Semih Karataş
Senelerdir çalıştığı ilden nihayet kurtuluyordu. Her yıl tayin istiyordu ama bir türlü tayini başka şehre çıkmıyordu. Yazları sıcak ve kışları soğuk geçen, insanların sürekli sinirli olduğu, yollarda başıboş köpeklerin rahatça gezebildiği bu şehirden kurtuluyordu. Bir daha gelir miydi, döner miydi bu şehre? Çok zor… O kadar usanmıştı ki…
Nihayet resmî yazışmalar yapıldı ve yeni görev yeri olan şehre gitmek için hazırlıklara başladı. Zaten evi ve eşyaları kendisinin değildi. Bir türlü benimseyemediği bu şehirden ne ev almıştı ne de o ev için eşya. Hep eşyalı evlerde kiracı olmuştu. Diğer bütün eşyaları iki valizi ancak doldurdu. Taşıyamayacağı eşyalarını da evde bırakmaya karar verdi. Ertesi sabah ilk trenle yeni şehrine gidecekti ve gece boyu meraktan, heyecandan uyuyamadı.
Sabah trenin gelmesine bir saat kala istasyondaydı. İstasyon her zamanki gibi kalabalık ve telaşlı insanlarla doluydu. Yolcuların kocaman valizleri, çuvalları vardı. Nihayet tren büyük bir gürültüyle gara girdi ve kendi vagonunda, kendi koltuğunu bulduktan sonra yerine oturdu. Aslında otobüsle hatta uçakla da gidebilirdi bu şehre ancak yolculuk uzun sürsün istiyordu. Etrafı seyretmek, düşüncelere dalmak, geçmişi ve geleceği düşünmek istiyordu.
Neyse ki bindiği vagon tenhaydı ve yan koltuk da boştu. Trenin ahenkli tıkırtıları gece boyu uyumadığı için bir ninni gibi geliyordu ona. Bazen dalacak gibi oluyor, sonra bir sarsıntıyla yeniden etrafı seyretmeye başlıyordu. Dışarıyı seyrederken daldı… Bu kez sarsıntılar, molalar bile onu uyandıramıyordu. Dünyanın en güzel uykusunu uyuyan bir bebek yüzü gibiydi yüzü. Bazen tebessüm ediyordu uykuda bazen kaşlarını çatıyordu. Diliyle dişinin arasında konuştuğu da oluyordu. Ne kadar uyudu, hangi istasyonları geçti bilmiyordu. Saatler sonra bir sarsıntıyla uyandığında vakit akşama yanaşmıştı.
Şaşırdı. Bu kadar çok uyuyabileceğini hiç düşünmemişti. Aralıksız, saatlerce süren bir uyku… Üstelik bir tren koltuğunda… Ama kendisini iyi hissediyordu. Yeni şehir, daha ulaşmadan onun moralini, enerjisini yükseltmişti. Ayaklarının uyuştuğunu hissetti oturmaktan. Ayağa kalkarak şöyle bir sağa sola bakmak istedi. Uzun uzun esneyerek ve ağzını şapırdatarak sağa sola, öne arkaya baktı. Vagonda yalnızca kendisi kalmıştı. Bu iyi, diye düşündü. Kocaman vagon kendisine ait bir oda gibiydi. Ulaşacağı yere de yaklaşmış olmalıydı. Bir süre oyalandı, çantasından kitap ve bisküvi çıkardı. Biraz kitap okudu. Birkaç saat sonra tren önce yavaşladı, sonra da durdu. Trenin durmasına yakın tabelayı okuyabilmişti. Evet, burası tayininin çıktığı yeni hayat kuracağı şehirdi.
Hoşuma giderse burada ev bile alırım, diye düşündü. İçi kımıl kımıldı. Heyecanla valizlerini aldı ve trenden indi. Etrafta kimseler yoktu. Garda görevli bile yoktu. Sessizliği treninin düdüğü bozdu ve ardından tren uzaklaştı. Akşam olduğu için böyledir, diye düşündü. Kimsenin olmaması, sakin bir şehir olduğunun göstergesiydi belki de. İstasyondan ayrılarak şehrin içine doğru yürümeye başladı. Bu akşamı geçirecek bir yer bulmalıydı. Dakikalarca yürüdü ancak yolda ne bir araç gördü ne de canlı. Yavaş yavaş bu sessizlik kendisini huzursuz etmeye başlamıştı. Kuşlar yoktu, köpekler yoktu, kediler yoktu…
Evlerin pencerelerine baktı. Hiçbirinde hayat belirtisi yoktu.
