyi aldı ve tebessüm etme ihtiyacı hissetti. Tebessüm etmeyi bile unutmuş gibiydi, üzerine çevrili mutlu bir çift göze bakarak:
-Te.. te.. teşekkür ederim, dedi.
Yürümeye devam etti. Bir elinde çanta vardı, bir elinde ekmek parçası ama ekmek parçasında dünyanın bütün ağırlığını hissediyordu. Yüzüne deminden beri aradığı, unuttuğu tebessüm usul usul gelmeye başlamıştı. Yine kendisini kontrol edemediğini hissetti eli ekmeği ağzına doğru götürmüştü bile. Isırdı ekmeği. Tazeydi, sıcaktı…
Yol, keyifli bir hal almıştı. Etrafındaki asık suratları görmüyordu. Göğe baktı… Bir süre sonra evinin kapısının önündeydi. Zile basacaktı ve ya eşi açacaktı kapıyı ya çocuklardan biri ama yine elinin istemsizce cebinden anahtarını çıkarıp kapıya taktığını ve çevirdiğini fark etti. İçeriye girdiğinde yüzünde temiz bir tebessüm vardı. Eşi şaşırdı, o da tebessüm etti. Yanına gelen çocukları anne ve babanın tebessüm ettiğini görünce onlar da gülümsedi. Kimse bir şeyler konuşma ihtiyacı hissetmiyordu. Mutfağa doğru yürüdüler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder