21 Eylül 2024 Cumartesi

ASIRLIK DÜĞÜM

 
Nurgül Asya Kılcı, Zeynep   Yurttaş
Kaan Erdoğan, Mehmet Zahid Ökten
Miraç Kağan Güler, Taha Metin Yıldırım
Selim Kurt, Tunahan Ceylan


Bölüm 1: Sandığın Keşfi

Yaz mevsimi başlayalı çok olmuştu fakat henüz havalar tam anlamıyla ısınmamıştı. Yağmur yağıyor hava birazcık soğuyor sonra ısınacak oluyor yeniden yağmur yağıyordu. Yaşlılar yaz mevsiminin bu sene gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve yine dışarda fena bir yağmur vardı. Yağmura yine katlanmak mümkündü ama bir de fırtına eşlik ediyordu ona. Kapılar ve pencereler ıslık çalıyor hatta bilinmeyen bir şarkının bestesini yapıyor gibiydi. Yatılı okulda bu ilk senesi değildi artık tecrübeliydi. Üçüncü senesiydi bu ailesinden uzak geçirdiği. İlk sene çok üzülmüş, ailesini çok özlemişti ama artık arkadaşlarıyla da bir aile gibi olmuştu. Zaten birkaç hafta sonra okullar da kapanacak ve ailesinin yanına dönecekti. Aylar sonra ilk kez bu gece vakti kendisini yalnız hissetti. Arkadaşları uyuyordu ve pencerelerden sesler geliyordu. Ara sıra dışardan rüzgârın etkisiyle gürültüler de geliyordu. Uykusu kaçmıştı bir kez. Uyuyamıyordu ama arkadaşlarını da uyandırmaya kıyamıyordu. Bir süre koridorda gezindi, gezindi. Dışarıya baktı fakat karanlıktan bir şey görünmüyordu. Pansiyonun penceresinde kendisini gördü. Bir anda ürktü fakat gördüğü şey kendisinin yansıması olduğu için korkusu çabucak dağılmıştı. Birkaç saniye sonra koridorun lambaları söndü. Sonunda elektrikler kesilmişti. Heyecanla odasına koştu. Ranzasına uzandı bu esnada odada kalan diğer arkadaşları da uyanmışlardı. Biraz korkmuş bir sesle:
-Saatlerdir uyuyorsunuz. Elektrikler kesildi işte ve yağmurun duracağı yok, uyanın da biraz sohbet edelim, dedi. 
Odada kendisi hariç dört kişi vardı: Mert, Mehmet, Alp ve Hasan. 
Nihayet herkes uyanınca Mahmut:
-Bu karanlıkta oturmayalım ve bir mum bulalım, dedi. Arkadaşları Mahmut’un fikrine katıldılar. Beş kafadar mum aramak için koridora çıktılar. Gürültü yapmamaya çalışıyorlar ara sıra çakan şimşeğin aydınlattığı koridorda el ele tutarak ilerliyorlardı. Sonunda deponun bulunduğu yerde birkaç yarım mum ve bir kibrit buldular. Mumun birini yakarak yeniden dönüş yoluna geçtiler. Adeta bir korku filminin içinde gibilerdi. Hasan bir ara tuvalete gitmek istediğini söyledi. Arkadaşları tek gidemeyeceğini belirterek ona eşlik ettiler. Yeniden odaya döndüklerinde sanki bu gecenin hiç bitmeyeceğini, yağmurun hiç dinmeyeceğini düşündüler. Başka odalarda da sanki kimse yok gibiydi. Beş arkadaş kocaman pansiyonda mahsur kalmış gibiydiler. Bir süre herkes sustu. Mert sessizliği bozdu:
-Mahmut, senin dedenin sana verdiği ve bize içini hiç göstermediğin bir sandık vardı. O sandığı getirsen, içini açsak, baksak. Hem vakit geçer hem de bizim merakımız giderilir, ne dersin?
Mahmut, önce bu fikri beğenmedi fakat yapacak bir şey yoktu. Fikri beğenmedi çünkü dedesi ona bu sandığı asla açmaması gerektiğini, yıllar sonra açması gerektiğini söylemişti. Aradan üç yıl geçmişti ama sandığı açmayı halen düşünmüyordu. Yine de gitti ve dolaptan küçük, ahşap sandığı getirdi. Sandığın kapağını açmaya çalıştığında onun kilitli olduğunu ilk kez gördü. Zaten çok da açmak istemiyordu. 
-Arkadaşlar, gördüğünüz gibi sandık kilitli. Belki de çivilidir. Ben bunu yerine kaldırıyorum, dedi. O esnada Alp, sandığı eline alarak muma iyice yaklaştırdı ve altında silinmek üzere olan yazılar gördü:
-Bu yazıları okuyalım, belki de nasıl açılacağı yazıyordur dedikten sonra hecelemeye başladı.
Bu yağmurlu bir gece
Sordum size bilmece
Sandığı açmak için
Bu yağmurlar bitmeden
İnceleyin sadece
Bunun kendilerine yazılmış bir mesaj olduğunu anladılar ve düşünmeye, incelemeye başladılar. Tam bu esnada oda yeniden karanlığa büründü. Zaten yarım mumlardan birini yakmışlardı ve mum bitmişti. Mert, yeniden yarım bir mum yaktı. Mumu iyice sandığa yaklaştırdı. Hep beraber sandığı incelemeye başlamışlardı. Mahmut sandığın desenlerinde farklı gördüğü bir yere dokunur dokunmaz sandığın altında küçük bir bölüm açıldı. Hepsi heyecanlanmıştı. Bu bölümde küçük bir anahtar ve bir de anahtar deliği yer alıyordu. Acaba sandıkta ne vardı? Gece yarısı bu maceraya niçin başlamışlardı? Yağmur devam ediyor, şimşekler çakıyor, fırtına zaman zaman mum ışığını sallıyordu. Pansiyondaki herkes uyuyordu. 
Mahmut derin bir nefes aldı ve anahtarı yerine yerleştirdi. Sağa sola hareket ettirdiğinde sandığın kilidinin açıldığını hissetti. Kapağı birdenbire açmak istemiyordu. İçinde ne göreceklerini hepsi de merak ediyordu fakat usul usul açmaya karar verdiler. Mumu iyice sandığa yaklaştırdılar. Mahmut kapağı aralıyordu ki bir anda sandık elinden kaydı ve içinden bir şeyler yuvarlandı. Birden hepsi de telaşlandılar. Sandığın içinden düşen şey yuvarlanırken ses de çıkarmıştı. Mumu aşağıya doğru indirdiler. Başka mumlar da yaktılar fakat görünürde boş bir sandıktan başka bir şey yoktu. İçindeki her ne ise düşmüş ve bir yerlere yuvarlanmıştı. Hepsi telaşla sağı solu ararken birdenbire gıcırtıyla odanın kapısı açıldı. Kocaman bir gölge düşüyordu içeriye. Ürktüler, biraz sonra içeriye elinde bir fenerle pansiyon nöbetçisi Mustafa öğretmen girdi.
Öğretmen olup bitenleri sordu. Gecenin bu yarısında neden uyumadıklarını, sürekli odalarından sesler geldiğini ve bunu merak ettiğini söyledi. 
Mehmet:
-Öğretmenim, dedi. Bir şey düşürdük ama ne olduğunu bilmiyoruz, hepimiz onu arıyoruz. 
-Fenerimle size yardımcı olayım, dedi Mustafa Öğretmen fakat Mahmut:
-Gerek yok öğretmenim. Yarın da arayabiliriz, şimdi uyku zamanı, diyerek öğretmenin odadan uzaklaşmasını sağladı. 
Gerçekten de yorulmuşlardı, soğuktu ve uykuları gelmişti. Sandık artık onlar için büyülü bir şey olmaktan çıkmıştı. Zaten içi de boştu ya da önemsiz bir şeyler vardı ve düşmüştü. 
Herkes uyumaya karar verdi. Sadece Mahmut uyanıktı. Sandığı yanına aldı ve yatağına uzandı. Evirdi, çevirdi, dedesini düşündü. Uyuyakaldı. 


Bölüm 2: Sandığın İçindekiler

Dedesi rüyasında ona biraz kırgındı. Dedesinin yanına gitmişti ve dedesi ona:
-Senin gibi torun olmaz olsun. Sana en değerli sandığı hediye ettim. İçinde çok değerli bir şey vardı fakat sen ona sahip olamadın. Kaybettin. Şimdi de keyifle uyuyorsun. İnsan merak etmez mi neydi o yuvarlanan diye? Sen ne biçim bir torunsun. 
Bu sözleri duyan Mahmut, yataktan fırladı. Dedesi haklıydı galiba. Dışarda hava aydınlanmış, sabah olmuştu. Yağmur ve fırtına da durmuştu. Hemen odanın zemininde dün akşam sandıktan düşen ve yuvarlanan şeyi aramaya başladı. Gözleriyle sağı solu tarıyordu ki dolabın hemen altında bir cisim gördü. Yürüdü, cisme uzandı. Bu bir cep saatiydi fakat zinciri yoktu. Saate baktı, tam olarak 6.46’yı gösteriyordu. Odanın duvarındaki saate baktı. O da aynı saati gösteriyordu. Saati kulağına tuttu. Çalışıyordu. Yıllardır bir sandık içinde kalmış bir saatin halen çalışıyor olması ve zamanı doğru gösteriyor olması bir hayli garipti. 
Saati cebine koydu ve kapağı açık sandığın kapağını kapatmaya karar vermişti ki sandığın en altında bir bölüm daha olduğunu fark etti. Bu bölümü eliyle yokladı. Açılacak gibi değildi. Saati cebinden çıkardı. Yeniden sandığa yerleştirdiğinde saat çalışmayı durdurdu ve alttaki gizli bölüm açıldı. Gizli bölümde bir kâğıt parçası vardı. Kâğıdı eline aldı ve pencereye doğru tuttuğunda kâğıdın üzerinde bir harita oluştuğunu gördü. Arkadaşları hâlen uyuyordu. 
Birkaç saat sonra arkadaşları uyandığında hepsi dün gece yaşananları çoktan unutmuş gibiydi. O da hatırlatmadı ve her zamanki gibi derslerine gitti, geldi. 
Gördüğü rüya geldi aklına. Dedesi ona kırgındı ve onun gönlünü almak zorundaydı. Arkadaşlarının arasından ayrılıyor ve sandıkta bulduğu kâğıda durup durup bakıyordu. Sonunda o kağıttaki haritanın nereye ait olduğunu anladı. Harita köylerinin az ilerisindeki harabeye aitti. Burada çok büyük taşlar ve yıkık duvarlar vardı. İlk fırsatta haritadaki yere gitmeliydi ama haritayı daha detaylı incelemeliydi. 
O gece de dedesini gördü rüyasında. Bu kez o kadar sinirli değildi. Tebessüm ediyordu dedesi. 
-Gözüme girmeyi başardın yeniden Mahmut, dedi. Şimdi o haritayı iyice incele. Saati de kullanabilirsin, sana yardım edecek. Çok fazla yardıma ihtiyacın olduğunda ben buradayım. Yani rüya ülkesinde. Sana yeni ip uçları veririm, dedi ve kayboldu. 
Mahmut için artık okul, dersler ikinci planda kalmıştı. Her şey yalnızca bu sandık, harita ve saatten ibaretti. Dedesini özlemişti galiba. Sürekli rüyasına girip duruyordu. 



Bölüm 3: Köye Dönüş

Mahmut’un arkadaşları bir daha sandığını hiç sormadılar. O gün düşüp yuvarlanan şeyin ne olduğunu da merak etmediler. Zaten o günden sonra havalar ısınmıştı. Herkes güneş batıncaya kadar bahçede geziyor, dolaşıyordu. Dersler de yıl sonu olduğu için azalmıştı. 
Bir hafta sonra karneler alınacak ve herkes evine, köyüne dönecekti. Köye dönmeyi en çok bekleyen Mahmut’tu. Haritasını her gün açıyor ve inceliyordu. Dedesi de son günlerde rüyasına girmez olmuştu. Bir gün sessizce bir kenarda yine haritasına bakarken Mahmut’u gören Mert:
-Seni bu kağıda bakarken görüyorum sürekli, ne yazıyor bu kağıtta, diye sordu.
Mahmut, önceleri söylemek istemedi fakat Mert ısrar edince olup biteni anlattı. Mert kağıdı istedi Mahmut’tan ve ışığa doğru tutarak baktı:
-Bu kağıt boş Mahmut. Boşu boşuna hayal kurmayı bırak bence. Zaten iyice ayrıldın aramızdan. Hep kendi başına dolaşıyorsun. Bence dedene bu durumu da söyleme hiç, dedi. 
Mahmut’un morali bozulmuştu fakat kafasında tüm plan hazırdı. 
Nihayet karne günü geldi. Herkes birbiriyle vedalaştı ve duygusal anlar yaşandı lakin Mahmut başka bir heyecanla köy garajının yolunu tuttu. Köye indiğinde doğru dedesini aradı. Dedesi ikindi namazındaydı. Caminin önüne giderek dedesini bekledi. Dedesi namazdan çıktığında Mahmut’u gördü ve sarıldı. Mahmut dedesine yol boyu yaşadıklarını anlattı. Dedesi onu dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi:
-Sana bu sandığı hediye ettim ve içinde değerli bir şeyler olduğunu söyledim, bu doğru fakat içinde ne olduğunu ben de bilmiyordum çünkü hiç açamadım. Bana da dedem vermişti bu sandığı ve ona da büyük ihtimalle dedesi vermiş. Yani senelerdir dededen toruna kalan bir sandıktı bu ve açılmamıştı fakat sen açmayı başarmışsın, dedi. Bunun üzerine Mahmut:
-Peki ama dede, rüyalarıma nasıl girdin? Üstelik çok gerçekçiydi ve ben çok etkilendim bu rüyalardan, dedi. 
Dedesi:
-O kadarını bilmiyorum fakat seninle o harabelere gidelim ama şu haritaya bir de ben bakayım, dedi.
Mahmut, haritayı uzattı ve ekledi:
-Işığa doğru tutmalısın, dede. 
Dedesi:
-Bu kağıt boş evladım, dedi. Sen emin misin burada harita olduğundan. 
Mert de aynı şeyi söylemişti. Mahmut yine üzüldü. Dedesinin elinden kağıdı aldı. 
-Sen beni oraya götür, gerisine karışma, dedi. 
Dedesi Mahmut’un bu sözleri üzerine:
-Sen her şeyi çok abartmışsın Mahmut. Üzgünüm ama ben sana yardımcı olamam. Bak, sandıktan güzel bir saat çıkmış. Bunu kullan, sen de torunlarına hediye edersin. Hatta sandık içinde hediye edersin. Okuluna devam et ve kendini böyle şeylerle yorma, dedi.
Dedesi rüyasında böyle demiyordu oysa. 
Eve gelmişlerdi. 
Anne, baba, dede, torunlarla akşam yemeği yendi. Mahmut’un aklında ertesi gün sabah erkenden harabelere gitmek vardı. Harabelere tek başına gidecek ve oradaki sırrı çözecek belki de orada bir define bulacaktı. 

