27 Nisan 2024 Cumartesi

İYİ MİSİN SEN?

Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu


Her şeye karşı çıkıyordu. Günün 24 saat olduğunu söyleyen birine:

-Ama zaman; kişiye göre değişir, bazen bir saat bir yıl gibi geçebilir, diyordu.  

En yüksek notu aldığı için sevinen arkadaşına:

-100’den büyük sayılar da var, farkında mısın? Bunun en yüksek not olduğuna inanmıyorum, diyordu.

Sık sık arkadaşları tarafından yalnızlığa itilse de ailesi tarafından çok sevildiğini hissediyordu çünkü ailesi sık sık onu gezmeye gönderiyor, eve geç kaldığında “neredesin” diye sormuyor hatta erken geldiğinde üzülüyorlardı. 

Bakkala, markete, maça, konsere, sinemaya… istediği her yere, saat ve gün sınırı olmaksızın gidebilirdi. Okulda bile yatabilirdi. Ailesi ona işte bu kadar güveniyordu. Arkadaşları gibi değildi onlar. Onun değerini anlıyorlardı. 

Hayatı hep böyle cins düşünerek, cins şeyler yaparak, cinslikle mi geçecekti? Aslında cins kelimesi bazen yetmiyordu, “gıcık” kelimesi daha uygun oluyordu onu tarif etmek için. Çoğu arkadaşı ona “gıcıksın” diyordu ve çok mutlu oluyordu bu kelimeyi duymaktan. 

-Bir daha söyler misin, diyordu kendine “gıcık” diyene. Üstelik bir de teşekkür ediyordu çünkü sıradan olmak istemiyordu. Farklı olmak hoşuna gidiyordu. Gıcık olmak da bir farklılıktı. 

Gün boyu tuhaflıklar yapmış -aslında tuhaflık demeyelim, sıra dışı şeyler diyelim- yorulmuştu. Son günlerde kendini normalleşmiş hissediyordu. Eskisi kadar farklı karşılanmadığı için daha çok “cinslik” yapması gerekiyordu. Yoksa sıradan bir çocuk olacaktı. Sıradan çocuk olmak onun için pazarda çürük domates olmak gibi bir şeydi. Gerçi çürük domatesten de bir şeyler yapmak mümkündü. Mesela, salça. Salçalı ekmeği çok severdi fakat market ekmeği olmayacak. Annesinin yaptığı ekmeklerden olacak ve salçayı bu ekmeğin üzerine sürecek, sokağa çıkacak ve bu ekmeği yiyerek okulun basket sahasına kadar ulaşacaktı. Okul bahçesi ona hep İstiklal Marşı’nı ve okul müdürünün değerli konuşmasını hatırlatırdı. Okul müdürünün konuşmasını ne öğrenciler beğenir ne öğretmenler beğenirdi. Hatta çoğuna göre “boş” konuşurdu. Hava çok sıcaksa genelde okul müdürü konuşmayı iki kat daha uzatırdı. Öğrenciler ve öğretmenler bundan çok şikâyet ederdi ama aslında okul müdürünün çabası, sıcaktan mayışmış öğretmen ve öğrencilerin zihinsel potansiyelini artırmak içindi. Neden sadece bunu o anlıyordu? Bunu, yani müdürün yaptığı bu hizmeti, faydalı işi… İşte bunu anlamıyordu.

Anlamadığı başka şeyler de vardı. Maç izlemeye gittiği bir gün dayak yemekten son anda kurtulmuştu. Galatasaray-Fenerbahçe maçına güçlükle bilet bulmuş, keyifle maçı izlerken tuhaf bir olay yaşamıştı. Koyu Fenerbahçeliydi. Maçta bir ara Galatasaray, Fenerbahçe’ye gol atmak üzereyken herkes tepki gösterip yuhalamaya başlamıştı. O ise bu esnada üzerindeki Fenerbahçe tişörtünü çıkarmış ve altındaki Galatasaray forması ile bağırmaya başlamıştı:

-Galatasaraaaaay, Galatasaraaay!  

Bu duruma tepki gösteren diğer seyircilerden güç bela kaçabilmişti. Oysa futboldu bu. İyi oynayan takımı tebrik etmek ve ona tezahüratta bulunmak gerekliydi. Koyu Fenerbahçeliydi ama aynı zamanda yerine göre koyu Beşiktaşlı, koyu Galatasaraylı, Ümraniye Sporlu da olabilirdi. Hatta Koyu Zeytinburnu Sporlu bile olabilirdi. İnsanların bir futbol takımını ölesiye sevmesini anlayamıyordu. Başka insanlar bunu “gıcıklık” olarak düşünse de. 

Kafasından bunlar geçerken eve ulaşmıştı bile. Yoksa sıradanlaşmış mıydı? Hiçbir tepki almamıştı arkadaşlarından. Galiba normalleşiyordu. Bu durum üzücüydü. Kapıyı açtı, içeriye girdi. Ailesi, onu bu saatlerde evde görmeye alışık değildi. Üstelik üzgün görmeye hiç alışık değildi. Sessizce odasına geçti. Yemek saatine kadar bekledi. Yemek saati geldiğinde sofraya geçti. Normalde evde çok az yemek yerdi. Sofraya oturdu ve önce tatlıdan yemeye başladı. Sonra pilavı bitirdi. Üzerine de çorbayı içti. Çorbayı içtikten sonra besmele çekerek odasına döndü. Ailesi onu tanıdığı için tepki vermemişti bu beslenme sıralamasına. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Kimsenin tepki vermemesi sorun haline gelmişti. Ertesi günü “gıcıklık günü” olarak planladı. Şimdiye kadar yapmadığı gıcıklıkları yapacaktı. 

Sabah bu düşünceyle okula gitti. Arkadaşları sıra halinde bekliyordu. Sıraya girmedi ve bayrak direğinin yanına geçti. Kimse onu sıraya geçmesi için ikaz etmedi. Okul formasını giymemişti. Kimse ona okul formasının nerede olduğunu sormadı. İlk dersleri Türkçeydi. Derste matematik kitabını çıkardı ama öğretmeni hiçbir şey demedi. Son derse kadar bütün gıcıklıkları yaptı fakat kimsenin sesi çıkmıyordu. Son ders geldiğinde sırasının yönünü duvara çevirdi ve öyle bekledi öğretmeni. Öğretmen ders boyu hiçbir şey söylemediği gibi gıcıklık olsun diye söz hakkı istediğinde konuşması için söz hakkı bile verdi. Bu kadarına da pes, dedi içinden ve alakasız şeyler konuştu fakat öğretmen:

-Aferin sana, dedi. Bugün derste çok iyiydin. Keşke hep böyle olsan. 

Dersler bitmişti. Çok yorulmuştu, evine gidip dinlenmek istiyordu. Yolda aklına başka bir şey daha geldi. Ters yürümeye başladı. Sırtını evin yönüne verdi ve geri adımlarla ilerledi. Bazen düşecek gibi oluyor, insanlar ona yardım ediyordu. Kimse bir şey demiyordu.

Bu şekilde eve kadar geldi. Evleri zaten giriş kattaydı. Pencereyi açık gördü ve şimdiye kadar kapıyı kullanmakla ne büyük hata yaptığını anladı. Eve girmek için bu kadar kısa bir yol varmış ve ben hep kapıyı kullanmışım, diye içinden geçirdi. Pencereden içeri girdi. Mutfağa girmişti. Bir bardağa su doldurdu sonra sürahideki suyu içti. O sırada mutfağa giren annesi kızgın bir sesle:

-Oğlum, niye böylesin? Neden bunu yapıyorsun, dedi. Kendisini en çok tanıyan kişilerin ailesi olduğunu düşünmüştü hep. Demek ki onlar halen tanımamıştı ve eve giriş tarzı ile günün tek gıcıklığını yapmıştı. En azından öyle düşünüyordu ki annesi devam etti:

-Sürahiden su içmek de ne? Burada kocaman damacana var. Niye kendini zora sokuyorsun? Damacanayı buraya boşuna mı koyduk, dedi. 

Yaşadıkları bir rüya olmalıydı. Bu kadarı olamazdı. 

İnsanlara bir şeyler olmuştu. Belki de insanlara değil kendine bir şeyler olmuştu. Odasına gitti. Artık kendini hiçbir özelliği olmayan bir çocuk olarak görüyordu. Çırpınmak anlamsızdı. Belki de baştan beri yanlış yapmıştı. Arkadaşları gibi olmalıydı. Onlar gibi her şeye uyum sağlamalı, itiraz etmemeliydi. Yeni hayat onun için biraz zor olacaktı ama eskisine göre belki de bu daha kolaydı. 

Uyandı; gıcıklık ve cinslik kelimeleri hafızasından silinmişti. Yüzünü yıkadı, su içti ama bardaktan. Kahvaltısını yaptı. Çantasını düzenledi ve okulun yolunu tuttu. İlk kez okula gidiyor gibiydi. Sakindi. Hava açıktı. Okula yanaştığında bazı arkadaşlarının oyunda olduğunu gördü. Sıraya geçti. Herkes şaşkındı. Konuşmadı, kimseyi eleştirmedi. Nöbetçi öğretmenler ve okul müdürü öğrencilerin önünde durmuştu. Müdür konuşmaya başladı. Arkadaşları, müdür konuştukça dikkatlice onu dinliyor hatta bazıları arada alkışlıyordu. Bu sıkıcı konuşmayı niye alkışladıklarını anlamadı. Çok canı sıkılmıştı. Sınıfa girdiğinde tüm sıraların duvara dönük olduğunu gördü. Kendi sırası kürsüye bakıyordu. Öğretmen sınıfa girdi ve sordu:

-İyi misin sen?


YABANCI

Yiğit İbrahim Karain, Umut Pekyiğit, Aysel Zümra Yuvacı, Elif Yüsra Yaralı, Zeynep Göktaş

1. Bölüm

Her zamanki gibi bir cumartesiydi. Havalar ısınmıştı. Bahçeler, yollar, piknik alanları artık doluydu. Herkesin gezdiği, piknik yaptığı bu günlerde onun Bilsem’e gelmesi gerekiyordu. Sabah erkenden uyandı, kahvaltısını yaptı ve Bilsem’e ulaştı. Dışarda havanın güzel olması, içerileri sıkıcı hale getiriyordu. Böyle havalarda koşmak, oynamak, çimenlerde yuvarlanmak, kelebekleri kovalamak istiyordu. İlk teneffüs Umut ve İbrahim yerde gördükleri böcekleri inceliyordu. Bu böcekleri daha önce hiç görmemişlerdi. Umut, böceklerden birinin gözlerini saydı, tam on iki tane gözü vardı. İbrahim’e bakarak:

-Ya senin de on iki gözün olsaydı, ne olurdu düşünsene, dedi. 

Bu sırada Zeynep, Aysel ve Elif bir oyun bulmanın çabasındaydı. Böcekler onların ilgisini çekmiyordu. Onlar, daha sakin ve bildikleri oyunlarla vakit geçirmek istiyordu. Elif bir süre sonra:

-Evcilik oynayalım, dedi. Ben sizin anneniz olayım. Aysel, küçük bebeği olsun evin. Zeynep ise evin ablası olsun. Zaten Aysel ve Zeynep gerçek abla, kardeş gibi ara sıra geçinemezdi. Tam roller dağıtılmıştı. Aysel, bebek olduğu için ceketini çıkarması gerekiyordu. Elif, bir anne şefkati ile Aysel’in ceketini çıkardı. Üşüyorum, diyerek ağlayan Aysel’e Elif çubuk kraker vererek onun susmasını sağladı. Bu esnada zil çalmıştı. Öğretmen gelene kadar oyun devam ediyordu. 

Umut ve İbrahim de sınıftaki yerlerini almışlardı fakat Zeynep, Elif ve Aysel, bahçedeki oyunlarını devam ettiriyorlardı. Bu sırada sınıfın kapısı gıcırtıyla açıldı. İçeriye daha önce görmedikleri biri girmişti. Öğretmen deseler, değildi… Öğrenci deseler, değildi çünkü bir öğrenciden büyüktü bu içeri giren kişi. İçeriye giren bu kişinin kıyafetleri farklıydı. Başka bir dünyadan, başka bir zamandan gelmiş gibiydi. Sessizce içerdeki çocukları izledi. Oturmak için kendine bir yer beğendi. Çocuklar susmuş, dikkatle bu davetsiz misafiri izliyordu. Kimdi bu adam? Sınıfa niye gelmişti? Ne anlatacaktı?

Bir süre bütün sınıf bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz bekledi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Umut, bu misafirin tarihî bir kahraman olmasını umut ediyordu. İbrahim ise keşke bu misafir bir robot olsaydı, diye aklından geçiriyordu. Elif, bu gelen kişinin Küçük Prens’in büyümüş hâli olmasını istiyordu. Aysel, olanlara anlam verememişti. Zeynep ise boş boş bakıyor, bu gelen kişi acaba tamirat için mi geldi sınıfımıza, diye düşünüyordu. 

Sessizlik uzun sürmedi. Davetsiz misafir, teneke kazıntısını andıran bir sesle:

-Siz burada ne yapıyorsunuz bakalım? Anlatın bana, dedi. 

Elif:

-Öğretmenimizi bekliyoruz, siz kimsiniz?

İbrahim:

-Burası sınıf, sınıfta ne yapılırsa onları yapıyoruz.

Umut:

-Bizi boş verin. Siz yoksa tarihî bir kahraman mısınız? Kıyafetlerinizi bu çağa ait değil. Hangi milletin kahramanısınız? Lütfen, sıradan bir kimseyim demeyin bize. 

Zeynep:

-Siz gelinceye kadar güzel güzel oynuyorduk. Öğretmenimizi bekliyorduk. Şimdi tek merakımız var, o da sizin kim olduğunuz?

Aysel, hâlen olanların şokundaydı. Az önce küçük bir kaza yaşamıştı ve canı yanıyordu. Gelen kişinin yüzüne bile bakmadı. Küçük bir süre yine sessizlik oldu ve yabancı konuşmaya başladı:

-Belki bir film kahramanıyım, belki Küçük Prens’tim ve büyüdüm. Umut’a bakarak:

-Belki de Asya’dan gelmiş tarihî bir kahramanım, dedi. 

Herkes sessizdi. Sorulacak soru kalmamıştı. Zeynep, kapıya baktı. Dışarıya gidip sınıfa bir yabancının geldiğini söylemek istiyordu fakat yabancı, onun niyetini anlamıştı:

-Otur yerine Zeynep, dedi. 

Zeynep, yabancının kendine adıyla hitap etmesinden korktu. 

Yabancı İbrahim’e bakarak:

-İbrahim, benim kim olduğumun önemi yok. Az önce söyledim kim olabileceğimi. Bugün buraya özel bir görev için geldim, dedi. İlave etti:

-İbrahim, ya senin de on iki gözün olsaydı. 

Bu cümleyi duyan Umut da çekinmeye başlamıştı yabancıdan. Bu yabancı her şeyi biliyor gibiydi. Öğretmen gelse ve bir an önce bu şaka bitse, diye düşündü Aysel. 

Umut’un aklına o sırada bu yabancıyı sınav yapmak geldi. 

-Madem her şeyi biliyorsunuz, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihini bize söyler misiniz?

Yabancı:

-1299’da Söğüt’te kuruldu Osmanlı Devleti Umut’çuğum. Bana daha zor sorular sormalısın, dedi. Umut, bunun üzerine:

-İlk bilgisayarı yapan kişi kimdi ve hangi tarihte gerçekleşti bu olay, diye sordu. 

Yabancı:

-Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. 1945’te ENIAC isimli ilk hem programlanabilir hem elektronik bilgisayar tamamlandı. 1946, John von Neumann kendi ismiyle anılan Neumann mimarisini yayınladı. 1947, Transistör icat edildi, dedi.

Zeynep, transistörün, mimarinin ne olduğunu düşünmeye başlamıştı. 

Bu esnada kapı yeniden açıldı ve öğretmen içeriye girdi. Tam öğrenciler yabancıyı gösterecek ve onun kim olduğunu soracaklardı ki yabancının yerinde olmadığını gördüler. Küçük sınıf sessizdi. Öğretmen, sınıfın bu durumunu anlamadı. Ne olduğunu, niçin sessiz durduklarını sordu fakat çocuklardan bir cevap gelmiyordu. 

Kimdi bu yabancı? Yine gelecek miydi sınıfa ansızın? Bu bir rüya mıydı? Herkes birbirine bakıyordu. Rüya olsa herkes aynı rüyayı göremezdi. Öğretmen gelince neden kaybolmuştu yabancı? Sorular üst üste çoğalıyordu çocukların zihinlerinde. 

2. Bölüm

Yiğit İbrahim Karain, Umut Pekyiğit, Ahmet Said Yurttaş, Zeynep Göktaş, Elif Erva Öztürk

Ahmet Said ve Elif Erva, sınıfa öğretmenden de geç geldikleri için olup bitenlerden haberleri yoktu. Bütün arkadaşları korkmuş gibi duruyordu. Öğretmen de durumdan habersizdi. Ahmet Said Umut’a bakarak:

-Ne oldu sana, elin yüzün bembeyaz olmuş. Biri seni mi korkuttu? Gidip hemen hesabını soralım, dedi. 

Erva’nın da dikkatini Zeynep çekmişti. Her zaman sınıfın ortasında gezen Zeynep bu kez süt dökmüş kedi gibi sakin sakin duruyordu:

-Hasta mısın Zeynep, seni hiç böyle görmemiştim. 

Zeynep, bir süre sustu. Sonra küçük bir kağıda şunları yazdı ve uzattı:

Erva, sana çok garip haberlerim var. Zil çalsın, teneffüste anlatacağım. Korkuyorum vallahi. Şu an konuşmam. 

Gerçekten çok korkmuş duruyordu Zeynep. 

İyice sessizlik sağlandıktan sonra öğretmen:

-Bir hikâye yazalım çocuklar, dedi. Hikayenin adı Yabancı olsun. 

Sınıftan ses çıkmadı. Bir süre hikayenin konusunu düşündüler ancak herkes çok sessizdi. Zil çaldı. Zeynep, Erva’nın yanına; Ahmet Said’de İbrahim ve Umut’un yanına gitti. Tam Zeynep, İbrahim, Umut yaşadıklarını anlatacaklardı ki aynı yabancı yeniden sınıfta belirdi. Öğretmenin sandalyesinde oturuyordu. Yabancının kıyafeti değişmişti bir ders içinde. Said ve Erva’ya bakarak:

-Ooo, Ahmet ve Erva da gelmiş. Hoş gelmiş. Nerelerdeymiş bu çocuklar, dedi. Ahmet:

-Bay yabancı, bana Said demediğiniz için teşekkür ederim. Ben Ahmet ismimin kullanılmasını seviyorum, dedi. 

Erva da:

-İyi ki bana Elif, demediniz. Yoksa Elif’ler karışacaktı, dedi. 

Zeynep, Erva’ya:

-Tam da bundan bahsedecektim. Geçen teneffüs yine geldi bu adam, korkuyoruz ondan, dedi. 

Bu kez biraz alışmışlardı. Üstelik Ahmet ve Erva’nın korkmaması onlara da cesaret vermişti. Umut atladı:

-Size soracaklarım bitmedi. Hemen kayboldunuz. Nereye gittiniz? Öğretmen gelince yine kaybolacak mısınız?

Yabancı Umut’a:

-Kaybolmadım ki, sadece siz göremediniz beni, dedi. 

İbrahim bu cevap karşısında yine şaşkındı. 

Umut:

-Söyler misiniz bana Büyük Hun İmparatorluğu kaç yılında kurulmuştu, dedi.

Yabancı Umut’a baktı. 

-Umut’çuğum, sen tarih kitabı mı yiyorsun kahvaltıda? Sürekli bana tarihten soruyorsun. MÖ 209’da Metehan tarafından kuruldu. O zamanlar ben küçücük bir çocuktum. Metehan’ı iyi tanırım. İyi bir ağabeydi kendisi, dedi. 

Zeynep, cesaretlendi ve:

-Bence sadece tarihle ilgili soruları cevaplıyorsunuz. Haydi benim soruma da cevap verin, dedi. Söyleyin bakalım 2023 yılının en çok izlenen filmi hangisiydi?

Yabancı Zeynep’e baktı:

- Avatar: Suyun Yolu, dedi. Hatta o filmde ben de oynamıştım. 

Aldığı cevap Zeynep’i susturmaya yetmişti. Kafası karışmıştı Zeynep’in.

Ahmet:

-Ronaldo mu Messi mi?

Yabancı:

Arda Güler, dedi. Herkes güldü. 

Dakikalar geçiyordu. İbrahim, bir an önce öğretmenin gelmesini ve bu anlamsız konuşmaların bitmesini bekliyordu. O sırada kapı açıldı. Öğretmen içeri girdi ve yabancıyı gördü. Yabancıyla tokalaştı, sarıldı:

-Nasıl gidiyor, sevdin mi bizim çocukları, diye sordu. 

Öğrenciler şaşkındı.

Yabancı:

-Canavar gibiler, beni sınav ediyorlar kendilerince, dedi. O sırada Erva:

-İyi ama siz kimsiniz, dedi. 

Yabancı:

-Belki bir zaman yolcusu, belki Küçük Prens’in büyümüş hâli… Belki kitaplardan çıkmış bir kahramanım. Nicola Tesla’yım belki. Harry Potter’daki Hermione Granger bile olabilirim, diye cevap verdi.

Sınıf sessizdi ama yabancı, öğretmenle konuşmaya devam ediyordu. Onunla konuşurken kırk yıllık arkadaş gibilerdi. Olup bitene sınıf bir anlam veremedi. 


TAKKE



Reyyan Sibel Teke, Ömer Ali Çamcı, Ömer Asaf Koç, Mustafa Aktaş, Ömer Kerem Aydemir

1. Bölüm

Bayramları seviyordu çünkü bayram demek, şeker ve harçlık demekti. Ayrıca bayramda yemek çeşitleri artıyordu. Sarmalar, ayran çorbaları, hoşaflar, baklavalar, yufkalar, börekler… Yılın diğer günlerinde olmadığı kadar dolap doluyor, yemek masası hiç boş kalmıyordu. 

