Emir Subaşı
Akın Eliş
Metehan Ersoy
Ezgi Budak
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir. Oysa başlamıştı bile. Uykuda mıydı?.. Belki de… Rüya mı görüyordu?.. Galiba. En son ne zaman rüya görmüştü? Düşündü, düşündü… Hatırlayamadı. Akşam yakındı. Sabah ve öğle ne zaman geçmişti, hatırlayamadı. Uykusu vardı. Gözleri bazen kendiliğinden kapanıyor, sonra aniden gözlerini açıyor, etrafa bakıyor, bir süre sonra yeniden uykunun eşiğine varıyordu.
Yalnızca o değildi bu hâlde olan. Bu kasabada yaşayan insanların tamamı rüyalarını kaybetmişlerdi. Anlatacak rüyası olmamak… Bunun acısını başka kasabalarda yaşayan insanlar bilemezdi. Uyku demek, karanlık demekti onlar için ve karanlık korkutucuydu. Bu yüzden uykudan da kaçar olmuşlardı. Uyumak istemiyorlardı. Çoğu insan artık yaşamı bir rüya olarak düşünmeye başlamıştı. Gerçek rüyayı ise zaten unutmaya başlamışlardı. Yalnızca kasabanın yaşlıları çocuklara çok çok önceden gördükleri tatlı rüyaları anlatıyorlardı. Hiç rüya görmemiş çocuklar anlatılan şeyleri anlamakta zorlanıyordu fakat dinlemek güzeldi.
-Benimle başlamasın, demişti ama başlamıştı. Uykunun eşiğinden adım atacaktı ki uyku kapısına sırtını döndü ve düşünmeye başladı yeniden. Rüya… Bu kelimede bir aşinalık vardı ama bir o kadar da sonsuz çağrışımı vardı. Zihninde yankılandı durdu: Rüya… Rüya… Rüya… Aslında bir isim de olabilirdi bu. İnsanlar azalan değerleri, kıymetli şeyleri hep isim olarak vermiyorlar mıydı çocuklarına: Erdem, Onur, Özgür, Barış… Rüya da belki bir isimdi ve kelime yankılanıyordu zihninde.
Kasabada kimsenin rüya görmediği anlaşıldığında ve bu olay bir sorun olarak ilk kez duyulmaya başladığında başka kasabalardan insanlar gelmeye ve rüyalarını anlatmaya başlamışlardı ilk zamanlarda. O zamanlar başka kasabalardan sürekli insanların gelmesi ve burada yaşayanlara soru sormaları, kendi rüyalarını anlatmaları kasaba halkının hoşuna gitmişti. Akın akın, uzaktan yakından onlarca insan gelmişti kasabaya ve soruyorlardı:
-Ne yani, gerçekten kimse rüya görmüyor mu bu kasabada.
Hatta bazı insanlar bu kasabaya uyumak için geliyorlardı. Onlar rüya görmek istemeyen, rüyasında daha çok yorulan ya da kabus gören insanlardı genellikle. Gerçekten de bu kasabada uyudukları gece hiç rüya görmeden uyanıyor ve şaşkın şaşkın evlerinin yolunu tutuyorlardı. Kimi kabuslarıyla vedalaşıyordu kimi sağlığını kazanarak dönüyordu. Hatta bir dönem kasabada rüya görmek istemeyen insanlar için küçük bir otel bile kurulmuştu.
Ya tam tersi ise yaşananlar, diye aklından geçti. Yani burada herkes çok fazla rüya görüyor ve gerçeğe çok yakın rüyalar görüyorsa… Ya rüyalar var ama mekan değişmiyorsa… Belki de böyle bir durum vardı ve çok fazla tedirgin olmaya gerek yoktu. Bu düşüncelerle önündeki bisküviye uzandı. Bisküvinin tadı yoktu. Bir tane daha, bir tane daha aldı. Bisküvinin tadı yoktu.
Rüyasız geçecek bir akşamın daha sonuna yaklaşmıştı. Vakit gece olmuştu. Korkuyordu karanlığa teslim olmaktan. Uyumaktan, rüyasız uyanmaktan.
Kasabaya bilim adamları gelmişti. Psikiyatrlar gelmişti. Çok uzun süre çalışma yapamadan geri dönmüşlerdi çünkü bilim adamları da burada rüyalarını kaybetmişlerdi. Bir daha rüya göremeyecek olmaktan korkup kasabayı terk etmişti gelenler.
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir fakat bitiyordu usul usul. Sonuna yaklaşılmıştı durgun bir gecenin, hikâyenin. Karanlığa kendini teslim etmek istiyordu artık. Uyumak istiyordu. Rüya görmeyecek bile olsa uyumak… Saatlerce uyumak, günlerce uyumak istiyordu.
Kolları kendiliğinden iki yana düştü oturduğu sandalyede. Gözleri kapandı. Nefes alışları yavaşladı. Uyandığında sınıftaydı. Sınıf listesindeki son kişiydi. Gözlerini ovuşturdu ve rüyasını anlatmaya başladı:
-Belki de bizi ayık tutan şeyler aslında rüyalarımızdır, diyerek başladı söze.