Bölüm 4: Düğüm

Uykusu gelmek bilmiyordu. Yatağın içinde bir sağa bir sola dönüyordu. Oysa pansiyon yatağına göre hayli rahattı yatağı. Yorganı da yündü. Eskiden olsa mışıl mışıl uyurdu bu yatakta fakat şimdi diken varmış bir o yana dönüyordu bir bu yana. 
Ne kadar döndü ne kadar zaman geçti farkında değildi lakin yine bir rüya görüyordu. Dedesi yine rüyasına gelmişti. Belki de rüya değildi bu çünkü odası, dedesinin odasıyla yan yanaydı. Dedesi tebessüm ediyor ve şöyle diyordu:
-Aslan torunum, haydi şimdi kalk ve doğru harabelere git. Gündüz seninle çok ilgilenemedim ama mutlaka bu vazifeyi yerine getirmen lazım. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözmek senin elinde koçum. Haydi, deden senden güzel haberler bekliyor. 
Bu rüyadan uyandığında hava henüz aydınlanmamıştı. Kalktı, abdest aldı ve harabelere doğru yola çıktı. Harabelere vardığında hava zaten aydınlanmıştı. Güneş ufuktan doğmuştu. Yanında getirdiği kazmaya ve küreğe baktı. Nereyi kazacaktı, kazacak mıydı? Burada ne araması gerekiyordu? Uykusunu almadan gelmemeli miydi? Kafası karışmıştı. Haritayı çıkardı cebinden. Bu haritanın ona yol göstermesi gerekiyordu. Bir yandan da saatini çıkardı ve kağıdın üzerine saati koydu. Hiçbir olağanüstü şey olmuyordu. Sonra kağıdı yeni doğmakta olan güneşe doğru tuttu. Gerçekten de kağıt boştu. Oysa daha düne kadar bir harita vardı kağıdın üzerinde. Kağıdı evirdi, çevirdi, o yana döndürdü, bu yana döndürdü, boştu. O esnada saatten gelen tıkırtıyı duydu. Cep saatinin akrep ve yelkovanı çıldırmış gibi dönüyordu. Bir süre döndü, döndü. Mahmut’un da başı dönmüştü ki akrep ve yelkovan bir pusula gibi tek yönü işaret eder biçimde durdu. Bu bir işaretti. Mahmut kazmayı aldı ve saatin gösterdiği yöne doğru Ya Allah, diyerek kazmaya başladı. Dedesinin de rüyasında söylediği gibi bu düğüm çözülmeliydi. 
Dakikalarca kazma ve kürekle çalıştı. Kan ter içinde kaldı. Artık kazdığı çukurun içinde görünmüyordu, çukur boyunu aşmıştı. Ağaç köklerinden ve taşlardan başka bir şey bulamıyordu. 
İyice yorulduğu sırada uzun bir gölge gördü çukurda. Yukarıya doğruldu. Önce seçemedi gölgenin sahibini. Dedesiydi gelen. Dedesinin yüzünde bir tebessüm vardı, Mahmut’a doğru eğildi ve fısıltıyla:
-Aslan torunum, kalktın ve harabelere geldin. Vazifeni yerine getirdin. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözebildin mi bari?
Mahmut başını öne eğdi:
-Çözemedim dede, çözemedim, dedi ve elini dedesine uzatarak kendisini kazdığı çukurdan çekmesini istedi. 

SEN ÖNEMLİSİN

 


Gamze Sena Kuyucu

Sensin bana yaşama sevinci veren
Senin olmadığın zamanlarda
Bir eksiklik hissediyorum
Yanımda

Kimileri senin farkında
Kimileri ise hiç fark etmiyor
Oysa benim için çok önemlisin
Çünkü benimsin
Sevgili küpelerim

PENCERE

 Eymen Çam
Pencereler olmasaydı
Mağaradan farksız olurdu evler
Okullar
Bir pencere 
Yetiyor değiştirmek için mekânı

Pencere, koruyor kışın soğuktan
Yazın güneşten
Olmasaydı pencereler
Sabahı fark etmezdik 
Akşamı da

Önünde dışarıyı seyredecek 
Bir pencereniz yoksa
Hep karanlıktasınız demektir
Bu aydınlık dünyada

GİZEMLİ BİR KIŞ MACERASI

Yusuf Kerem Acar
Aden Mira Kartal
İsmet Çınar Altuntaş
Eymen Çam
Gamze Sena Kuyucu