Yine bir bayram gelmişti. Bayramda sevilmeyen şeyler de vardı mutlaka. Erken kalkmak yorucuydu. Hele de kalabalığı sevmeyenler için bayram biraz sıkıntılıydı. Ne olursa olsun, kaçış yoktu ve bunlar da yaşanacaktı. Sabah erkenden uyandı, bayram elbiselerini giydi. Namaz takkesini aradı bir süre. Namaz takkesi kaybolmuştu. En son Kurban Bayramı’nda namaza giderken takmıştı başına. Bir süre aradıktan sonra annesine seslendi:

-Anne, namaz takkemi bulamıyorum. 

Annesi:

-Yatağının altına bak, dedi. 

Yatak, kocamandı ama gücü yetiyordu kaldırmaya. Yatağın altında nihayet namaz takkesini buldu. Gözüne farklı görünmüştü takke. Bıraktığı gibi değildi sanki. Hemen başına takarak namaza gitmesi gerekiyordu ancak o da ne? Takke, kafasına küçük geliyordu. Nasıl küçülmüştü ki aylar içinde bu takke? Takkeyi başından çıkardı, içine baktı. Ne olduysa o anda oldu. Takkenin içinde bir miktar kâğıt para vardı. Parayı cebine koydu. Takke, hâlen biraz küçük geliyordu başına fakat namaza gitmesi gerekiyordu. Namaza gitti, namaz sonrası bazılarıyla bayramlaştı. Kimileri harçlık verdi kimileri şeker.  Tam eve dönüş yoluna geçmişti ki takkesi yeniden başını sıkmaya başladı. Namaz da bittiğine göre artık takkeyi çıkarabilirdi. Takkeyi çıkardığı anda yerde kâğıt paralar saçıldı. Babası, olanlardan haberdar değildi. Şaşırdı, yerdeki paraları aldı ve bir kısmını caminin hemen önündeki yardım sandığına bıraktı. Oysa sabah çıkarken takkenin içindeki paraları almıştı. Biraz şaşkındı bu işten dolayı fakat belki de sabah hepsini almamışımdır takkenin içindeki paranın, diye düşündü. Eve döndüklerinde cebindeki takkeyi yeniden çıkardı ve başına taktı. Eskisi kadar sıkmıyordu bu kez. Kahvaltı yapmadan namaza gitmişlerdi. Kahvaltı yapmak için dedesine gitmeleri gerekiyordu. Yola çıktılar. Dedesine ulaştığında takke yeniden başını sıkmaya başladı ve takkeyi çıkardığında yine içinden para dökülmeye başladı. Bunu gören dedesi:

-Ooo, maşallah torunuma. Şimdiden bayram harçlıkları birikmiş. Dur, biraz da ben sana harçlık vereyim, dedi. 

Elini cebine attı ve bir miktar para da dedesi uzattı kendine. Artık ceplerinde yer kalmamıştı. Bütün cepleri parayla doluydu. Takkesini yeniden cebine koydu. Kahvaltı yaptılar, bayramlaştılar ve misafirler gelmeye başladı. Arada bir takkesini başına takıyor, takke sıkınca çıkarıyor ve paralar yerlere saçılıyordu. Durumu fark eden annesi:

-Paralarını neden cebine koymuyorsun? Takkenin içinde para saklanır mı evladım, dedi. 

Bu durumu annesine anlatamazdı. Annesi, çocuğum hayal görüyor, diye düşünürdü. Bir şey demedi annesine. Takkeyi ve paraları yeniden cebine koydu. Bir çözüm bulmalıydı bu işe. Sessizce kimsenin olmadığı bir odaya geçti. Paralarını çıkardı, saydı… Bir çocuğun yanında bulunmaması gereken çokluktaydı para. Deste yaptı ve çoraplarının kenarlarına yerleştirdi tüm parasını. Nasıl olsa sürekli takkeden para çıkıyordu. Takkesini yeniden başına taktı. Yeni misafirler gelmişti eve. Onlarla bayramlaştı. Onların büyükleri de harçlık verdi ama almak istemedi. Verilen harçlıkların takkeden çıkan paraya göre lafı olmazdı. Yine de büyükleri kırmamak için parayı aldı. 

Yaklaşık bir saat sonra başında bir rahatsızlık hisseti. Takke, dar gelmiyordu ama başına batan bir şeyler vardı içinde sanki. Takkeyi çıkardı ve elini başına götürdü. Eline gelen şeyi alarak baktı. Hayretten donakaldı. Elinde kocaman bir altın vardı bu kez. Gözlerini sildi, kapadı ve açtı. Evet, bu bir altındı. En azından kâğıt paralar kadar çok yer tutmaz, dedi içinden. 

Akşama kadar takkesini taktı ve çıkardı. Artık cepleri de altınla dolmuştu. Çoraplarının içinde zaten kâğıt paralar vardı. 

Akşam eve döndüklerinde kafasında sorular birikmişti. Bu takkeyi nereden almıştı ailesi? Daha önce kullanan var mıydı? Bu iş nereye kadar gidecekti? Ceplerini ve çoraplarının içini, çekmecesine boşalttıktan sonra babasının yanına gitti. Bir elinde takkesi vardı. Babasına:

-Bu takkeyi nereden aldınız bana, diye sordu. 

Babası, bu sorudan bir şey anlamadı. Yine de takkenin nereden geldiğini anlattı:

-Sen daha yeni dünyaya gelmiştin ve bir bayram vaktiydi. Dedene giderken yolda yaşlı bir amca bizi durdurdu. Seni biraz sevdi ve cebinden bu takkeyi çıkararak sana hediye etmek istediğini söyledi. Geçen bayrama kadar unutmuştuk takkenin yerini ancak geçen bayram bulduk ve sana verdik, dedi. 

-Peki, bu yaşlı amcayı daha sonra gördünüz mü? Tanıyor musunuz bir yerlerden, diye sordu. 

Babası:

-Tuhaf bir amcaydı, buralardan biri değildi. Zaten daha sonra da hiç görmedik, dedi. 

Kafasındaki sorular daha da çoğalmıştı. Takkeyi cebine koydu. Ailesine bunca para ve altını nasıl açıklayacaktı? Acaba inanırlar mıydı ona her şeyi anlatsa? Sustu. Odasının yolunu tuttu. Yorulmuştu. Uykusu gelmişti. 

2. Bölüm

Sabah kimseler uyanmadan önce o uyanmıştı. Takkesini yastığının altına koymuştu uyurken. Rüyasında bu takkeyi veren dedeyi görmüştü. Dede; rüyasında ona telaşlanmamasını, bu takkenin sıradan bir takke olmadığını, yaşadıklarını başkalarına anlatmaması gerektiğini söylemişti. Şayet başka insanlara bunları anlatırsa paraların kâğıda, altınların da gazoz kapağına dönüşeceğini söylemişti. Oysa o, bu sabah her şeyi annesine ve babasına anlatmayı düşünüyordu. İyice canı sıkılmıştı. Yüzünü yıkadı. Elbiselerini giydi ve mutfağa geçti. Evdekiler de uyanmışlardı. Takkesini yine başına taktı.

Annesi:

-Sen bu takkeyi çok sevdin galiba. Bugün takmasan da olurdu. İstersen yıkayalım, sonraki bayramda temiz kullanırsın, dedi. 

-Hayır, bu takke yıkanamaz anne, dedi. Bayram boyunca takacağım, belki bayramdan sonra bile kullanırım bunu, dedi. 

