Zehra Yıldırım, Zeynep Karaman, Meryem Katırcı
Eren’le tanıştığımızda yaz mevsiminin en sıcak günleriydi ve bir gece yarısıydı. Önce sesini duydum, sonra kendisini gördüm. Onu tanıdığım için mutlu değildim aslında çünkü özellikle geceleri huzursuzluk veriyor, uyutmuyor, habire bağırıp çağırıyordu. Sinir bozucuydu Eren ve bunun farkındaymışçasına davranıyordu. Her yerde karşıma çıkma ihtimali vardı. Bazen salonda, bazen mutfakta bazen kendi odamda. Sarı, bir canlıda ancak bu kadar itici durabilirdi. Baştan ayağa sapsarı ve gevezeydi Eren.
Aslında Eren günün belli saatlerinde bana musallat olan bir kâbus gibiydi. Aradığımda ya da boş zamanımda karşıma çıkmazdı hiç. Ya çok dersim olduğunda ya da uykum geldiğinde karşıma çıkardı. Herkesin hayatında mutlaka onun gibi birilerine rastladığı dönemler olmuştur. Sesi sanki kulağımdan bir iğne gibi ilerliyor ve beynimde inliyordu. Onun kadar çelimsiz, küçük biri bu kadar büyük bir rahatsızlığa nasıl sebep oluyordu, anlamıyordum bunu. Boş bir vaktimde karşıma çıksa ben çözümü biliyordum fakat boş zamanlarımda özellikle saklanıyordu sanki benden.
Onun iyi bir eğitimle düzelebileceğine, faydalı bir canlıya dönüşeceğine inandığım zamanlar bile vardı. İyi kötü bir mevsim başımın belası oldu Eren. Sonbaharla birlikte artık onun sesini duymaz oldum, yüzünü görmez oldum. Üzüldüm diyemem yokluğuna ama demek ki alışmışım varlığına da.
İyi ki diyorum onun yüzünden katil olmadım. Buna gerek kalmadı yani. Bir sabah uyandığımda pencerenin önünde ölüsünü gördüm. Sırtüstü yatmış ve hareketsizdi.
Odamdaki saksının toprağına küçük bir katkıda bulunur belki diyerek çiçeğimin dibine gömdüm onu. Üstelik gömerken onun çıkardığı vızıltıya benzer vızıltılar çıkardım ben de. Küçük bir tören de yaptım kendimce ve şöyle dedim:
-Seni sevmemiştim hiç sivrisinek fakat yine de yokluğunu şimdi hissediyorum. Işıklar içinde uyu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder