büyük göç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
büyük göç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2024 Salı

BİR MİLLET DOĞUYOR

Mahmut Eray Erbaş, Emir Kaan Şimşek

Kurumaz sanılan dereler, ırmaklar kurumuş, göller; çölleşmeye başlamıştı. Daha önceden tepesi görünmeyen dağlar üzerindeki yeşilliği kaybetmiş sadece kayalıklar ve çorak topraklar kalmıştı. Bin yıldır at koşturdukları, tohum ektikleri, av avladıkları topraklar artık Eremsa halkının ihtiyaçlarını karşılayamaz olmuştu. Üstelik ilk zamanlar yakın kavimleri yağmalayarak bir süre idare etmişler ancak aynı kuraklık onların topraklarında da baş göstermeye başlamıştı. Yeni doğan bebekler açlıktan ve hastalıktan ölüyor, yaşlılar artık hiçbir iş yapmadan yalnızca ölümü bekliyordu. Kış aylarında kar yağmıyor, bahar aylarında yağmur gelmiyor ve yazın çiçekler açmıyordu. Var olan ağaçlar ve bitkiler de çoktan kurumaya başlamıştı. Artık Eremsa halkı için tehlike çanları çalıyordu. Bu coğrafyadan uzaklaşmak, yeni ve verimli bir bölgeyi yurt edinmek gerekiyordu. Halk, kağanlarına bağlıydı ve Kağan emir vermeden karar alamazdı. Eremsa Kağanı ise yıllardır hastalıkla mücadele ediyordu. Tahtını üç oğluna bırakarak toprakları aralarında paylaştırması gerekiyordu. Eremsa halkı kağanlarına bağlıydı ancak burada yok olup gitmek de istemiyorlardı. Nihayet Eremsa Kağanı halkın önde gelenlerini bir toplantı için çağırdı ve üç oğluna ülkeyi paylaştırarak son nefesini verdi. Eremsa Kağanı öldüğü gün kara bulutlar sardı ülkenin her yanını fakat yine yağmur yağmadı. 
Eray Kağan, Emir Kağan ve Sabiri Kağan küçük yaşlarına rağmen devleti yönetmek işi artık onlara verilmişti. Aslında Eray, Emir ve Sabiri Kağanlar üçüzdü ve hepsi aynı yaştaydı. İyi bir eğitim almışlardı ancak tecrübeleri yoktu. Başlangıçta kendilerine verilen topraklarda yaşayan halkı ziyaret etmek üzere karar aldılar. Eray Kağan ülkenin güneyini, Emir Kağan batısını Sabiri Kağan ise kuzeyini idare edecekti. Ülkenin doğusu yaşam koşullarına elverişli olmadığı için zaten güvenlikliydi ve kimse bu bölgede yaşamıyordu. Üç kağan kardeş, üç hafta sonra buluşmak üzere kendilerine verilen topraklara doğru yola çıktılar. Yanlarına üç atlı almayı da ihmal etmediler. 
Üç hafta, üç gün gibi geçti çünkü halkın şikâyeti her yerde aynıydı. Bereket kalmamıştı bu topraklarda ve göçmek gerekliydi. Üç Kağan kardeş nihayet göç kararını aldılar ve bunu Eremsa halkına duyurdular. Göç etmek zor değildi fakat nereye göç etmeliydi? Hangi bölge daha güvenliydi? Belki büyük savaşlar vermek gerekecekti. Belki nüfusları daha da azalacaktı. Yolculuk demek, salgın hastalıklar ve düşman baskınları demekti. Göç kararı verilmişti, bu kolay bir karardı ancak sorun bu kararı uygulamaktaydı. 
Eray Kağan bir süre düşünerek kardeşlerini başına topladı ve onlara şöyle dedi:
-Bütün ülkenin aynı anda göç için yola çıkması tehlikeli olabilir. Kendimce bir plan yaptım. Önce bana bağlı insanlarla ben yola çıkacağım. Biz yola çıktıktan üç gün sonra Sabiri halkı ile birlikte yola çıksın. En sonda da Emir Kağan yer alsın. Böylelikle yolculuk daha güvenli olacaktır. 
Sabiri Kağan bir süre sustu ve konuşmaya başladı:
-Aramızda herhangi bir yaş farkı yok. Ama görüyorum ki ilk sırada giden Eray Kağan oluyor. Ben yolculuğa çıkan ilk Kağan olmak istiyorum. Hem biliyorsunuz, bana bağlı halkın durumu sizinkilere göre daha fazla genç nüfus barındırıyor. 