Annesi de babası da bu duruma anlam veremediler. Hızlıca kahvaltı yaptıktan sonra yine başında batan bir cisim hissetti. Odasına gidip takkeyi çıkardı ve kafasına elini götürdü. Bu kez eline gelen şey bir yakuttu. Nereye kadar gidecekti bu işin sonu? Bu kadar parayı, altını ne yapacaktı? Hadi onları harcadı diyelim, yakutu nasıl bozduracaktı? Artık takkeyi başına takmak istemiyordu. Takkeyi başında tuttuğu sürece hep bir şeyler çıkıyordu altından. Takkeyi cebine koydu. Yakutu, çekmecesine yerleştirdi ve içeriye döndü. Ailesinin yanına geldiğinde annesi:

-Artık takkeyi çıkarmışsın başından. Hani bunu hep takacaktın? Onu çamaşırların içine bırak da yıkayayım.

-Hayır, anne. O takkeyi bir daha hiç yıkamanı istemiyorum. Diğer bayramda da kullanacağım. Arada sırada başımda görürsen şaşırma.

Bu sözleri duyan annesi bir şeylerden şüphelendi ama boş verdi. Çocuk daha, diye düşündü. 

Akşama kadar normal hayatına devam etti fakat son yakuttan sonra biraz endişelenmeye başlamıştı. Akşam odasına girdiğinde önce servetini kontrol etti. Gerçek miydi bu yoksa sadece kendinin gördüğü bir hayal mi? Paralar, altınlar ve yakut yerindeydi. Takkesini yeniden başına taktı. Bir süre ödevlerine baktı. Bu kez takkenin içinde bir şey yoktu. Sevinmişti. Demek ki bu oyun bitiyordu. Takkesini başından çıkarmadan yatağına uzandı ve uyudu. Birkaç saat geçmişti ki başına değen bir sertlikle uyandı. Elini doğrudan takkeye attı, takkesini çıkardı. Gördüğüne inanamıyordu. Kocaman bir zümrüt… Yine başa dönmüştü işte. Zümrüdü de çekmecesine koydu. Nereye kadar devam edecekti bu iş? Uyumak istiyordu. Takkeyi görmek istemiyordu. Yatağının altına koydu. Artık gücü kalmamıştı. Bu olayı daha fazla ailesinden gizlemek de istemiyordu fakat gördüğü rüyada kimseye bu yaşadıklarını anlatmamasını söylemişti yaşlı dede. 

Uyumak istiyordu ama uyku tutmuyordu. Kendinde bir azap hissediyordu. Ailesinden gizli bir şeyler yaşıyor ve kimseye anlatamıyordu yaşadıklarını. Takkesini son kez başına taktı. Bu kez ne çıkacağını merak ediyordu. Sadece meraktan yapıyordu bunu. Yine uykuya dalmıştı ki uyandı. Takkesinin içine baktığında yine büyük bir şaşkınlık yaşadı. Gözlerine inanamıyordu. Gözlerini sildi yeniden baktı. Kocaman bir elmas vardı takkenin içinde. Bundan daha değerli bir şey nasıl olsa çıkmaz daha, diye düşündü. Vakit sabaha yaklaşmıştı. Odası aydınlanmıştı. Çekmecesinden bir makas aldı ve takkeyi makasla küçük parçalara ayırdı. 

Sabah, annesi onu çağırmaya geldiğinde makasla kesilmiş takkeyi görünce hayli korktu. Çocuğunu uyandırdı ve bunu neden yaptığını sordu. Gece boyu zaten uyumayan çocuk uykulu gözlerle annesine olup biteni anlattı. Annesi:

-Sen kötü bir rüya görmüşsün anlaşılan. Olur mu hiç böyle? Bir daha uyumadan önce saçma sapan filmler izleme, garip kitaplar okuma, dedi. 

Ne söylese annesi inanmıyordu. En sonunda annesi dayanamayarak:

-Göster bakalım öyleyse şu servetini beyefendi, dedi.

-Peki, anneciğim, diyerek çekmecesinin yanına gitti. 

Çekmeceyi usul usul açtı ve annesini çağırdı yanına:

-İşte burada, dedi. 

Annesi gözlerine inanamıyordu. Çekmece neredeyse tamamen doluydu. Gün boyu ne yapacaklarını düşündü annesi. Akşam, durumu babasına da söyleyecek ve bir çözüm bulacaklardı servete dair. 

Paralarda sorun yoktu fakat altınlar ve diğer değerli taşları nasıl harcayacaklarını düşünüyordu annesi. Evde bunları tutmak tehlikeli düşüncesiyle paraları bankaya götürmeye karar verdi. Paraları bankaya götürüp çocuğunun adına bir hesap açtırarak yatırdı. 

Artık çocuğun hesabında iyi miktarda bir para vardı fakat değerli taşlar ne olacaktı? Bunu eşiyle konuşup halletmesi gerekiyordu. 

Akşam olduğunda çocuğun babası eve dönmüştü. Annesiyle birlikte durumu hızlıca anlattılar. Baba:

-Parayı bankaya yatırmakla iyi yapmışsınız, şimdi de şu değerli taşlara bakalım, bu işten bir şey anlamadım ama, dedi. 

Çekmecenin yanına vardılar. 

Çekmeceyi açtıklarında karşılarında yalnızca renkli taşlar ve gazoz kapakları vardı. Anne, şaşırmıştı. Çocuk gözlerine inanamıyordu ki o rüya aklına geldi. Şöyle demişti ihtiyar, ona rüyasında:

-Şayet başka insanlara bunları anlatırsan paralar kâğıda, altınlar da gazoz kapağına dönüşür. 

Olayları ve rüyayı başından sonuna kadar tekrar anlattı çocuk. Ertesi gün anne ve baba yeniden bankaya gitti. Çocuğun hesabındaki para yerindeydi. 


25 Nisan 2024 Perşembe

ZAMAN HIRSIZI

Halil Yiğit Şenol, Akın Eliş

Sıradan bir gündü yine. Evin tek çocuğu olduğu için her sabah ekmek almaya gitmek onun vazifesiydi. Bu, kutsal bir görevdi. Az iş mi, kahvaltı sofrasında bekleyenlere taze ekmek götürmek? Bunun bilincindeydi. Bu yüzden sağda solda fazla oyalanmadan ekmeği alır almaz evin yolunu tutardı. 
Markete gitti her zamanki gibi ve ekmek büfesinin önünde durdu. Gözüne kestirdiği pişmiş, taze ekmeleri eldiven kullanarak poşetine koydu ve hızla evin yolunu tuttu. Gecikmemeliydi. Tam ne kadar acıktığın düşünüyordu ki birden sendeledi. Ayağı takılmıştı yerde olan bir cisme. Birkaç adım ötesine geçtikten sonra döndü ve baktı. Yerde bir çanta duruyordu. Beyaz, küçük bir el çantasıydı bu. Hemen yanındaki çöp kutusundan hareketle bu çantanın atılmış olduğunu düşündü. Çanta çok temiz duruyordu oysa. Yine de atılmış olduğuna şüphe yoktu. Uzandı ve yerden aldı çantayı. Etrafından insanlar geçiyordu ama kimse görmemişti o çantayı. Belki de onun gibi ayakları takılmamıştı. Yoksa görülmeden geçilecek bir çanta değildi. Heyecanla içine bakmaya karar verdi. Metal ve iri dişli fermuarı vardı çantanın. Aynı zamanda bir de kilidi vardı. Çantayı yol ortasında açmak imkansızdı ve kahvaltı sofrasına geç kalmamalıydı. Çantayı kolunun altına alarak hızla eve ulaştı. Yolda bulduğu küçük çantayı odasına bıraktıktan sonra mutfağa geçti. Kahvaltısını yaptı. Kahvaltı boyunca kimse konuşmamıştı. O da konuşmadı ve kahvaltı biter bitmez bir gölge gibi sessizce odasına çekildi. Biraz uğraştıktan sonra kilit açılmış ve içinden küçücük bir makine çıkmıştı. Daha önce hiç görmediği enteresan bir makineydi bu. Ne işe yaradığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Evirdi çevirdi, altından baktı, üstünden, yanından baktı. Bir işe yarayacak gibi durmuyordu ama düğmeleri vardı, çarkları vardı. Değişik, garip bir makinaydı. Makinanın ne işe yaradığını anlamak için fotoğrafını alarak internette bir arama yaptı ama hiçbir sonuç çıkmıyordu. Belki de makinanın enerjiye ihtiyacı var, diye düşündü fakat pil ya da elektrik girişi görünmüyordu. Üzerindeki düğmelerle daha fazla uğraşması gerektiğini düşündü. O gün akşama kadar odasından çıkmadı ve bu makine ile uğraştı durdu. Üstelik gece bile arada bir makineyi eline alıyor, düğmelerine rast gele basıyordu. 