Kış bu şehre yakışıyordu. Baharı ve sonbaharı da güzeldi bu şehrin fakat kışın başka güzeldi. Dağlar aylarca beyaza bürünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar büyülü bir şehir manzarası ortaya çıkarıyordu. Şehrin en çok sevilen ve simgesi haline gelen nehir kış vakitlerinde tamamen donuyor hele de kar tatili olmuşsa çocukların üzerinde oyunlar oynaması, kızakla kayması bile mümkün oluyordu. 
İşte yine kış gelmişti üstelik bu sene gideceğe de benzemiyordu. Eskilerin anlattığı diz boyu yağan karlar bu sene de yağmıştı ve çocukların ilerde torunlarına anlatacakları soğuklar yaşanıyordu. 
Ece ve Efe bu küçük şehirde doğmuş ve başka bir şehre gitmemiş ikiz kardeşti. Efe, Ece’den iki dakika daha büyüktü ve sürekli kardeşini ağabey, demesi için zorluyordu. Ne de olsa iki dakika daha büyüktü ondan. Ece ise iki dakika kendisinden daha önce dünyaya gelen Efe’ye şöyle diyordu:
-O zaman sen de sınıfımızda senden önceki günlerde, haftalarda, aylarda doğmuş herkese ağabey ya da abla diyeceksin. 
 Şiddetli yağışlara ve soğuğa rağmen bir türlü eğitime ara verilmiyordu. Küçük bir şehir olduğu için her yere yürüyerek gidilebiliyor düşüncesiyle büyükler bir türlü okulların kapanmasına müsaade etmiyordu. O sabah da yoğun yağışa rağmen iki kardeş erkenden okul yoluna düştüler. Zaman zaman birbirlerinin ellerini tutuyorlardı düşmemek için. Okula yaklaştıklarında kapının hemen yanında soğuktan donmak üzere olan bir kedi gördüler. Ece:
-Bu kediyi sınıfımıza götürelim mi Efe, diye sordu. 
Efe:
-Efe, değil ağabey… Götürebiliriz elbette ama öğretmenlerimiz ne diyecek bu işe? 
Soğuktan donmak üzere olan kediyi iki kardeş sınıfa getirdiklerinde sınıfta kimsenin olmadığını gördüler. Bir süre beklediler. Yan sınıflarda da birkaç öğrenci ancak vardı ve öğretmenler de gelmemişlerdi. 
Sınıfta bir süre kediyle ilgilendiler. Beslenme çantalarında kedinin yiyebileceği şeylerden ona ikram ettiler. Kedi ısınıp kendine gelince sınıfta dolaşmaya başlamıştı ki okul müdürü sınıfa girerek:
-Kar ve soğuk sebebiyle okullarımız bir hafta tatil edildi çocuklar. Küçük arkadaşınızı da alarak evinize gidebilirsiniz. 
İki kardeş, artık kendine gelmiş olan kediyle birlikte yola çıktılar. Evleri hayli uzaktaydı ve ırmağın yanından da geçmek zorundaydılar evlerine ulaşmak için. Yanlarından geçen birkaç öğrenci oldu fakat onların evi yakındı okula. Uzaktan gelen yalnızca Ece ve Efe vardı. Efe okuldan çıktıklarında bu kediye bir isim vermek gerektiğini söyledi kardeşine. Ece:
-Pars, dedi. Adını Pars koyalım. Baksana şunun yürümesine. Nasıl da zıplayarak yanımızda yürüyor?
Bir süre Pars yanlarında yürüdü ancak daha sonra önlerinden yürümeye başladı. Kediyi takip ederek, şakalaşarak yürüyen iki kardeş kar yağışının da artmasıyla yarım saat kadar sonra etraflarına baktıklarında ev yolunda olmadıklarını fark ettiler. Hatta yol bitmişti ve etrafta çok az ev görünüyordu. Buraya nasıl ve ne zaman, hangi yollardan geçerek geldiklerine dikkat de etmemişlerdi. Etrafı tanımaya çalışıyorlar fakat tipiden pek bir şey göremiyorlardı. Kaybolduklarından artık emindiler. Şehre ve mahallelerine dönüş yolu yok gibiydi. Pars ise halen oyun peşindeydi ve ıslanan tüylerine rağmen ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Bir türlü yorulmak, usanmak da bilmiyordu. 
Ece:
-Madem ağabey olan sensin, haydi bizi evimize ulaştır. Ne de olsa iki dakika benden büyüksün ağabey, dedi.
Bu cümledeki “ağabey” kelimesi Efe’nin hoşuna gitmişti fakat hiç zamanı değildi bunun. Geriye dönerek kendi adımlarının üzerinden yürümek iyi bir fikirdi. Bir süre yürüdüler fakat izler kaybolmuştu. Yine bembeyaz kocaman bir boşluğun içindeydiler. 
Pars, artık yorulmuş ıslanmıştı ve sanki Ece ve Efe’den yardım istiyor gibiydi. Ece, Pars’ı kucağına aldı ve bir süre daha yürüdüler. 
Ayakları artık kendilerini taşımaz oluncaya kadar yürüdüler, yürüdüler. Vakit hayli ilerlemişti ve bir türlü şehir görünmüyordu. Artık ikisinin de gücü kalmamıştı yürümek için fakat etrafta dinlenmeye, oturmaya bir yer olmadığı gibi yol sorabilecekleri kimseler de görünmüyordu.
Ece, yaşadıklarının bir kabus olduğunu düşünmeye başladı. Efe’ye sordu:
-Ağabey, bir rüyada mıyız yoksa?
Efe:
-Rüya değil ve başımız dertte. Ben de isterdim bir rüya olmasını yaşadıklarımızın. 
Kaç zamandır Ece’nin kucağında dinlenen Pars uyanarak yere indi ve bir süre iki kardeşin ayaklarının altında dolaştıktan sonra farklı bir yöne doğru yürümeye başladı. 
Ece ve Efe bu kez onun peşinden gitmek istemediler zira onları buraya getiren, kaybolmalarına neden olan Pars’tı. 
-Şimdi evimiz nasıl da sıcaktır, dedi Ece. Üstelik annem, babam endişelenmiştir de. Yemeğimiz de hazırdır fakat biz buralarda…
Tam ağlayacaktı ki Efe ona sabırlı olması gerektiğini söyleyerek elinden tuttu. Pars’a takip etmeye başladılar fakat hava da kararmaya dönmüş, kar da durmuştu. En azından artık uzakları görebileceklerdi. Bir süre yürüdükten sonra uzaktan şehrin ışıkları görünmeye başlamıştı. Işıkları görmek biraz içlerini rahatlattı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Pars’ı takip etmekten uzaklara çok fazla bakamıyorlardı. Artık adım atacak hallerinin kalmadığı anda ırmağın kenarında olduklarını söyledi Efe. Ece, buna inanmıyordu çünkü yorgun ve açtı. Bayılmak üzereydi. Efe ne kadar ısrar ettiyse de Ece yürümemekte direniyor hatta uyumak istediğini söylüyordu. Belki de Pars’ı bir süre taşıdığı için erken yorulmuştu. Başka çaresi kalmamıştı Efe’nin. Kardeşini sırtına aldı ve artık tanıdığı yollardan evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra anne ve babasını karışışında buldu. Annesi ve babası çok merak etmişlerdi. Okulu aramışlar, arkadaşlarına sormuşlardı ve akıllarına bin türlü kötü senaryo gelmişti. Çocuklarına kavuşan anne ve baba evin yolunu tuttu. Pars da bata çıka onların yanında ilerliyordu. 
Eve ulaştıklarında artık Efe de yürümekten bitkindi. Babası, tam Pars’ı dışarda bırakarak kapıyı kapatacaktı ki Efe onu içeriye almasını istedi babasından. 
Ece bir süre sonra kendisine geldi. Efe de kıyafetlerini değiştirdi. Yemek yediler ve çay içtiler. Pars, ıslak tüylerini sobanın kenarında kurutuyordu. 
Nasıl olsa ertesi gün okul yoktu. Dinlenmeleri epey zaman alacak gibiydi bunca maceradan sonra. 
Yorgunlukla Ece ve Efe erkenden uyudu. Pars da mışıl mışıl uyuyordu. 
Sabah Ece uyandığında önce Pars’ı görmek istedi fakat Pars yerinde yoktu. Efe’ye haber etti durumu. Efe de uyandı ve evde Pars’ı aradılar fakat Pars evde değildi. 
İki kardeşin telaşını gören anneleri onlara bunun sebebini sordu. Efe:
-Dün akşam yanımızda gelen ve gece boyu şu minderde uyuyan kedimiz vardı. Adını Pars koymuştuk. Aslında bize bu macerayı yaşatan da oydu. Sabah siz mi gönderdiniz onu dışarıya, diye sordu. 
Annesi biraz şaşkın ve biraz de endişeli:
-Hangi kedi, ne zaman, nerede gibi soruları peş peşe sordu. 
Babasının geldiğini gören Efe ona:
-Dün akşam içeriye almanı söylemiştim baba. Sen kapıyı kapatıyordun, son anda içeriye aldık onu hatırlasana, dedi. 
Babası:
-Dün o cümleyi kurdun ama ben kedi filan görmedim, dedi. 
Babası ve annesi şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. 
Ece ve Efe daha şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Ece, Efe'ye sarıldı ve ekledi:
-Ağabey...