Eray Kağan hiç düşünmeden bu teklifi kabul etti ve ekledi:
-O halde yolun açık olsun yiğidim. Hazırlıkları derhal tamamla ve yola çık, biz ardından geliriz. 
Sabiri Kağan aslında durup dururken bu fikri öne atmamıştı. Babası öldüğünden beri farklı kavimlerle irtibat halindeydi ve diğer iki kardeşinin de topraklarını kendi topraklarına katmak için düşman kavimlerle iş birliği peşindeydi. Kendi topraklarından ayrılır ayrılmaz düşman kavimler kalan iki kağanlığın topraklarına savaş açacaklar ve Sabiri tekrar döndüğünde tek Kağan kendisi olacaktı. Planı gayet güzel işliyordu fakat hesaba katmadığı bir isim vardı Miraç Han. Miraç Han, bu bölgeye çok uzaklardan gelmiş tecrübe ve yeteneği ile insanların takdirini kazanmış ve sonunda komutanlık mertebesine yükselmiş bir gençti. Her ne kadar bu kavimden değilse de bu kavmi seviyordu ve kendisini bu insanlar için adamıştı. Sabiri Kağan’ın dış güçlerle yaptığı anlaşmanın da farkındaydı ve o da bir çözüm yolu aramaktaydı. 

BÜYÜK GÖÇ, BÜYÜK İHANET
Sabiri Kağan planını uygulamaya koymak için kendisine bağlı insanlarla göçün ilk aşaması için yola çıktı. Sabahın erken saatleriydi. Emir Kağan ve Eray Kağan da Sabiri Kağan’la vedalaşarak bol şans dilediler. Sabiri Kağan bu toprakları bıraktıkları için üzüldüğünü söylüyordu. Hatta güç bela birkaç damla da gözyaşı dökmüştü. Oyunculukta hayli yetenekliydi. Sabiri Kağan bölgeden ayrıldıktan üç gün sonra düşman kavimler kardeşlerinin bulunduğu topraklara saldıracaktı. Yolculuk başlamıştı fakat Miraç Han Sabiri Kağan ile gitmemişti. Askerleri ile bir süre kenarda da gizli gizli görüşmüştü. Sabiri Kağan’ın ayrılışının üçüncü gününde sabah büyük bir gürültü ile uyandı Eray Kağan’ın halkı. Dört yandan sarılmışlardı ve saldırıya uğramaları an meselesiydi. Ne yapacağını bilemiyordu Eray Kağan. Bir yandan Emir Kağan’a haber uçurdu. Emir Kağan batıdan askerleri ile yola çıktı. Bu esnada Miraç Han da askerleri ile Sabiri Kağan’ı bırakmış geri dönmüştü. Hilal taktiği ile Emir Kağan ve Miraç Han’ın arasında kalan düşman kavimleri kısa sürede püskürtüldü. Olan bitenden hiçbir şey anlamamıştı Eray Kağan. Savaşın ardından küçük bir kurultay yapıldı. Miraç Han kurultayda her şeyi anlattı. Emir Sabiri’nin niyetini ve kurduğu planı kardeşleri de artık öğrenmişti. Bu gerçekler göçü durdurmak için yeterli değildi. O gün acil bir karar alındı ve Miraç Han, Emir Kağan, Eray Kağan hep birlikte bu topraklardan ayrılmak üzere yola çıktılar. Kimse Sabiri Kağan’ın nerede olduğunu bilmiyordu. Zaten bilmek de istemiyorlardı. Çünkü o ihanet etmiş bir kardeşti. Bedelini ödemeliydi. 
Öte taraftan Sabiri planlananın tam tersi istikamette çadırları kurdurmuş, güzel haberler bekliyordu. Gözleri sürekli ufukta bir haberci arıyordu. Akşama kadar bekledi. Tam güneş batmak üzereyken karşı yoldan bir toz bulutu göründü. Kocaman bir kalabalık, dörtnala Sabiri Kağan tarafına doğru geliyordu. Sabiri’nin keyfi yerine gelmişti fakat başına geleceklerden habersizdi. Önden gelen atlılar dışında büyük bir kalabalık da arka taraftan geliyordu. Bir şeylerin ters gittiğini fark etti Sabiri Kağan fakat yapacak bir şey yoktu. Bir süre sonra atlıların içinde Emir Kağan ve Eray Kağan’ı fark etti. Miraç Han da yanlarındaydı. Sabiri Kağan’ın halkı olanlardan habersizdi. Onlar da şaşırdılar gelenleri görünce. 