Sabah olduğunda daha sistematik düşünmesi gerektiğine karar verdi. Düğmeler, renkliydi ve belli aralıklarla belli düğmelere basmaya başladı. Son kez bir düğmeye dokunduğunda makineden garip bir ses geldi ve bu ses onu heyecanlandırdı ancak nasıl bir sıralama ile düğmelere bastığını hatırlamıyordu. Makine, sesten sonra kendi kendine küçük değişimler yaşamıştı. Düğmelerin şekli ve rengi değişmişti. Bu değişim, yeni bir aşamaya geçtiğinin belirtisi gibiydi. Demek ki nasıl olmuşsa olmuş ve ilk seviyeyi geride bırakmıştı. Gün boyu uğraştı, didindi, odasından arada bir çıkıp yeniden odasına girdi. Kutsal görevi için dışarıya çıktığında bile makine hep aklındaydı. 

Üç gün uğraştı makine ile. Artık parmaklarının ağrıdığını hissediyordu fakat bitmek bilmeyen bir heyecanı vardı. Bu kez düğmelere basmadan önce notlar alıyor, her bir algoritmayı kaydediyor, vakit kazanmaya çalışıyordu fakat bu şekilde daha yavaş ilerlediğini hissetti. Üç gün boyunca makineden yeni bir ses duymadı. 

Dördüncü gün ekmek aldı. Ekmek almak hâlen önemli bir görevdi. İhmale gelmezdi. Artık dönüş yolunda mutlaka çantayı bulduğu çöpün kenarına bakıyordu. Belki yeni bir çanta ve bu çantada makinenin ilave parçaları olur, kullanma kılavuzu olur umudundaydı. Yoktu. 
Bir şekilde bu aşamayı da geçmeliydi. Kahvaltıdan sonra yazarak denemeyi bıraktı ve yine rast gele düğmelere basmaya başladı. İlk denemesinde makineden yine bir ses geldi. Önceki sesten biraz daha yüksekti. Makine birden hareketlenmişti ve önce iki yana doğru açıldı ardından üzerinde daha fazla düğme belirdi. Üstelik düğmelerin üzerinde rakamlar da vardı bu kez. Rakamları görünce sevinmişti. İşinin daha kolay olacağını, rakamlarla daha düzenli algoritmalar kuracağını zannediyordu fakat sadece bir zandı bu. Bir hafta boyu geceli gündüzlü uğraştı. Artık tüm dünyası bu makine olmuştu. Kutsal görevini bile ihmal etmeye başlamıştı. Ailesi, bu durumdan biraz tedirgin oluyordu. 
Yeni bir aşamaya geçme çabasıyla saatlerce, günlerce, haftalarca uğraştı. Yine algoritmasız, rastgele tuşlara bastığı bir vakitte makineden ses geldi. Makine bir kez daha açılmıştı ve hayli büyüktü artık. Üzerindeki düğmeleri, rakamları çok fazlaydı. Makinenin tam ortasında saate benzeyen bir şekil vardı ancak akrep ve yelkovan yoktu burada. Onca çabaya rağmen yine bir bilinmezliğin ortasındaydı. Bunca zaman ne için uğraşmıştı? Neyi başarmıştı? Eline ne geçecekti? 

Makineyi bir ara pencereden atmak istedi ama birilerinin başına düşer diye endişe etti. Beyaz çantayı buldu, makine artık içine sığmayacak kadar büyüktü. Çantayı kurcaladı. Kenarlarındaki fermuarları da açınca çanta büyümüştü ve makinenin sığacağı hale gelmişti. Tam o sırada bir kâğıt gözüne ilişti. Belki de günlerdir aradığım kullanma kılavuzu budur, düşüncesiyle kâğıdı aldı ve okudu: 

Zaman Hırsızı bu makinenin adı
Bilemiyorum senin elinde ne kadar kaldı
Kaç gün, kaç hafta, kaç ay
Bu makine senden çaldı

Geldinse şayet bu aşamaya
Bakmalısın bu hırsızdan kurtulmaya
Tüm ömrünü çalacak yoksa 
Aldığın gibi götür ve bırak oraya

Notu yerine koymak istedi ama farklı bir cep daha vardı çantada. Notu oraya koydu, makineyi çantaya. Hipnoz olmuş gibiydi. Makineden korkuyordu. Telaşla dışarıya çıktı ve çantayı bulduğu çöpün yanına bıraktı. 

Eve dönerken kutsal görevini kaç zamandır ihmal ettiğini hatırladı ve evin kapısından girmeden annesine, kaç ekmek lazım olduğunu sordu. 

BİR DAKİKA

Meryem Er

Ağabeyi ondan sadece bir dakika büyüktü. Bir dakika dünyaya geç gelmiş olmak insan hayatı için bu kadar sorun olmamalıydı ama oluyordu. Bu bir dakika başkalarının on yaş büyük ağabeyinden daha büyük bir ayrıcalık vermişti ağabeyine. Sofraya oturduklarında:

-Ben senden büyüğüm, diyerek önce o başlıyordu yemeye. 

Bilgisayarda kısa bir işi olsa bile öncelik her zaman ağabeyinindi. Ağabey demek istemiyordu bu bir dakika için ama ağabeyi hep kendini büyük, yukarda bir ağabey olarak görüyordu. Yapacak bir şey yoktu. 

Aynı okuldaydı ağabeyi ile ama neyse ki aynı sınıfta değildi. Bilsem’i seviyordu çünkü onun için Bilsem, ilahi adaletin yansıdığı bir yerdi. Ağabeyi ile girdikleri Bilsem sınavında, o Bilsem’i kazanmış ağabeyi ise çok anlamlı bir puanla Bilsem’e girememişti. Bir puan daha alsaydı ağabeyi, burada da başına bela olacaktı ama neyse ki bir puanla kaybetmişti bu sınavı. 

Çok merak ediyordu ilerleyen yıllarda bu “bir dakika”nın ağabeyinin ya da kendisinin hayatında ne gibi farklıklara yol açacağını. 

Aslında annesi ve babası onların ikiz olduğunu söylüyor, büyük küçük ayrımı yapmıyordu fakat ağabeyinin tek sığınağıydı bu bir dakika. Her fırsatta söylüyordu:

-Ben senden büyüğüm. Bir dakika olsa bile büyüğüm. 


VEZN-İ AHAR

Metehan Ersoy

Akşam olur / güneş batar / çocuklara / gün doğar
Güneş batar / yıldız çıkar / neşe verir / herkese
Çocuklara / neşe verir / geceleri / yıldızlar
Gün doğar / herkese / yıldızlar / batar söner

VEZN-İ AHAR

Halil Yiğit Şenol

Bu günlerde/ yalnızlık zor/ nasıl olsa / bitecek 
Yalnızlık zor / bulmak gerek / birini / bu hayatta
Nasıl olsa / birini / kaybedince başlar / yalnızlık
Bitecek / bu hayatta / yalnızlık / birini bulunca

KAÇAK

 Halil Yiğit Şenol

Öğlenin kavurucu sıcağı yerini hafif bir serinliğe bırakmaya hazırlanıyordu. Gün batmak üzereydi. Yuvalarına dönme telaşındaki kuşların seslerine böcekler eşlik ediyordu. Rüzgâr esmiyordu. Gökyüzünde ara ara bulutlar kümeleniyor sonra yeniden dağılıyordu. Dağların ardından aceleci bir ay yüzünü göstermişti bile. 

Şehrin huzursuzluk veren gürültüsünden sonra bu manzara ona ilaç gibi gelmişti. Gün boyu temiz havayı teneffüs etmiş; ağaçlara, dağlara, bulutlara bakmıştı uzun uzun. Biraz yürümüştü de. Öğlen yaktığı ateş hâlen sönmemişti. Eline bir çubuk aldı ve ateşin közünü karıştırmaya başladı. Daha önce hiç burada gecelememişti. Bu kez de normalde gecelemeyi düşünmüyordu fakat şehre dönmek de içinden gelmiyordu. Bir süre neyi düşündüğünü hatırlamadan ateşle oynadı. Sonra ani bir karar vererek ateşi beslemek üzere yerinden kalktı. Yakınlarda bol miktarda kuru ağaç dalı ve çalı vardı. Bunlardan toplayacak, ateşi besleyecek ve geceyi burada geçirecekti. Fazla yorulmadan ateşin sabaha kadar yanmasını sağlayacak ağaç parçalarıyla geri döndü. Bu sırada güneş tamamen batmış hava da kararmaya başlamıştı. Böceklerin telaşı devam etse de kuşlar, artık sessizdi. Tabiatın tam ortasında, gittikçe kararan bir ormanda yalnızca onun yaktığı ateş parlıyordu. Ateşin alevleri dalgalandıkça etrafta zaman zaman ağaçların gölgeleri hareket ediyor gibiydi. Korkan biri değildi fakat öfkesini kontrolde zaman zaman yetersiz kalabiliyordu. İlk kez bir ürperti hissetti bulunduğu yerde. Ormanın karanlıklarından bazen çığlığa benzeyen hayvan sesleri, homurtular geliyordu kulağına. Sessizliğin içinde bu sesler yankılanıyor, içinde ürpertiler oluşturuyordu. Geceyi burada geçirmek, belki de iyi bir fikir değildi ama artık dönüş de imkansızdı. Sabahı beklemek zorundaydı. 

Vakit ilerledikçe artık korktuğunu kabul etmeye başladı. Her ses ve çıtırtı onu yerinden kaldırmaya, etrafı kolaçan etmeye yetiyordu. Böyle durumlarda ateşi biraz daha büyütüyordu. Gökyüzüne baktı, gökyüzü de ürperticiydi. Bulutlar çoğalmış, yıldızlar görünmüyordu. Umarım yağmur yağmaz, diye geçirdi içinden. Uyumak ve uyandığında aydınlığı görmek istiyordu. Uyumaya çalıştı ateşin yanında. Uyku tutmuyordu. Üstelik uzandığı yerde ateşten kaçan böcekler de görmüştü. Belki de zehirli böcekler. Burada olduğunu kimseye haber de vermemişti. Kendine ulaşamayanlar, evinde bulamayanlar belki telaşa kapılır aramaya çıkardı fakat burası onun kafa dinleme yeriydi ve kimseye söylememişti burada geçirdiği vakitleri. Uyumalıydı. Her şeyi zihninden atıp uyumalıydı. Biraz olsun kafa dinlemek için geldiği bu yerde kafası daha da yorulmuş bir biçimde dönecekti şehre. Burada gecelemek iyi bir fikir değildi. Düşünceler, pişmanlıklar peş peşe karanlıkta zihnine üşüşüyordu. Tam o sırada ağaçların arasından bir çift ışık gördü. Kendine doğru yaklaşıyordu. Yanan bir odun parçasını alarak o tarafa doğru tuttu. Bir çift ışık değil bir çift gözdü bu karanlıkta parlayan. İnsan gözü olmadığı belliydi. Kalbinin sesini duyuyordu. Hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Gelen, nasıl bir canlıydı halen bir fikri yoktu. Ateşi iyice büyüttü ve ateşin ardında beklemeye başladı. Ağaçların arasındaki canlı da nihayet iyice yaklaşmıştı. Ne yapacağını bilmeden öylece beklemeye başladı. 

Ne kadar zaman geçmişti gördüğü bir çift gözden sonra, neler yaşamıştı, bilmiyordu. Uyandığında hava aydınlanmış, ateş ise geçmek üzereydi. Ateşin uzağında kalan ayakları kaskatı kesilmişti. Usulca doğrulmak istedi fakat hemen yanı başındaki ağırlık ve sıcaklık buna hafif mâni oldu. Kocaman bir ev kedisi yanı başından halen mışıl mışıl uyuyordu. Onun doğrulduğunu görünce kedi de uyandı ve uykulu gözlerle baktı. Boynundaki tasmadan bunun bir ev kedisi olduğu ve hayli korktuğu belliydi. Elini kediye uzattığında kedi uysal bir şekilde başını ona doğru uzattı. Evinden kaçmış bir kediydi bu. Şehre dönüş yolunda arkadaşsız kalmadığı için mutluydu. Kedinin adını Kaçak, koydu. 


24 Nisan 2024 Çarşamba

AY PEŞİNDE

 Elif Erva Candan

Sessiz ve durgun dalgaların hafif şırıltısı, kulağına ninni söylüyordu gecenin zifiri karanlığında. Penceresinden içeri sızan ay ışığı ise bu gecenin karanlığını bıçak gibi kesiyordu. Bu manzarayı görünce ay’ı görmek için dışarıya bakmaya karar verdi. Pencereyi açtı, başını dışarı uzattı. Serin bir rüzgâr, soğuk elleriyle yüzünü avuçlarına almış gibi üşüttü fakat bu serinlik onu rahatsız etmediği gibi ona huzur bile verdi. Her şey bu gece ne kadar da huzur verici, diye düşündü. Tek sorun hâlen uykusunun gelmemiş olmasıydı. Zaten uyumak da istemiyordu. Kararlıydı, bu huzur dolu gecede uyumayacaktı. Yaşadığı mekânın ruhuna tersti belki de uyumak. Burada kendinden önce yaşayan insanlar da ihtimal geceleri uyumamıştı pek. Bu düşüncelerle odayı andıran mekanın içinde birkaç daire çizdi.

Yeniden pencerenin önüne gitmeye karar verdi. Doğa, bu gece “beni oku” diyen bir kitap gibiydi. Ay, gecenin bağrında bir şiir gibi parlıyordu. Uzaktan gelen dalgaların sesi bazen ninni bazen şarkı gibiydi. 