DEĞİŞİK BİR SONBAHAR HİKAYESİ

 Yusuf Kerem Acar
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal



Yağışlı bir sonbahar günüydü. Sabahtan beri devam eden yağmurun durmaya hiç niyeti yok gibiydi. Ağaçlarda kalan son yapraklar da yağmurun ve rüzgârın etkisiyle dökülmüştü. Kış, geldim geleceğim diyordu. Geceleri hava hayli soğuk oluyordu. 
Küçük bir kasabaydı burası. Tıpkı filmlerde, kartpostallarda olan kasabalar gibi bir ırmağın kenarına kurulmuştu. Sakin bir kasabaydı ve herkes birbirini tanıyordu burada. Kışa doğru herkeste aynı telaş olurdu: Yakacak ve yiyecek hazırlama… Turşular kurulur, hamurlar kesilir, sebzeler kurutulur, konserveler hazırlanırdı ve çoğu insan bu hazırlıkları tamamlamış gibiydi. İnsanlar bu hazırlıkları birbirlerine yardım ederek tamamlarlardı. Bu yıl sonbahar erken gelmişti. Pastırma sıcakları yaşanmamıştı hiç, havada ve kasabada bir tuhaflık var gibiydi. 
Okul bahçesi normalde gürültülü ve tozlu olurdu fakat gün boyu yağan yağmur yüzünden çocuklar dışarıya çıkamamışlardı. Akşam, eve dönüş saati geldiğinde de herkes hızla evine doğru koşuyordu. Okuldan her zaman en geç çıkan öğrenci Adayke yine geç kalmıştı. Sınıftan çıkmadan önce mutlaka çantasını kontrol eder ve tahtayı silerdi. Adayke, düzenli olmayı seven, ayrıntıları fark eden ve sorumluluk sahibi bir çocuktu. Sınıfta bir şeylerini unutan arkadaşı olursa doğrudan onu uyarırdı. Sınıf temizliği de onun için önemliydi. Evine doğru giderken mutlaka kurallara uygun yürürdü. Ödevlerini asla ihmal etmezdi. Adayke okuldan çıkarken neredeyse okul bomboş kalmıştı ve arkadaşları koşarak gittiği için okul bahçesi, yollar da boştu. Okul bahçesinden dışarıya adım attığında yağmurun ne kadar şiddetli yağdığını fark etti fakat yağmurda yürümeyi severdi. Islanmak istiyordu ve her zamanki gibi sakin sakin yürümeye başladı. Birkaç adım atmıştı ki başını kaldırdığında önünde bir yabancının durduğunu fark etti. Otuzlu yaşlarda, şık giyimli, temiz yüzlü biriydi karşısında duran kişi ve elinde kocaman bir siyah şemsiye tutuyordu. Adayke’ye bakarak:
-Hayli ıslanmışsın evlat. Yağmur da devam ediyor. İstersen şemsiyenin altına gel, seni gideceğin yere kadar götüreyim. 
Adayke, ilk kez kasabada gördüğü bu adamdan önceleri ürkmemişti ama ses tonunun duyunca biraz korktu ve bakışlarını ondan kaçırarak:
-Teşekkür ederim, ben ıslanmayı seven birisiyim. Eve kadar usul usul yürümem gerekiyor. 
Cümlesini tamamladıktan sonra Adayke yürümeye devam etti. Şemsiyeli yabancı ise uzun uzun onun ardından baktı. Köşeyi dönerken Adayke geriye dönerek halen adamın orda olup olmadığına baktı. Adam ortada yoktu. Kimdi bu yabancı? Yağmurlu bir havada nereden gelmişti? Kasabada başka kimse görmüş müydü onu? Okulun önünde neden bekliyordu? Adam, iyi birine benziyordu fakat nedense aklına hiç iyi şeyler gelmiyordu. Peki ama neden diğer arkadaşlarına bu teklifi sunmamıştı şemsiyeli adam? Yağmur altında yürüdükçe soruları çoğalıyordu Adayke’nin. Nihayet evinin önüne geldi. Kapıyı açtı. Annesi ve babası kapının açılmasıyla telaşlı bir vaziyette ona doğru koştular. Annesi:
-Sudan çıkmış sıçana dönmüşsün, neden bu kadar geç kaldın. Yarın hasta oldum dersen ben  sana biliyorum yapacağımı, dedi.
Adayke başını önüne eğerek:
-Evet, çorba yaparsın ve çabucak toparlanırım dedikten sonra tebessüm etti. 
Bu kez babası söze girdi:
-Neden hızlı gelmedin, belki daha az ıslanırdın?
Adayke:
-Hiç ıslanmadan da gelebilirdim, dedi. Okulun önünde bir yabancı vardı ve kocaman şemsiyesi ile beni eve bırakmayı teklif etti fakat kabul etmedim. 
Aldıkları bu cevap karşısında şaşıran anne ve babanın içine de bir endişe düşmüştü. Kasabalarında bir yabancı görmeyeli aylar olmuştu. Gelen yabancılar da mutlaka birkaç saatlik iş için uğrar geri dönerlerdi. Kimdi bu yabancı ve okul önünde neden bekliyordu?
Yağmur, yorgunluk ve soru işaretlerinin etkisiyle Adayke erkenden uykuya daldı o akşam. Sabah uyandığında yağmur dinmişti ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Saate baktı, okula geç kaldığını fark etti. Annesine seslendi fakat annesinden cevap alamadı. Babasına seslendi, ondan da bir cevap gelmemişti. Neler oluyordu? Neden evde kimse yoktu? Birdenbire aklına dün akşam gördüğü yabancı adam geldi nedense… Okula gitmeliydi fakat evde kimsenin olmaması daha büyük bir meseleydi onun için. Elbiselerini giydi, çantasını hazırladı ve bahçeye çıkarak annesini, babasını aramaya başladı. Bahçede de yoktu kimse. Komşularına sormak üzere onların bahçelerine girdi fakat onların da evlerinin kapısı açıktı ve içerde kimse görünmüyordu. Diğer komşularına baktı fakat onların da kapısı açıktı ve yine evde kimse yoktu. Kapı kapı dolaştı. Tüm kasaba boşalmış gibiydi. İnsan görmek mümkün değildi. Bir süre düşündü ve kasabada hiçbir hayvanın da kalmadığını gördü. Ağaçlarda kuşlar yoktu. Bahçelerde tavuk, kedi, köpek yoktu. Adeta başka bir kasabaya gelmiş gibiydi. Sessizlik ve ıssızlık onu boğacak gibiydi. 
Eve dönüp çantasını alarak okuluna doğru koşmaya başladı. Okulun kapısı da açıktı. Nefes nefese tüm sınıfları dolaştı. Kimsecikler yoktu. Yeniden okulun bahçesine çıktı. Ağlamak istiyordu, nefesi daralıyordu. Bahçenin önüne çıktığında siyah şemsiyeli adamı yine gördü. Yağmur yağmıyordu ama yine şemsiyesini açmıştı. Ona bir şeyler sormak istedi fakat konuşamadığını fark etti. Adam Adayke’ye bakarak tebessüm ediyordu. Nefes alamaz olmuştu Adayke. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? Bu esnada annesinin sesini duydu:
-Artık yataktan kalkma zamanı geldi. Okula geç kalıyorsun.

TEK VALİZ

 

Doğa Uzunpınar
Ekin Akçay
Elif Serra Yıldırım
Nehir Güver
Elif Naz Özden
Elif Dağdeviren
Şeyma Ateş
Beste Kaya

Şimdilerde doğduğum topraklarda sonbahar ne güzeldir, diye düşündü. Oysa bu ülkede ve bu şehirde sonbahara dair yaşanabilecek güzellikler ne kadar azdı. Mesela ayaklarının altında hışırdayan yapraklar yoktu. Mesela göç eden leylekler yoktu. Turşu yapan, elma kurutan, salça yapan kimseler de yoktu. Okul alışverişleri ile dolup taşan caddeler, sokaklar yoktu. Ama burada olan şeyler de doğduğu şehirde yoktu. Burada kargaşa ve gürültüden başka bir şey yoktu aslında fakat kargaşanın ve gürültünün her türü vardı. Binalar gökyüzüne kadar uzanıyor bazıları bulutları sıyırıyordu. Yollarda iğne atsanız yere düşmezdi. İnsanlar yürümekten çok koşuyor gibiydi ve taşıtlar gün boyu, gece boyu vızır vızır ilerliyordu. Yalnızca yerde değil gökyüzünde de benzer bir trafik vardı. Alışılacak gibi görünmüyordu bu hayata. Bu ülkeye, bu şehre geleli henüz birkaç gün olmuştu ve buradaki yaşam tarzını henüz kavrayamamıştı. Kaç gündür doyasıya yemek yememişti. Makarna ve salata dışında hiçbir şeye yaklaşamıyordu. Çünkü kendi ülkesindeki mutfak kültürünün en küçük kırıntısı bile yoktu buralarda. Zaten insanlar tıpkı sokakta yürüdükleri gibi yemek yiyordu. Olabildiğince hızlı yiyorlardı. 
Zihninden hep düşünceler geçiyordu ve bir an bile düşünmeyi bırakamıyordu. Zihni hep meşgul olduğundan birkaç kez yanlış sokağa girmiş ve kaybolmaktan son anda kurtulmuştu. Zaten sokaklar hep birbirine benziyordu. İnsanlar da hep birbirine benziyordu. Bu kadar benzerlik içinde tek aykırı görünen kendisiymiş gibi hissediyordu. Çirkin Ördek Yavrusu masalını yaşıyor gibiydi bu ülkede. Sadece gündüzler değil geceleri de hayli yorucuydu onun için çünkü gece boyu da gürültüler bitmiyordu. Güç bela uykuya dalıyor sonra karmaşık rüyalardan kan ter içinde uyanıyordu. Bu düşünceler zihninde dolaşırken kaldığı yurdun kapısının önüne geldiğini fark etti. Yurda karşı bir aidiyet hissi yoktu. Ülkesindeki en ucuz otel bile onun için buradan daha cazipti. Buraya ait olmadığını her adımda hissediyordu. Fakat yapacak bir şey yoktu, buraya eğitim için gelmişti. Onca sınavdan geçmiş, onca başarı elde etmiş ve bu üniversiteye davet edilmişti. Pek çok arkadaşının hayaliydi bu. Kendisinin de hayali buydu fakat gerçekler hayallerindeki gibi değildi. Yurt dışını deneyimleyen bütün arkadaşları onu teşvik etmişti fakat kimse bu zorluklardan bahsetmemişti. Birdenbire acıktığını hissetti. Keşke üzerine tereyağı dökülmüş bir mercimek çorbası olsa ve yanında küçük bir salata bulunsaydı. 
Annesi ne güzel yemek yapardı. Memleketinin ekmeklerini, ekmek kokusunu bile özlemişti. Fırınların önünden geçerken burnuna gelen ekmek kokularını hatırladı. Daha ilk günlerde bu kadar memleket özlemi fazlaydı. Fazla duygusallaşmıştı. Oysa neşeyle binmişti uçağa ülkesinden ayrılırken. Kendisini toparlamalı ve bu hayata ayak uydurmalı, hayallerini gerçekleştirmek için çalışmaya başlamalıydı. Kaldığı yurdun merdivenlerinden bu düşünce ile odasına doğru ilerledi. Odasında kendisinden başka biri daha kalacaktı fakat şimdilik yalnızdı. Odasının kapısını açtığında odada yeni birini gördü. Kendisiyle aynı yaşta görünen bu genç kızı görür görmez düşünceleri dağıldı. Bir oda arkadaşına sahip olacağı için sevindi ve heyecanla:
-Merhaba, dedi. 
Bu kelimeyi duyan genç kız gülümsedi ve ayağa kalktı:
-Türk müsün? 
İkisi de heyecanlanmıştı. 
-Elbette Türk’üm. Adım, Gülce. Ankaralıyım. 
-Benim adım da Rengin. Bugün geldim buraya ve kendimi çok yalnız hissediyordum az önceye kadar. Şimdi öyle mutlu oldum ki. Sanki Aksaray’da gibi hissettim kendimi. Aksaray’dan ilk kez çıktım şehir dışına ve buraya geldim. 
Gülce:
-Tanıştığımıza sevindim, dedi. Şu birkaç gün ne kadar zor geçmişti benim için bir bilsen. Artık sen varsın ve yalnız değilim.  
Sonraki günler Gülce ve Rengin için çok fazla sıkıcı değildi. Arkadaşlarıyla da usul usul tanışıyorlar, dil öğreniyorlar ve anlaşmaya çalışıyorlardı. Hatta zaman zaman kendi aralarında bile Türkçe konuşmadıkları oluyordu. Artık Gülce ve Rengin bu şehrin yemeklerine, sokaklarına, hayatına alışmaya başlamışlardı. Günler hızla geçiyordu. Rengin, Gülce’yi ülkelerine döndüklerinde Aksaray’da misafir edecekti. Gülce de Rengin’i Ankara’ya davet etmişti. Heyecanla ülkelerine dönecekleri günü bekliyorlardı. Bir yandan da dersler sona ereceği için üzülüyorlardı. 
Nihayet okulun son günü gelmişti. Hazırlıklar yapılmıştı memlekete dönmek için. Gülce de Rengin de başarılı geçen bir seneden dolayı mutluydu. Artık bu şehrin, ülkenin yabancısı saymıyorlardı kendilerini ve çok iyi İngilizce konuşabiliyorlardı. Rengin, valizini tam olarak toplamadığı için sınıftan erken ayrılmıştı. Son ders bitmiş, herkes vedalaşmaya başlamıştı. Bu esnada dersin öğretmeni, Gülce’ye yaklaştı:
-Tebrik ederim Gülce.  Bir sene boyunca odanda tek yaşadın. Çok uzaklardan farklı bir coğrafyaya gelmene rağmen bu başarıyı elde ettin. 
Bu sözler Gülce’yi korkutmuştu. Hemen sınıftan ayrıldı. Koşarak odasına çıktı. Odasında sadece bir dolap, bir yatak ve kendisinin hazırladığı valiz vardı. 

KARANLIK YOL



Fatma Beren Karatepe
Agâh Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Zümra Şahin



Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Güneş batmak üzereydi. Günler iyice kısalmıştı, çabucak akşam oluyordu. Yollardaki ağaçların yaprakları kaldırımlara serilmiş sarı bir halı manzarası oluşturuyordu. Güneş batar batmaz hava iyice serinleyecekti. Oysa öğle vakti sıcaktan bunalıyordu insanlar. 
Aslında sonbaharı seviyordu ama sonbaharda okullar açıldığı için biraz canı sıkılıyordu. Senelerdir her sonbahar aynı şeyi yaşıyordu. İlkokula başladığı günden beri sonbaharlarda yüzü gülmemişti. Sonbahar demek evden uzak kalmak demekti, okul demekti, kantin, dersler, öğretmenler, teneffüsler, ödevler demekti. Hatta müdür demekti. Neyse ki evleri okuluna yakındı. Tam sekiz senedir gidip geldiği bu yolları ve bu yollardaki insanları ezberlemişti. Hatta bazen yol sıkıcı olmasın diye gözlerini kapatıyor biraz yürüyor sonra yeniden açıyordu. Yalnızca insanları değil hangi kaldırım taşlarının bozuk olduğunu, hangi ağacın kurumak üzere olduğunu, hangi ağacın üstünde hangi tür kuşun yuva yaptığını bile ezberden biliyordu. Çöp kutularının içinden ansızın fırlayan kedileri de tanıyordu ve her birine bir isim vermişti onların. Bunları düşünürken yolu yarılamıştı ama artık bu sene yol uzun geliyordu ona. Sıkılmıştı. Tam gözlerini kapatıp biraz da gözleri kapalı yürümek istemişti ki ilk kez farklı bir şey gördü. Önündeki yol ikiye ayrılıyordu. Oysa sekiz senedir bu yol dümdüz evlerine kadar onu ulaştırırdı. Durdu, sağa sola baktı. Gözlerini ovuşturdu. Evet, yol ikiye ayrılıyordu. Ne zaman yapılmıştı bu yol? Kim yapmıştı? Sabah görmemişti bu yolu. Üstelik sağa doğru ayrılan yol hayli karanlık ve sessiz görünüyordu. Belki de o yolu sadece kendisi görüyordu. Çünkü yanından geçen insanlardan hiç kimse o tarafa dönmüyordu. Belki de insanlar o yolu görüyor fakat girmekten korkuyordu. Birdenbire onun da içine bir korku düştü. Oysa merak ediyordu o yolun nereye çıktığını. Tek başına gidecek cesareti yoktu. Ansızın sekizinci sınıf olmanın verdiği usancı unuttu ve kafasında binbir soruyla eve doğru ilerledi. Evine ulaştığında annesi ondaki farklılığı sezmişti ama sormadı bile. Akşam yemeğini yedi. Testlerini çözmek üzere masaya oturdu fakat bir türlü okuduklarını anlayamıyordu. Gözünün önüne hep o karanlık yol geliyordu. Bir bahane bulsa da evden çıkabilse o yola girecekti fakat akşamları dışarıya çıkmaması gerekiyordu. Pencereye baktı. Dışarısı hayli karanlıktı. Sanki pencerenin arkasında kendisine bakan biri var gibiydi. Korkmaya başladı. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Kim olabilirdi ki bu saatte pencerenin önünde. Üstelik 8. Katta oturuyordu. Kendisini sorgulamaya başladı. Belki de psikolojisi bozulmuştu. Pencerede gördüğünü zannettiği şey belki de kendi yansımasıydı. 
Düşünmekten yorulmuştu. Çabucak uykusu geldi ve sabah aniden uyandı. Rüya görmüş müydü? Belki… Hiçbir şey hatırlamıyordu sadece aklında o karanlık yol vardı. Sanki gözlerini kapatmış ve birkaç saniye sonra sabah olmuş gibiydi. Giyindi, kahvaltısını yaptı ve hızlı adımlarla okula doğru yola çıktı. Aslında o sağa ayrılan yolu merak ediyordu. Yolun ayrıldığı yere gelince gördüklerine inanamadı. Dün akşam gördüğü yol kaybolmuştu. Bir süre bekledi, gözlerini ovuşturdu. Salavat getirdi. Kaldırım taşlarından birine oturdu ve bekledi lakin yol yoktu. Okula geç kalmamak için yeniden yola koyuldu. 
İlk ders, ondaki farklılığı sezen arkadaşları teneffüste ne olduğunu sordular. Biraz korkmuş biraz da şaşırmış vaziyette olan biteni anlattı. Arkadaşları da heyecanlanmıştı. Öğlen arasında yasak olmasına rağmen okuldan ayrılarak o bölgeye gitmeye karar verdiler. Hepsi birden çıkamazdı, bu dikkat çekerdi. Birer birer ayrılacaklar ve köşe başında buluşacaklardı. Plan hazırdı. 
Derslerin nasıl geçtiğini de anlamadılar çünkü dinlemediler. Hepsinde büyük bir heyecan vardı. Toplam beş kişiydiler. Öğlen vakti gelince sessiz sedasız birer birer okuldan sıvıştılar. Köşede buluşup hızlı adımlarla bölgeye geldiler. Mert, olay yerine gelince yine morali bozuldu çünkü sabah gördüğü manzaranın aynısıydı burada karşılaştığı. Arkadaşlarına anlatmaya başladı. Arkadaşları Mert’e bakarken üzülmeye başladılar. Mert ne kadar heyecanla anlatsa da bu hikayeye kimse inanmadı. Arkadaşlarından Efe, Mert’e baktı ve konuştu:
-Dün sen öğlen yemeğinde ne yemiştin?
Mert, bu sorunun nedenini anlamıştı. Cevap vermedi. Bu esnada Ferdi girdi söze:
-Günde kaç saat uyuyorsun Mert?
Mert, bu soruya da cevap vermedi. Sorular peş peşe geliyordu. Meral devam etti:
-Sen buradan geçerken saat kaç oluyor akşamları?
Mert, saati hesap etmek üzereydi ki Elisa söze girdi:
-Ben sana inanıyorum Mert. Okuduğum bazı kitaplarda zaman bölünmesi, boyut değişimi gibi bazı şeylere rastlamıştım. Fantastik kitaplarda sık karşılaşırım bu durumla, dedi. 
Ders saatinin yaklaştığını fark ettiler. Hızla okula yöneldiler. Okula girerken toplu halde girmişlerdi ve Müdür’ün pencereden kendilerini gördüğünü fark etmediler. Müdür, bu öğrencileri tanıdığı için sorun çıkarmadı. Mutlaka kırtasiyeye ya da benzer bir yere gitmişlerdir, diye düşündü. 
Mert, öğleden sonraki dersler boyunca sustu. Arkadaşları da Mert’in yanına uğramadı. Keşke söylemeseydim, diye düşündü Mert. Belki de haklılardı. Zaten kendisi de bir kez görmüştü bu yolu. 
Akşam eve dönerken bu yolu artık göremeyeceğini düşünüyordu ki yine aynı şey olmuştu. Sağ tarafta yolu yine gördü. Büyülenmiş gibi bir süre yola baktı. Tam bu esnada dün gece pencerede gördüğü yüze benzer bir yüz gördü yolun karanlığa kavuşan noktasında. Salavat getirdi. Besmele çekti. Yol karışışında duruyordu. Bu yolun gerçekten var olduğunu bir şekilde ispatlamak için birilerini aradı gözleri. Yolda kimse yoktu. Hatta bu vakitte çoğalan kuşlar bile yoktu ortada. Dünya durmuş gibiydi. Yola girip girmemekte endişeliydi. Belki de son kez görüyordu bu yolu. Bu yola girmeliydi. Bu yolda yürümeliydi. Sonucu ne olursa olsun bu tecrübeyi yaşamalıydı. Yolun ötesinde görünen silik yüz kendisini çağırıyor gibiydi. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Cesaret toplamaya çalıştı. Yola girmek için gözlerini açtı ve ilk adımını attığında yolun kaybolduğunu gördü. Daha fazla burada bekleyemezdi. Evin yolunu tuttu. 
Yolda yürürken Elisa’nın söyledikleri aklına geldi. Bu konularda yazılmış kitaplardan bahsetmişti. 
Evine girdi, tüm işlerini hallettikten sonra temiz bir kağıt koydu masaya. Kalemlerini çıkardı. Bir hikaye yazmalıydı. Önce hikayenin adını yazdı kağıdın en başına büyük harflerle:
KARANLIK YOL…