Sabiri Kağan tam atına atlayarak kaçmak üzere iken Miraç Han’ın oklarına hedef oldu ve bacağından, kolundan yaralanarak yere düştü. Halk şaşkın şaşkın olanları izliyordu. Nihayet Sabiri Kağan halkın önüne getirildi ve planları diğer iki kağan tarafından halka anlatıldı. Halktan bazıları Sabiri Kağan’ın üzerine yürümeye çalıştı fakat Miraç Han:
-Onun cezasını hep birlikte vereceğiz. Biraz bekleyin, dedi. 
Değişik fikirler çıkmıştı Sabiri Kağan’ın cezalandırılması için. Kimileri atlarla sürüklenmesini istiyordu, kimileri çarmıha gerilmesini. Bazıları taşlayarak cezalandırmaktan yanaydı. Sabiri bu teklifleri utançla dinliyordu. 
Sonunda Emir Kağan ve Eray Kağan küçük bir mahkeme kurmayı teklif etti. Mahkemede jüri olarak Miraç Han görev yapıyordu. Suçlunun bütün yaptıklarını itiraf etmesi bu mahkeme ile sağlandı ve artık tüm yetkilerinin alınması ve ardından hayatına son verilmesi gerekiyordu. Emir Sabiri, pişmanım, bile diyemiyordu. Belki pişman olsa affedilebilirdi fakat susuyor ve etrafa nefretle bakıyordu. Mahkeme kararını vermişti. Elleri ve ayakları zincirlerle bağlanan Sabiri’nin yüzüne ve ayaklarına tuz sürüldü. Daha sonra kavmin koyun ve keçilerinin önüne atıldı. Sabiri’nin yüzündeki ve ayaklarındaki, ellerindeki tuzlar sürekli yenileniyordu. Birkaç saat sonra Sabiri hayata veda etmişti. 
Şimdi yeni bir ülke ve yeni topraklar bulmanın zamanıydı.

YENİ YURT
Vakit kaybetmenin zamanı değildi. Yeterince geç kalınmıştı. Emir Kağan, Eray Kağan’a yeni yerleşecekleri bölgenin güvenli olması gerekliliğini söylüyordu. Bir tarafta düşmanın yerleşemeyeceği dağlar olmalıydı. Bir tarafta ise deniz olabilirdi. Böylelikle yalnızca savunma yapmak için bir yön boşta kalacaktı. Emir Kağan ve Eray Kağan yeni güzergâhı düşünürken halktan yaşlı bir adam onların huzuruna gelerek şöyle dedi:
-Dedelerimden duymuştum böyle bir bölge olduğunu. Altay Dağları’nın eteklerinde bir yerden bahsederlerdi. Oraya ulaşması hayli güçmüş fakat ulaştıktan sonra uzun yıllar düşman yüzü görmeden yaşanılabilirmiş.
Eray Kağan:
-Madem böyle bir yer var neden orada kimse yaşamıyor peki ihtiyar, diye sordu. 
İhtiyar bunun üzerine durdu, gözlerini boşluğa dikti ve konuştu:
-Oranın lanetli olduğunu da söylerdi dedelerimiz. Ruhlar, oraya yerleşenleri rahat bırakmazmış. 
Emir Kağan bu cümle üzerine bir kahkaha attı ve:
-Ruhlar mı? Biz onları oradan kaçırır ve orayı yurt tutarız. Tek derdimiz bu olsun. Sen yeter ki bize yolu tarif et.
Yaşlı adam:
-Yürüyerek yedi günde ulaşabiliriz. Hızlı yürürsek yedinci günün akşamında orada olabiliriz diye düşünüyorum, dedi. 
Bunun üzerine halka haber salındı ve tez vakitte yola çıkıldı. Yolculuk hayli çetindi. Yol uzadıkça yaşlılar, hastalar birer birer ölüyordu. Ölenler, yol kenarına gömülüyor ve mezar yapılıyordu onlar için. Zaten yiyecekleri de çok az kalmıştı. Akşam olduğunda en uygun yerde konaklıyorlar ve sabah gün doğmadan yeniden yola çıkıyorlardı. 
Miraç Han, kafilenin birkaç saatlik mesafede önünden gidiyordu ve yolun güvenli olup olmadığını dönüp haber veriyordu. Yedinci günün ikindi vakti Miraç Han yanındaki üç çerisi ile dört nala koşarak geldi ve ihtiyarın sözünü ettiği yere sadece birkaç saat mesafede olduklarını söyledi. Bu güzel haberle tüm halk moral bulmuş, mutlu olmuştu. Dizlerinde kalan son dermanla yürümeye devam ettiler. Yolculuk herkesi canından bezdirmişti. Hatta geri dönmeyi düşünenler, homurdananlar bile ortaya çıkmıştı. Tecrübesiz iki Kağan yüzünden koca halk yok olma tehlikesi ile baş başaydı. Hayvanlar yorgundu, insanlar yorgundu, çocuklar artık ailelere yük olmaya başlamıştı. Neyse ki güzel haber gelmişti. 