Hava daha da karanlıktı sanki.  Aya baktı, yerinde yoktu ay. Ayın diğer tarafta kaldığı düşüncesiyle dışarı çıkmaya karar verdi. Ay, yerinde sabit duran bir şey değildi neticede. O da doğuyor, batıyordu. Askıdaki hırkasın aldı ve dönemeçli merdivenlerden indi. Dışarı çıktığında yine ay’ı aradı gözleri fakat ay yoktu. Deniz fenerinin çevresinde birkaç tur atıp etrafa iyice baktıktan sonra yorulup önündeki tabureye oturdu. Ay nereye gitmişti? Hem de böyle güzel bir gecede nereye saklanmıştı? Üstelik bulut da yoktu ardına saklanacağı. Yıldızlar yerindeydi fakat ay yoktu. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Belki de bulunduğu yerden görünmüyordu ay, yoksa nasıl olurdu ki yıldızlı ama aysız gece? 

Ani bir kararla ay’ı aramaya çıktı. Deniz fenerinin hemen önündeki küçük rıhtımda bağlı duran sandala doğru ilerledi. Dalgaların sesi daha da yakındı artık. Nihayet dalgaların damlacıkları yüzüne, eline çarpmaya başlamıştı. Dalgalar hayli büyüktü ama korkmuyordu denizin bu halinden. Ay’ın yerinde olmaması tüm huzurunu kaçırmış büyük bir endişe oluşturmuştu içinde. Dalgalarla kendince mücadele eden küçük sandala indi. Biraz uğraştıktan sonra sandalın halatını çözdü ve küreklere asılmaya başladı. Dalgalar yardımcı olduğu için aslında kürek çekmesine gerek kalmadığını fark etti. Kocaman denizde küçücük sandal bir ceviz kabuğu gibi bir o yana, bir bu yana sallanıyor, karanlığın içinde nereye gittiğini bilmeden ilerliyordu. Gözü hep gökyüzündeydi. Ay, hâlen görünmüyordu. İşlevini yitirmiş deniz feneri epey geride kalmıştı. Daha önceden burada yaşayanlar aysız gecelerde acaba ne yapardı? Onlar da ay’ı aramaya çıkarlar mıydı?

Dalgalar küçülmeye başladı. Deniz, sanki onu üzmemek için sakinleşmişti. Artık sandalı da hızlı ilerlemiyordu. Deniz fenerini göremez olmuştu. Tam bu esnada geriye dönüp bakmak geldi içinden. Geriye döndüğü anda karanlık birden azaldı. Deniz yüzeyi aydınlanmış gibiydi. Yakamoz, derlerdi bu ışıltıya. Ay yeniden görünmeye başlamıştı ve gecenin karanlığını bıçak gibi kesiyordu. Ne tarafa kürek çekeceğini bilmiyordu. Sandalı denizin tam ortasında, gecenin tam orta yerinde öylece kalmıştı. 


Sonsuz Gece

Kürşad Keçeli

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Sokaklar boşalmış, karanlık iyice kendini hissettirir olmuştu. Zaten öyle demezler miydi: Gecenin en çok karardığı vakit, sabaha en yakın olan vakittir. Karanlık koyuydu fakat sabah yakın görünmüyordu. Çıldırtan bir sessizlik git gide büyüyordu. Günlerdir böyleydi gece vakitleri. İnsanlar uykudayken o, uykudan kaçıyor, sokağa çıkıyor, hava aydınlanıncaya kadar yürüyor sonunda takati bitiyor ve evine dönüp uyuyordu. Uyumak değildi onunki yorgunluktan sızıp kalmaktı. Uyuyan insan rüya görür çoğunlukla. O, hiç rüya görmezdi. 

İşte, yine gece onu çağırıyordu dışarıya. Üzerine bir şeyler dahi giymeden, kapısını kilitleme ihtiyacı hissetmeden çıktı karanlığa doğru. Dışarıya çıkar çıkmaz önce gökyüzüne baktı. Hava kapalıydı. Ne yıldızlar görünüyordu ne de ay. Hafif bir sis kaplamıştı karanlığın üstünü. Her günkü gibi yürümeye başladı usul adımlarla. Sağa sola hiç bakmadan ve aklından hiçbir şey geçirmeden yürüyordu. Aslında yürüyen o değildi, ayakları onu götürüyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Niçin gittiğini de bilmiyordu. Bildiği tek şey vardı: kendini çağıran karanlık. Karanlığı seviyordu. Öyle dememiş miydi şair:

Gündüzler size kalsın verin karanlıkları.

Bir süre ilerledikten sonra sis, kendini daha çok hissettirmeye başladı. Birkaç adımdan sonrası görünmüyordu artık. Sessizlik, yer yer köpek sesleriyle kesiliyordu. Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. İlk kez bir ürperti duydu gecenin bilinmezliğinde. İlk kez geriye dönüp bakma ihtiyacı hissetti. İlk kez sağa sola da bakma ihtiyacı hissetti. Durdu ve geriye baktı: yalnızca sis. Sonra sağa sola baktı: Yalnızca sis… Önü zaten görünmüyordu. Bilinmezliğe doğru yürümeye devam etti. Sokak lambaları çoktan geride kalmıştı. Artık karanlığın kalbindeydi. İlk kez daha fazla yürümek istemedi. Bulunduğu yere oturup dinlenmek istedi. Normalde geri dönerdi yorulunca fakat bu kez geri dönecek gücü kalmamıştı. Zaten nerede olduğunu da bilmiyordu. Yer, gök, sağ, sol, geri ve ileri… Her yer yabancıydı. Arada bir duyduğu köpek sesleri olmasa başka bir dünyaya ulaştığını düşünecekti. Bir süre oturdu, bekledi. Belki de sabah yakındır, diye geçirdi içinden. Bir saate kadar güneş doğar, ortalık aydınlanır, sisler dağılır… O zaman ben de evin yolunu tutarım. 

Zaman geçmek bilmiyordu. Aslında sadece birkaç dakika olmuştu bulunduğu yere oturalı fakat o birkaç saat gibi hissetmişti. Bitmeyen gece var mıydı? Her gecenin bir sabahı var, diyenler yalan mı söylüyordu? Karanlık bitmeliydi. Daha önceden hiç hissetmediği şekilde bir ürperti hissetti bedeninde. Üşüme değildi bu. İçten gelen bir ürpertiydi. Belki korkuydu. Evet, korkmaya başlamıştı sanki. Neyden korkuyordu, kimden, niçin?.. Korkulacak bir şey yoktu ama etrafı kolaçan etme gereği duydu. Oturduğu yerden doğruldu. Sağa doğru yürüdü. Endişe verici bir şey yoktu. Geriye, sola… derken yön duygusunu kaybetti. Yorgunluk ve güçsüzlük hislerini de kaybederek telaşa düştü. Önce yavaş adımlarla yürüdü. Sonra adımlarını hızlandırdı ve en sonunda koşmaya başladı. Karanlığın ve sisin içinde koşuyor, koşuyor bazen sendeliyor tekrar koşmaya devam ediyordu. Nereye koştuğunu bilmiyordu. Bir ara karanlığın ortasında annesinin yüzünü görür gibi oldu. Uzanıp ona ulaşmaya çalıştı ama karşısındaki görüntü o koştukça geriye doğru gidiyordu. 

O sırada kapının açıldığını duydu. Annesiydi gelen. Elindeki kitabı usulca yan tarafa bıraktı. Annesi kitabı eline alarak kitabın adına baktı: Sonsuz Gece, yazıyordu. Biraz da sitemle:

-Yarın sınavının olduğunu hatırlatmak isterim, çalıştın mı peki, diye sordu. 

Bu soru hayli moralini bozmuştu ama sınavlarla ilgili bir sorunu zaten hiç olmamıştı. Saate baktı, vakit gece yarısını çoktan geçmişti.