20 Eylül 2024 Cuma

YARIM

Akın Eliş, Ezgi Budak

Kendini çok eksik hatta yarım hissediyordu. Bir şeyler eksikti hayatında ama ne olduğunu bilmiyordu. Müzik dinliyordu fakat yarımlığını unutamıyordu. Ders çalışıyordu. Kimsenin çalışmadığı kadar çalışıyordu fakat hep bir yarımlık hissi zihninde çivi gibi batıyordu. Kitap okuyordu, parka gidiyordu, yürüyüşe çıkıyordu ama hep bir şeyler eksikti. 
Zaman zaman bu hissi ailesiyle ve arkadaşlarıyla konuşmaya yeltenmişti ancak ailesi onu psikoloğa götürmeyi teklif etmişti. Arkadaşları ise az ders çalışmasını ve az kitap okumasını önermişlerdi. Ciddiye alınmamıştı kimse tarafından bu sorunu. Ne yapsa, ne etse yaptığı, ettiği her şey bir boşluğa düşüyor gibiydi. Kocaman, karanlık bir uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordu her eylemi ve sonra bulamıyordu onları. Kayboluyordu yaptığı şeyler, kayboluyordu düşündükleri bile. 
Rüyalarına bile siniyordu bu yarımlık hissi. Rüyaları da kayboluyordu. Hayatı yarım yaşadığını düşünmeye başlamıştı ve etrafını yarım gördüğünü. Her şeyi yarım görüyorum, diyemezdi. Anlatamazdı ki bunu kimseye lakin öyleydi. 
Arkadaşlarının arasında gülüyor, eğleniyormuş gibi yapıyordu. Onlardan ayrı kalınca daha da derinleşiyordu önünde durduğu uçurum. Daha da karanlıklaşıyordu. Onlarla maç yapıyor, onlarla pikniğe gidiyor, yürüyüşe çıkıyordu. 
Yine bir okul çıkışıydı ve herkes evine doğru ilerliyordu. Kimileri de okul önünde bekleyen servis araçlarına doğru gidiyordu. 
Üç kişilerdi birlikte yürüyen. Üç kişilerdi, eve kadar birlikte gidecek olan. Okulun dışına çıkmışlardı. Vakit ikindiydi ve havada hoş bir kızıllık vardı. Gölgeler uzamıştı. Üç arkadaş güneşi arkalarına almışlar, yürüyorlardı. Bir süre sonra beş kişi yürüdüklerini fark etti. Üç kişilerdi ve önlerinde yalnızca iki gölge vardı. Adımlarını yavaşlattı. Bir süre sonra yürümeyi bıraktı. İki arkadaşı ve iki gölge ilerlemişti. Gölgesinin olmadığını fark ettiğinde olduğu yerde kalmıştı. Bir ses duydu bunu fark ettiğinde. Çıtırtıya benzeyen bir ses. Arkadaşları döndü ve yanına geldiler. Gölgeler dönmedi. 

BİLİNÇALTI SANRISI


Ezgi Budak

Belki de bizi ayık tutan şey rüyalardır. Rüya, görme isteğiyle topladığımız bilgilerdir. Bilinçaltımıza işleyen, biz farkında olmasak bile bu arzuyla yanan küçük bir istektir. 
Uyku, bir kaçıştır. Hayatın somutluğunu bırakıp soyuta kaçtığın bir yoldur. Kısa sürse bile tüm iplerden ve yüklerden kurtulduğun bir eylemdir. Rüya görmek de cabası. Geçici bir süre bile olsa insanın inandığı bir sanrıdır. Yani rüya sanrı mıdır, değil midir bilmem. Ama en yakın kelime bu galiba. Peki, kabuslar da açgözlülüğün bir sonucuysa? Zaten böyle bir kaçış şansımız varken bir de farklı bir gerçeklik istememizden kaynaklanıyorsa? 
Güçlü bir iradeye sahip olmadıkça göreceğimiz rüyayı seçemeyiz ya da rüya  gördüğümüzü anlayamayız. Tabi kabuslar o gün veya o günler içinde gördüğümüz kötü şeylerin yansıması da olabilir. Ama zaten kötü bir gün geçirmişsek kaçış yolumuz neden bize daha çok yük olsun ki? Belki de kabusları kafamızda büyüten bizizdir. Fakat soluk soluğa uyandıktan sonra etkisini sürdürdüğü de doğrudur. Bu her ne kadar bizim hayal gücümüz olsa da. 
Kabus ve rüya kavramları gerçekten garipler. Gözümüzü kullanmadan bize görüntüler gösteren soyutluğun en güzel güçlerinden biri bence. Rüya ya da bilinçaltı sanrısı anılardan da ibaret olabilir. Kaçışımızın gerçekliği ve gerçekliğin kaçışı. Rüyalar her zaman mantıklı değildir. Lakin insanlar bu kıymetli sanrıya anlam yükler. Kaybetmek istemeyecekleri bir kavram. Her sorun uyuyarak çözülmez ama sorunların çözümü uyuyarak bulunabilir. Rüyaların kısa süreli bellekte yer alması onların unutulması gerektiği anlamına gelmez. Aksine az oldukları için değerlidirler. İnsana özel oldukları için değerlidirler. 

EKSİK TUĞLA


Ezgi Budak
Gözü kapalı resmedilir adalet. Çünkü o insanları dış görünüşüne göre yargılamaz. Her ne kadar bu çağın insanı tam tersini yapıyorsa da. Adalet kavramı soyuttur zira somutluğa ihtiyaç duymaz. İnsan bu iki gerçeklikten oluşuyor olsa bile belki de somutluğun adaleti güçsüz kılacağından soyuttur. Eşitlik ve adaletin aynı kavram olmadığı aşikâr. Eşitlik terazide gösterilemez.  Çünkü o terazinin kefelerine birer insan koyarsak elbet biri aşağıda kalır. Lakin eşitlik için o terazinin kolları aynı hizada olmalıdır. 
Ne yazık ki adalet bu günlerde gerektiği değeri görmüyor. Aslında insanın yaşama arzusunun fitili adalet olsa da o fitil yanamayacak kadar ıslak durumda. Şimdinin insanı insanlığın yani insanlık kelimesinin eksik kaldığının farkında değil. Fakat insanın ruhu evse bir tuğlası bile eksik kalınca içeri yağmurun, rüzgârın, dolunun girmesi kaçınılmaz oluyor. O eksik tuğlanın adı, adalet…
Tabii ki bu konu hakkında genelleme yapmak doğru olmaz. Ne de olsa her insan farklıdır. Bu yalnızca bir gözlem. Zaten bu gözlemi yapması gereken insanın kendisi. Yine de güçlü bir adalet duygusu ruhun gıdasıdır. Çünkü yalnızca adalet barışı getirebilir.