Adımlar hızlandı. Yüzlerde tebessümler oluştu ve türküler, ezgiler söyleyerek yolculuğu daha da keyifli hale getirmeyi başardılar. Nihayet gün batmaya yaklaştığında söz konusu yere ulaştılar. Burasının bir tarafı kocaman kayalıklarla kaplı bir dağdı. Diğer tarafı denize bakıyordu. Arkada ise karanlık, kocaman ağaçların bulunduğu bir orman vardı. Yerleşmek için biraz ilerlemeleri ve ağaçların arasına doğru gitmeleri gerekiyordu. Bölgeye iyice yaklaştıkça hayvanlar tedirgin olmaya başlamıştı. Emir Kağan’ın atı öyle bir şaha kalkmıştı ki az kalsın attan düşecekti. Eray Kağan atının dizginlerini sıkı sıkıya tutuyor fakat onunla zor mücadele ediyordu. Her ikisi de atlarından indiler. Havaya doğru iki ok fırlattılar ve oklarının düştüğü yerlere onların otağları kurulmaya başlandı. Halk da kendisine yer beğeniyordu. Çadırlar kuruldu. Hava iyice kararmaya başlamıştı. Ateşler yakıldı. Kalan son malzemelerle Miraç Han aşure yapılmasını emretti. Nasıl olsa ertesi sabah avlanılır ya da yiyecek bitkilerden toplanılırdı. Kocaman kazanlar kaynamaya başladı. Hava karardıkça ormandan garip sesler geliyordu. Denizden gelen uğultu ise halk suskunlaştıkça daha da ürpertici bir hal alıyordu. Kayalıklardan zaman zaman küçük taş parçaları yuvarlanıyordu. Bu sırada ihtiyar adam yeniden Emir Kağan ve Eray Kağan’ın huzuruna gelerek:
-Buradaki uğursuzluğu siz de hissediyor musunuz yoksa sadece ben mi huzursuz oluyorum. Yarın, başka bir yurt bulmamız gerek bence, dedi. 
Miraç Han, ihtiyar adamı tersledi:
-İhtiyar bunak! Bizi önce buraya kadar getirdin, şimdi de burası yaşanmaz bir yer demek mi istiyorsun? Sesini kesmezsen ben yapacağımı bilirim, dedi. Miraç Han’ın bu davranışı Eray Kağan ve Emir Kağan tarafından saygısızca karşılandı. Bir yaşlı ile böyle konuşulmamalıydı. Zaten onlarda da gerçekten bir huzursuzluk oluşmuştu. Halk yorgundu. Aşureler yenildikten sonra herkes uykuya daldı. Yakılan ateşler küçüldü. Her yeri sessizlik kapladı. Arada değişik uluma sesleri ve kuş sesleri duyuluyordu. 
Ertesi sabah yeni yurtta tatlı bir heyecan başlamıştı. Kavmin genç erkekleri yanlarına ok ve mızrak alarak ormanın derinliklerine doğru gitmişlerdi. Kadınlar deniz kenarında çocukları ve çamaşırları yıkıyorlardı. Emir ve Eray Kağan yeni doğan güne doğru baktılar. Dün geceki huzursuzluk biraz da olsun azalmıştı. Artık buraya yerleşmemeleri için başka bir sorun yoktu. Uzun bir ağaç bulup ucuna bayraklarını bağlamaları ve bunu da kayalıkların en tepesine asmaları gerekiyordu. Miraç Han bu görevi üstlendi ve birkaç saat içinde kayalıkların üzerinde dalgalanan bayraklarını görünce artık burasının kendi yurtları olduğuna hepsi inanmıştı. 
Öğleye doğru avlanmaya giden gençler elleri dolu biçimde geldiler. Kocaman geyikler vardı sırtlarında. Torbalarında tavşanlar vardı. Dağ keçileri vardı kimilerinin elinde. Birkaç gün yetecek kadar yiyecek bulmuşlardı. Ayrıca kadınlar orman kıyısında yenilebilecek mantarlardan, bitkilerden de toplamışlardı. Artık burada bir hayat kurmanın zamanıydı. 

DEVAM EDECEK…