Terk edilmiş bir şehir gibiydi burası. Kendisinin adımlarından ve kalp atış sesinden başka ses yoktu. Nefes alıp verişini duyuyordu kendisinin, damarlarında akan kanın sesini duyuyordu.
Nihayet resmî yazışmalar yapıldı ve yeni görev yeri olan şehre gitmek için hazırlıklara başladı. Zaten evi ve eşyaları kendisinin değildi. Bir türlü benimseyemediği bu şehirden ne ev almıştı ne de o ev için eşya. Hep eşyalı evlerde kiracı olmuştu. Diğer bütün eşyaları iki valizi ancak doldurdu. Taşıyamayacağı eşyalarını da evde bırakmaya karar verdi. Ertesi sabah ilk trenle yeni şehrine gidecekti ve gece boyu meraktan, heyecandan uyuyamadı.
Sabah trenin gelmesine bir saat kala istasyondaydı. İstasyon her zamanki gibi kalabalık ve telaşlı insanlarla doluydu. Yolcuların kocaman valizleri, çuvalları vardı. Nihayet tren büyük bir gürültüyle gara girdi ve kendi vagonunda, kendi koltuğunu bulduktan sonra yerine oturdu. Aslında otobüsle hatta uçakla da gidebilirdi bu şehre ancak yolculuk uzun sürsün istiyordu. Etrafı seyretmek, düşüncelere dalmak, geçmişi ve geleceği düşünmek istiyordu.
Neyse ki bindiği vagon tenhaydı ve yan koltuk da boştu. Trenin ahenkli tıkırtıları gece boyu uyumadığı için bir ninni gibi geliyordu ona. Bazen dalacak gibi oluyor, sonra bir sarsıntıyla yeniden etrafı seyretmeye başlıyordu. Dışarıyı seyrederken daldı… Bu kez sarsıntılar, molalar bile onu uyandıramıyordu. Dünyanın en güzel uykusunu uyuyan bir bebek yüzü gibiydi yüzü. Bazen tebessüm ediyordu uykuda bazen kaşlarını çatıyordu. Diliyle dişinin arasında konuştuğu da oluyordu. Ne kadar uyudu, hangi istasyonları geçti bilmiyordu. Saatler sonra bir sarsıntıyla uyandığında vakit akşama yanaşmıştı.
Şaşırdı. Bu kadar çok uyuyabileceğini hiç düşünmemişti. Aralıksız, saatlerce süren bir uyku… Üstelik bir tren koltuğunda… Ama kendisini iyi hissediyordu. Yeni şehir, daha ulaşmadan onun moralini, enerjisini yükseltmişti. Ayaklarının uyuştuğunu hissetti oturmaktan. Ayağa kalkarak şöyle bir sağa sola bakmak istedi. Uzun uzun esneyerek ve ağzını şapırdatarak sağa sola, öne arkaya baktı. Vagonda yalnızca kendisi kalmıştı. Bu iyi, diye düşündü. Kocaman vagon kendisine ait bir oda gibiydi. Ulaşacağı yere de yaklaşmış olmalıydı. Bir süre oyalandı, çantasından kitap ve bisküvi çıkardı. Biraz kitap okudu. Birkaç saat sonra tren önce yavaşladı, sonra da durdu. Trenin durmasına yakın tabelayı okuyabilmişti. Evet, burası tayininin çıktığı yeni hayat kuracağı şehirdi.
Hoşuma giderse burada ev bile alırım, diye düşündü. İçi kımıl kımıldı. Heyecanla valizlerini aldı ve trenden indi. Etrafta kimseler yoktu. Garda görevli bile yoktu. Sessizliği treninin düdüğü bozdu ve ardından tren uzaklaştı. Akşam olduğu için böyledir, diye düşündü. Kimsenin olmaması, sakin bir şehir olduğunun göstergesiydi belki de. İstasyondan ayrılarak şehrin içine doğru yürümeye başladı. Bu akşamı geçirecek bir yer bulmalıydı. Dakikalarca yürüdü ancak yolda ne bir araç gördü ne de canlı. Yavaş yavaş bu sessizlik kendisini huzursuz etmeye başlamıştı. Kuşlar yoktu, köpekler yoktu, kediler yoktu…
Evlerin pencerelerine baktı. Hiçbirinde hayat belirtisi yoktu.
Terk edilmiş bir şehir gibiydi burası. Kendisinin adımlarından ve kalp atış sesinden başka ses yoktu. Nefes alıp verişini duyuyordu kendisinin, damarlarında akan kanın sesini duyuyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder